Yeni derlemeniz üzerine sizinle konuşan ve bilmeyen herkes şunu soracaktır: “Peki, 12 Eylül’de neredeydiniz, nasıl öğrendiniz, ne düşündünüz, ne hissettiniz?”
11 Eylül 1980’de, yani o uğursuz tarihin arife günü, Ankara Siyasal’a kaydoldum. O gece Meşrutiyet caddesinde bir otelde kaldık. “12 Eylül öncesi” endişelerle dolu annemle babam da ısrar edip İstanbul’dan benle gelmişlerdi. Bu nedenle gergindik. Sabah birçokları gibi Hasan Mutlucan türküleriyle öğrendik. Annemle babam bana tahrik edici gelen bir şekilde rahatladılar, ben daraldım, karardım. Kesin 24 Ocak kararları istikametinde siyaset edileceği, Turgut Özal’ın muhakkak etkili bir konumda olacağı kehanetlerinde bulundum, bu sefer “ne ezbere konuşuyorsun!” diye onlar tahrik oldular.
“Sürekli itaat yükümlülüğü kafaya kakıldı”
Bu kitapta gözüme çarpan ilk nokta kitabınızın başlığı oldu. Sunuşunuzda “40 yıl sonra 12 Eylül” değil de “40 yıl 12 Eylül” başlığını tercih etmenizin nedenini, “üzerinden 40 yıl aktı ama tortusu kaldı” sözleriyle açıklıyorsunuz. Kalıcı olan, her şeye sıvaşan, suyumuzu bulandıran dediğiniz bu tortu nedir, neye benzer?
Evet, “40 yıl boyunca” gibi, “40 çarpı” gibi bir şey kastettiğimiz, o başlıkla. Tortu, neye benzer? Dediğim gibi, bulaşık, sıvaşık bir şey. Göze görünmeyebilir, ama suyumuza ve maalesef huyumuza da karışmıştır. Sadece insan ve vatandaş haklarını değil devletin bekasını gözeten hukuk düzeni gibi kurumsal devamlılıkları kastetmiyorum. Sürekli itaat yükümlülüğünün kafaya kakılması gibi, örgüt-örgütlenme, eylem gibi, kamusal hayatın kurucu unsurları olan kavramların kriminal mefhumlara dönüştürülmesi gibi, kamusal ve siyasi hayata kök salmış, “kültür” haline gelmiş devamlılıkları kastediyorum.
Spesifik olarak 1974-1980 dönemini, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenebilmesinden dolayı Türkiye toplumunun “geç ergenlik dönemi” olarak tanımlıyorsunuz. 12 Eylül askeri darbesi ise toplumun bu rüştünü tanımadı. Bu ifadeleriniz aklıma, savaş sonrasında Almanya’da suçluluk ve sorumluluk sorununu ironik bir şekilde tartışan Günter Grass’ın “Teneke Trampet”ini getirdi. Romanda Oskar karakteri büyümeye meydan okuyarak çocuk kalmayı tercih ediyordu. Bizim hikâyemizde ise kendisi büyümek istemesine rağmen buna izin verilmeyen bir ergen mi var?
Tanımlama demeyelim de, mecaz diyelim. Mecazlar malûm, bir şeyin üzerine düşünmeye, şu veya bu yanını anlamaya yardımcı olur, bir idrak ışıması sağlayabilir. Ama mecaz tanımın veya kavramın yerini tutmaz. “Tanım” demeyelim, o kadar köşeli, kesinlikli bir şeyden söz etmiyoruz. Mecazımızı bir hikâyeye oturtmaya çalışırsak, ergenin durumunu nasıl tanımlayacağımızı tartışabiliriz ama en azından büyümeye izin vermeyen bir “baba”nın varlığından söz edebiliriz, o kesin! Karşısında ergenler gören bir siyasi zihniyetten. Toplumu ebedî ergenler gibi gören bir zihniyet; adeta kendi kudretini, o ergenliğin süreğenliğine bağlı görüyor.
