Dino Buzzati’nin, anlaşılması çok kolay olmadığı için bambaşka yorumlamalara açık bir yan barındıran ve tam da bu nedenle okundukça klasikleşen, zaman geçtikçe kendini yenileyen eseri Tatar Çölü, pek çok şeyin yanı sıra, gerçekte olmayan düşmanlarımızın bizde yarattığı o coşkulu kahramanlık hislerinin içinin ne denli boş olduğunu anlatır.
Savaş, insan hayatının anlamını bütünüyle yitirdiği, kişinin kendisini en çok kendisine kanıtlama ihtiyacı duyduğu zamanlarda ortaya çıkar. Kahraman olmak için düşmanla çarpışmak gerekir çünkü düşman, kendimize kanıtlayamadığımız bütün güçsüzlüklerimizin sembolik ifadesidir.
Kimsenin bilmediği ve en ufak bir önem vermediği Bastiani kalesine tayin olan yeni mezun Teğmen Drogo, kasvetli bir gece vakti zar zor, sora sora bu ilk görev yerine gelir. Askeri biçimciliğin, her şeyin uzun yıllar sorgulanmaksızın aynı değişmezlikle tekrarlanmasından gelen o ezici alışkanlığın şaheseridir bu kale.
İnsanlar, kendi dışından gelen kurallara uymaktan dolayı kendi olma bilincini yitirmiş, tabi olmanın verdiği tuhaf bir “kendinden geçişle” hep hayal edip ulaşamadıkları rollere bürünmüşlerdir. Askerlerin gerçekte yaşayamadığı hayatlarının simgesi bir kahramanı vardır kafalarında. Rolleri vardır. Kostümleri vardır. Dekor ayarlanmıştır. Sadece seyirci yoktur bu sahnede çünkü bu kişilik yapısı aslında sürekli olarak geniş kalabalıklar tarafından seyredildiğini düşünmektedir. Burada seyirciye hiç ama hiç ihtiyaç yoktur tıpkı savaşın seyircisiz oynanan bir oyun oluşunda olduğu gibi.
Uçsuz bucaksız bir boşluk olan Tatar Çölü, kendi boşluğunu izleyen insanların kalesidir biraz da. Bir gün her şeyin bilinmeyen bir güç tarafından değiştirileceği hayaliyle bekleşen o bildiğimiz, sayısız insanın varoluşsal eylemsizliğinin -ya da çaresizliğinin!- eşsiz bir sembolüdür. Her gün kendinden yer burada. Her doğan güneş, batmakta olan bir hayatın habercisidir. Korunması gereken şey, ülke midir yoksa askerlerin kendilerine bile itiraf edemedikleri değersizliğin dayanılmaz baskısından kurtulma çabası mı, belli değildir.
Drogo, Bastiani kalesine gelmeyi gerçekte istememektedir. Kahraman olmak gibi bir arzu duyduğu da hiç hissedilmemektedir. Ama yıllarca askeri okulda okumuş, sorgulamaksızın yaptığı binlerce işe öylesine uyumlu davranmıştır ki aksine bir eylemde bulunmak bitmiş bir filmin senaryosunda değişiklik yapmaya çalışmak gibidir.
Böylece gelir Bastiani kalesine. Aklında, geride bıraktığı annesi, şehir hayatının olanca aydınlığını içinde barındıran baba evi ve genç bir insan için her yanından zevkler fışkıran sivil dünyanın pırıltılı cazibesi vardır.
Bu tuhaf yere gelir gelmez bir an önce dönmeyi, başka bir yere tayin istemeyi ve “gerçek” bir hayat yaşamayı düşünmüştür Drogo; “‘Gitmeli, bir an önce gitmeli’ diye düşünüyordu Giovanni [Drogo], bu havadan, bu puslu gizemden uzaklaşmalı. Ah, kendi güzel evi !..” (s.36).
Kaledeki insanların ne yaptıklarını sorgular sonra. Bu insanların kim için, ne için burayı beklediklerini anlayamaz. Ne yapıp yapıp kurtulmalıdır buradan ama kiminle karşılaşsa umarsız bir tavır, hayatla bağını koparmış insanlardaki o kaygısız neşeyi görür. Bu insanların hayatının nasıl olduğunun net bir cevabı yoktur. Yokluktan gelen bir keyif halidir yaşanan. Bir tür kendini bırakmışlıktır. Böyle gelmiş böyle gider bir hayatın asıl belirleyicisi olan büyük bir gücün gizemli çağrısını duymanın pür dikkat bekleyişidir. Sıradan olamamışlıktan, herkes gibi yaşamamışlıktandır bu amansız bekleyiş. “Onlar, herkesin ortak yaşamına, sıradan insanların mutluluğuna, vasat bir yazgıya alışmamışlardı; birbirleriyle yan yana ya gerçekte bilincine varmadıklarından ya da sadece ruhlarının kıskanç çekingenliğiyle birer asker olduklarından, hiç sözünü etmeksizin aynı umutla yaşıyorlardı.” (s.57) Bir gün gelecek ve bütün sıradanlıkları alıp götürecek umududur bu.