“Alttan alta kendi aczinin farkında iken, büyük fantezilerle kabarmak…”
Büyümesine izin verilmeyen ergen bir toplum kendi suçlarıyla nasıl yüzleşebilir, yaptıklarının sorumluluğunu nasıl alabilir?
Yine mecazı fazla zorlamamak gerektiğini bıkmadan tekrarlayacağım, izninizle! Ama yine de o yönde düşünmeye gayret edeyim. Türkiye toplumu mu demeli, ahalisi mi, nüfusu mu, milleti mi… hakkında “ergen” mecazını kullanacaksak, bu sadece büyümesine izin verilmemesiyle ilgili olmayabilir. Ergenlik, sınırsız arzu ve güç fantezileri ile yapabilirliklerinin sınırlılığı ve kolunun kanadının kırıklığı arasındaki çelişkiye ilişkin bir durum aslında. “Ergenlik,” bu bakımdan da, hatta belki en çok bu bakımdan geçerli bir mecaz. Bilhassa nüfusun erkek yarısı için. Geçmişin suçları ya da travmalarıyla yüzleşmenin önünde, ergenliğin bu cephesi dikiliyor olabilir: alttan alta kendi aczinin farkında iken, büyüklük fantezileriyle kabarma hali. Ergenlik mecazından bağımsız olarak, burada ihtiyacımız olan şey, kendine, “kendi” olarak düşündüğün “şeye” aynada bakabilmek.
Aradan geçen yıllar içinde bir olgunlaşma yaşanmadı mı? Mesela 80’li yıllarla birlikte Kürt hareketi, feminist hareket, ekoloji hareketi, İslami hareket vs. siyasete kendi adlarıyla ve eşitlik talebiyle girdiler. Bu, toplumun kendini tanıma ve büyüme arayışının dizginlenemediğini de göstermez mi?
Şükür ki öyledir. Zaten umudu gömen bozguncu hükümlerden her zaman geri durmak gerekir bence. 12 Eylül’e ve devamıyla ilgili üzerine konuştuğumuz bütün dertler geçerlidir, bakidir. Ama şükür ki “her şeye rağmen” soluğu hiçbir zaman kesilmez. Bu zikrettikleriniz bunun tezahürleri. Bunca siyasi emeğin, tecrübenin, bunca fedakârlığın, hak ettikleri neticeyi hâsıl edememesi, derdimiz. Ve sanırım önemli bir problem de birikememeleri. Bazen, elekle su taşır gibi oluyor. Çok şey heba oluyor. Bunda yenen darbelerin etkisi var kuşkusuz, fakat deneyimin üzerine düşünüp güzelce süzememenin de payı var. Alışverişsizliğin, sadece kendi tecrübesine kapanmanın payı var.
Günümüzde darbe karşıtlığının toplumun tüm kesimleri tarafından sahiplenilmesinde 12 Eylül’ün payı ne sizce?
Toplumun tüm kesimleri tarafından ne derece sahiplenildiğine daha ihtiyatlı yaklaşmak lazım. Bu ihtiyat payıyla, evet, belirli bir katkısı olduğunu sanıyorum. Yani en azından 80’lerin ikinci yarısında, 90’larda ve 2000’lerde 12 Eylül’le hesaplaşmaya dönük gösterilen çabanın bir katkısı oldu. Bunda insan hakları hareketinin, insan hakları savunucularının emeğinin özellikle önemli olduğunu düşünüyorum. Türkiye insan hakları hareketi, 12 Eylül’ün -gerek dar anlamda 12 Eylül rejimi döneminin, gerekse geniş anlamda, kırk yılın- travmalarıyla sadece teorik-düşünsel değil pratik olarak, tıbbi-psişik olarak da meşgul oldu. Bu son dediğimde özellikle Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın faaliyetini kastediyorum.