Burada, bu ıssız ve garip kale duvarları arasında, boş vermenin kahraman olma arzusuyla birleşerek yarattığı o zayıf karakterin güce duyduğu içsel yakıcı arzudur gündelik hayatı belirleyici olan. Herkes üretilen bu gerçek dışı gerçekliğin içinde varoluşunu yitirmiştir ve Drogo, 30 yıl kaldığı bu yerde bu gerçek-dışı gerçekliğin içine asla girememiştir. Bunun nedeninin ne olduğu son derece önemlidir. Kahramanlık paylaşılabilir bir rütbe değildir çünkü ve bencilliğin en yüksek olduğu zamanlar kişilerin düşmanlarından çok dostlarına -ve de kendine- karşı çıkar mücadelesi verdiği zamanlardır. Savaş, toplumların kendilerine doğru yol alamadıkları zamanlarda dayanılmaz bir çekiciliğe bürünür. Olgunlaşamayan bir insanın halindeki gibi olmadık işleri normalleştirir.
Hemen dönecekken birden bire döneceği hayatın dışarıdan görünen cazibesi anlamlı gelmez. Çölün boşluğu, hayatın canlılığını siler geçer. Ne yapacağını bilemeden 4 aylığına kalede kalmayı ve sonrasında tayin istemeyi kabul eder. Yeni asker yüzlerinin arasındadır. Yazılı yönetmeliklerden ibaret bir karakterle karşılaşır. “Genç kızların seslerindeki tatlı tınıyı, bahçelerin, ırmakların ve kale çevresindeki sıska ve seyrek çalılıklar dışındaki ağaçların neye benzediğini unutmuştu” dediği Tronk’tur bu kişi. Onun için şöyle ifade eder: “Tronk’un diğer insanlara ilişkin hiçbir şey anımsamadığını ve onun için kale ve iğrenç yönetmelikleri dışında hiçbir şeyin mevcut olmadığını anlamak için yüzüne bakmak yeterliydi.” (s.44).
Tronk, “tam” bir askerdir. Bu tür “total” kurumlarda bütün hayatı başkalarınca ve yönetmeliklerin söz anlamaz kurallarınca belirlenen insanların kendi başınalıklarını kaybedip, tek boyutlu bir insana dönüştükten sonra her sorunun tek bir nedeni ve tek bir çözümü olduğuna bütün benliğiyle inanan o çok iyi bildiğimiz karakterdir.
Bu karakter için, her zaman savaşılacak bir düşman yoksa bile yönetmeliklere göre varmış gibi yaşamalıdır. Bütün bir hayat düşmanla savaşıyormuş gibi habire kılıcını çekip yel değirmenlerine saldıran bu insanların dramı, hayatlarını ancak onu feda ettiklerinde anlamlandırabiliyor olmalarındandır. Tronk, duygularını ve hayatın bütün renkli ayrıntılarını bu uğurda daha savaş olmadan feda etmiş, elde kalan son varlığını da feda etmek için “sabit gözlerle” Tatar Çölü’ne gözlerini dikmiştir.
Başka bir gün Drogo, askeri elbisesini üzerine uydurmaya çalışırken yakasını olması gerekenden daha açık bırakınca terzi ona, “Yakanın bu kadar açık olması, bir askere pek uygun değil” dediğinde Drogo gayet rahat, “Şimdi böylesi moda” diye yanıt verir. Terzi buna karşılık şöyle der: “Açık yakalar moda olabilir ama biz askerler modayla ilgilenmek durumunda değiliz. Bizim için moda, yönetmeliktir.” (s.53) Gerçekten de askeri dünyada moda ve değişim ancak yönetmelikle mümkün olabilir! İnsan, kurallardan ibarettir.
Drogo hem hayatın hem de Bastiani’nin o kendinden geçirici boşluğunun dışındadır. Aslında hep de öyle kalacaktır; “Drogo, onların basit sırlarını anlamıştı ve gönül rahatlığıyla kendisinin bunun dışında olduğunu, hastalığın bulaşmadığı bir seyirci olduğunu düşünüyordu.” (s.57). Ama tam olarak öyle olmamış, Drogo dışarda kalsa da hastalıktan kurtulamamıştır. Savaş, bu hastalıkta gerçeği temsil etmektedir. Hasta sayıklamalarından uyanmayı sağlayan o büyük güçtür. Tatar Çölü, sebepsiz bir hastalık gibi bir içsel boşluktur. İnsansızdır. Savaş, insansız bir boşluktur gerçekte ve Drogo hiç de farkında olmadan bununla savaşmaktadır belki de.