Zaten “farklı kesimler” arasında, somut konuşursak mesela İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der (eski Mazlum-Der!), Af Örgütü ve Helsinki Yurttaşlar Derneği arasında riyasız, hesapsız, birbirini dinleyen bir ortak zeminin kurulması da bence en fazla insan hakları alanında mümkün oldu Türkiye’de. Türkiye’de insan hakları ortamının oluşumu da 12 Eylül’ün, 12 Eylül’le mücadelenin ürünüdür. Buradaki tecrübe, keşke daha geniş sahalara aktarılabilseydi, aktarılabilse…
“Başarısız bir darbe girişimi de darbevari sonuçlar doğurdu”
Sunuşunuzda, “En kötüsü 12 Eylül müydü, 90’lar mıydı, yoksa bugün mü?” tartışmasına da yer veriyorsunuz. Aslında sizin de yakındığınız gibi biz gençlerin çoğu 12 Eylül’ü şöyle bir duyduk, çoğumuz kulaktan dolma bile bilmiyoruz. Ancak aklımız baliğ olduğunda 15 Temmuz darbe girişimini yaşadık. Bu kıyaslamalar yapılıyorsa, bir darbenin yıkıcı sonuçlara yol açması için başarılı olmasının şart olmadığını mı anlamalıyız?
15 Temmuz sonrası OHAL rejimi, sonra bunun olağan-rutin hale getirilmesi, seçilmiş belediyelere kayyım atanması, bütün bunlar da haklı olarak darbe niteliğinde müdahaleler olarak yorumlandı biliyorsunuz. Müesses hak-hukuku askıya alan, siyasi meşruiyet teamüllerini çiğneyen işler, anlamında. O bakımdan, başarısız bir darbe girişiminin de darbevari sonuçlar doğurduğu ortada.
“Devrimci sosyalistler, ülkücülerden daha fazla hesaplaştı ama çoğu taktik”
12 Eylül’le hesaplaşma bahsi birkaç pencereyi birden açıyor. Mesela topyekûn hesaplaşarak bu kötülüğün hakikatini açığa çıkarma ihtiyacı var. Devrimci hareketin kendi şiddet kullanan geçmişiyle hesaplaşma ihtiyacı var. Ülkücü hareketin kendi devletçiliğiyle hesaplaşma ihtiyacı var. Bunlara dair birtakım çabalar oldu kuşkusuz ve siz hepsini yakından takip ettiniz. Siz bu bahiste birinciliği hangisine verirsiniz?
Yarışmacılar bu ikisiyse, devrimci sosyalist cenah birinci gelir! Zira ülkücü hareketin kendini sorgulama arayışı 80’lerin gerisine gitti, son beş on yılda çıkan anılarda hamaset çok daha baskın. Bir iki istisna dışında. Devrimci sosyalist hareket kendini nispeten daha fazla deşiyor. Ama bu zayıf bir rakibe karşı fazla kolay bir birincilik olur, zira sosyalist çevrelerde de hesaplaşma çoğun “teknik-taktik” mahiyette kalıyor. Şunu da eklemem gerekir; sosyalist hareketin tarihinde sorgulama konusu sadece veya özellikle “şiddet” değildir bence. Mesela toplumsal cinsiyet bilinci, -onun yokluğu-, ciddi bir sorgulama konusu. Bu misalden gidersek, “bahaneci, mazeretçi” değerlendirmeler yine hayli fazla ama kesinlikle küçümsenmeyecek bir sorgulama niyeti, çabası var. Keza, siyasi meşruiyet ve popüler hegemonya, ciddi bir sorgulama konusu olmalı. Yani 70’lerin sosyalist hareketi ne zaman, nasıl toplumsal ve siyasi meşruiyeti kazanabilmiş, popülerleşebilmişti, bunu ne zaman, nasıl kaybetti? Zımni bazı değerlendirmelere rastlayabilirsiniz ama bu da esaslı bir hesaplaşma konusu. Şiddet meselesi de bunun bir faslıdır bence.
12 Eylül 1980’den 12 Eylül 2010’a gelmek istiyorum. Beklentiniz neydi, ne derece karşılandı?
Kenan Evren ve ortaklarının mahkeme önüne çıkması, sembolik olarak önemli görünmüştü o zaman bana. Fakat bunun gerçekten “sadece sembolik” kalacağına dair güçlü emareler de ilk andan itibaren mevcuttu. Hatta “semboliğin” haysiyetinin bile kırılacağını düşündüren bir hava… Nitekim öyle oldu. Çünkü o dönemdeki “darbe” ve onun arka planındaki “siyasi vesayet” tartışması, çok yüzeyde ve çok araçsallaştırılmış bir tartışmaydı. “Seçilmiş iktidar her şeye muktedir olmalıdır ve ona kimse laf edemez” diye özetleyebileceğimiz bir anlayışa dayanıyordu.
O dönemin şöyle de bir olumsuz etkisi oldu… 12 Eylül, bir insani fenalıklar, mağduriyetler, zulümler geçidi olarak malzeme edildi, bir “vah neler olmuş” havası esti… Bu vesileyle bilmezken öğrenenler de muhakkak olmuştur, kimilerini 12 Eylül’e duyarlı hale getiren girdileri de olmuştur, amenna, tamamen de harcayamayız o “hava”nın etkisini.
Ama, 12 Eylül’de tam olarak ne olmuştu, 12 Eylül kendisini nasıl meşrulaştırabilmişti? 12 Eylül’ün sürekliliğini nerelerde görüyoruz – bunun farkında mıyız? Bence en önemlisi: “Bir daha asla!” bilincini nasıl kurabiliriz? Bu sorular çerçevesinde kamusal bir tartışma olmadı, oldurulamadı. Öyle olunca, 12 Eylül’le ilgili o “duygusal” hava da geçti gitti. Ki konunun duygusal yanı elbette önemli, vicdanlara hitap etmek önemli, ama öyle araçsallaştırıcı bir şekilde değil. Kısacası, 2010 referandumu etrafındaki 12 Eylül tartışmasını, 12 Eylül gündemini eskiten, heder eden, harcayan bir etkisi oldu.
“Hakikate saygı duydukları için huzuru kaçmış insanlar, hatalarıyla yüzleşmeye, gururlarını taşımaktan daha çok önem verirler”
Son olarak, sizin gibi deneyimli bir yayıncıya sormasam olmaz. Son yıllarda 12 Eylül’e ilişkin yazılan anı kitaplarının sayısı arttı. Birinci tekil şahısların konuştuğu bu tür kitapların 12 Eylül’le hesaplaşmaya katkı sağladığını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle inanıyorum. 12 Eylül’le hesaplaşmaya ve onun kopmaz bir parçası olarak asıl 12 Eylül öncesiyle yüzleşmeye çok önemli, özgün katkıları var. Bu metinlerin bazıları 12 Eylül öncesi hakkında tartışmaya değer yorumlar yapıyorlar – kimisi yine mazeretçi, kimisi daha özeleştirel. Birçokları ise, böylesi yorumların ötesinde, didaktik bir şekilde değil de deneyimlerini anlatırken, deyim yerindeyse “hal diliyle”, zınk diye durup düşünmeyi gerektiren dikkatler gösteriyorlar.
Şu ara okumakta olduğum bir kitaptan, İbrahim Ünal’ın Ayrıntı’dan çıkan Tarihe Not kitabına İbrahim Ekinci’nin yazdığı sunuştan bir cümle aktarayım. Diyor ki: “Hakikate saygı duydukları için huzuru kaçmış insanlar, hatalarıyla yüzleşmeye, gururlarını taşımaktan daha çok önem verirler.” Bu cümlenin karşısında kalakaldım ve önünde hürmetle eğildim. Kim bunu ne kadar başarıyor, kim yine de aslında “gururunu taşımakla” meşgul, ayrı mesele… ama böyle bakmak, bunu dert etmek, büyük bir başlangıçtır.
“40 yıl 12 Eylül”, (der. Tanıl Bora), İletişim Yayınları, İstanbul: Eylül, 2020