Zamanla alışır Drogo Bastiani’ye. O kadar alışır ki “Arkadaşları da bir alışkanlık haline gelir…Artık, sabahleyin tıraş olmak için, ışığın yüzünü iyi bir şekilde aydınlatabilmesi için aynanın önünde nasıl durması gerektiğini…biliyordu.” (s.73)
Drogo’nun yaşamı durmuş gibidir. Gün içinde yaşadıkları ve başına gelenler her sabah güneşin doğuşu kadar aynıdır. Basit de olsa bir muharebedir tek arzusu artık. Bu aynılığın, tekdüzeliğin ve felç edici alışkanlıkların tek çaresi sert bir darbedir. Tatarlar hiçbir zaman gelip saldırmayacak olsa da bir eşkıya çetesi de bunun için yetebilir; “Sonuçta basit bir muharebe onun için yeterliydi, bir tek ama önemli bir muharebe, güzel üniformalarıyla saldırıya geçmek ve ilerleyerek düşmanların ifadesiz suratlarına gülebilmek…Tek bir muharebe, sonra ömür boyu mutlu olması için yeterliydi.” (s.87)
Sonrası, hayal görmeler, başıboş bir atı gecenin karanlığında düşman sanıp muharebe düzeni almalar, panikle birbirini yaralamalar, en ufak hareket eden cisimden ya da ışıktan düşman askeri gördüren halüsinasyonlar ve Tatar Çölü’nün boşluğuna bakıp içten içe duyulan boşa giden bir hayata kendi dışından hüzünlü bakışlar… Kim için ve ne içindir, bütün bunlar? Bunca kalabalık insan arasında, böylesine bir kader birliği içerisinde duyduğu bu yalnızlık da nedir?
İnsanlara güvenini giderek yitirir Drogo. Acı duymakta ve kendisini fazlasıyla yalnız hissetmektedir. Bir savaş olacağına da inancını yitirmiştir. Kahramanlık çağı gençliğiyle birlikte bu kasvetli kalenin karanlık aralarında yok olup gitmiştir. Kahramanlık gibi acı da gerçekte paylaşılamazdır ve Drogo bunca yılın ardından bunu çok iyi anlamıştır. “İnsanın, tek başına olduğu ve hiç kimseyle konuşamadığı zaman bir şeye inanması çok zordur. İşte tam o dönemde, Drogo, insanların her zaman birbirlerinden uzakta olduklarını fark etti, birisi acı çektiğinde, acısı sadece kendisine ait oluyor, hiç kimse o acıyı birazcık olsun dindiremiyordu; bir insan acı çektiğinde, duydukları sevgi ne denli büyük olursa olsun, diğerlerinin bu yüzden acı çekmediklerini ve yaşamdaki yalnızlığı işte bu durumun oluşturduğunu fark etti.” (s.193)
30 yılın sonunda Drogo’nun ağır şekilde hasta olduğu bir dönemde yeniden düşmanın geldiği haberleri yayılır. Bu kez her zamankinden daha da gerçek gibidir söylenenler. Drogo hasta yatağında duramaz. Heyecanını içinde saklayamaz. Bütün tükenmişliğine ve bir deri bir kemik kalmışlığına rağmen üniformasını giyip kılıcını kuşanmak, düşmanın üzerine herkesten önce atılmak ister. Fakat, heyhat! Drogo hasta olduğu için komutan onun evine gitmesi emrini verir. Bir anlamda Bastiani’den kovulur.
Şimdi, hazin bir dönüş yolculuğunda bir handadır Drogo. Arkadaşlarının o beklenen büyük muharebede olduklarını zanneder. “Tüm yaşamı, dünyadan tamamen tecrit edilmiş bir şekilde orada geçmişti; otuz yılı aşkın bir süre düşmanı beklemek için kendini her türlü zevkten mahrum kılmış, şimdiyse düşman gelirken kovulmuştu.” (s.225) Kimsenin bilmediği bir han odasında, bütün yapayalnızlığıyla, arkada hiç kimseyi bırakmadan, kendisi için kimsenin ağlayıp yas tutmayacağını bilerek ölmek ömrünü bu uğurda harcamış bir asker için belki de en zor şeydir.
Tam bu esnada, ölüm gelip kapıyı çaldığında bunca yılın boşa geçmediğini anlar Drogo. Ya da buna inanmak ister. Hayat, nerede ve nasıl yaşanırsa yaşansın boşa geçen bir zamandan ibaret değildir belki de. Belki de boşa geçen süre dediğimiz şey, içimizdeki boşluktan kurtulmanın yegâne yoludur.
Kahramanlığın cennetinden kovulan Drogo, kendi içindeki vicdanın çağrısını hisseder, bunca zamanın boşa gitmediğini gösteren bir büyük sırrı keşfeder gibidir. Şöyle der: “Haydi biraz cesaret Drogo, bu senin son kağıdın, ölümün karşısına bir asker gibi çık ki, hiç olmazsa kandırılmış yaşamın güzel bitsin. Yazgıdan intikamını al, kimse sana kahraman ya da buna benzer bir şey demeyecek ama işte tam da bunun için böyle yapmaya değer. Gölgenin sınırını, resmi geçitteymiş gibi dimdik, kararlı bir adımla aş, hatta becerebilirsen gülümse. Sonuçta vicdanın çok rahatsız değil ve Tanrı seni affedecektir.” (s.231)
Sonra karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen gülümser.