Devlet Gibi Görmek yazarı James C. Scott’ı pek çok insan aykırı fikirleriyle bilse de esasında hiç de öyle biri değildir. Şimdilerde okuduğum, söyleşilerden ve üniversitelerdeki konuşmalarından oluşan Toplum Gibi Görmek (Zoomkitap) kitabı onu gerçek anlamda tanımak için iyi bir kaynak. Bu aynı zamanda hem devleti hem de toplumu Scott gibi görmek için de iyi bir fırsat. Buradan bakınca görünen o ki James C. Scott, sanılanın aksine, sessizce kendi köşesinde yaşamayı seven ve her insanın kendi başınalığını savunan mütevazi biridir. Varsa bir aykırılığı, her büyük düşünce ya da bilim insanında olduğu gibi, doğru, güçlü ve cesur sorular sormasından kaynaklanır. Buna bağlı olarak, hem siyaset bilimine hem de antropolojiye son derece önemli katkıları olmuştur. Siyaset bilimi okumuş ama antropolog çıkmıştır. Üniversite hocasıyken koyun yetiştirmiş, önemsiz addedilen konulardan pek çok disiplini temelden sarsan sonuçlar üretebilmiş, bana hayli ilginç gelen bir biçimde kitaplarından birini insanlara değil okuduğu lisesine ithaf etmiştir.
Varsa biraz, aykırılığının kökeni, tuhaflıklarından ya da uzlaşmaz bir yıkıcı oluşundan değil, basitçe, bakış ve yaklaşım farkından kaynaklanır. Biraz da bu nedenle işte, antropoloji okumadan “zorunlu” bir doğallıkla antropolog olmuştur. Bir ayağı hep toprakta olmuş, ayak bastığı yeri bilmek gibi bir ihtiyaç duymuştur. Onun için bir araştırmanın en önemli kısmı, doğru ve başarılı bir sorunun sorulmasıdır: “Kendinize bir kez başarılı bir soru sorduğunuzda -ki araştırmanın üçte ikisi budur- araçlar bu soruyu takip edecektir; araçlar soruyu öncelemez. Elinize bir kavramsal alet çantası tutuşturup sizi gönderen, böylece elinizdeki çantadaki araçları herhangi bir topluma uygulayabildiğiniz bir takım sosyal bilim alanları mevcut. Ben ise bunun tam tersini öneriyorum: İşe elinizdeki aletlerle başlamak yerine, önce önemli bir soru sorun ve ardından, ‘bu meseleyi anlamam için bana hangi araçlar yardımcı olabilir?’ diye düşünün” (s.113). Böyle yaklaşınca, elbette ki ortaya koyduğu görüşler de cevaplardan çok sayısız yeni soru açığa çıkarır türdendir.
Bu sarsıcı görüşlerinden biri, uzak, kuş uçmaz kervan geçmez coğrafyalarda büsbütün yalıtılmış halde yaşayan küçük toplulukların zannedildiği gibi “ilkel” bir dönemin kalıntısı ya da bu çağdaki devamı insanlar değil, her türlü iktidar baskısından ve zorlamalardan kurtulmak için ait oldukları toplumlardan buralara kaçan bir tür “ilk mülteciler” olduklarıdır. Bu “yaban” insanları, esasında kendi hayatlarının efendisi olabilmek için tahakkümden ve kontrolden kaçmış, özgürlükleri ve özgünlükleri uğruna binlerce yıldır büyük bir cefaya katlanmışlardır; aç kalabilmekte ama boyun eğme konusunda taviz vermemektedirler. Bu toplumlar bir tür “alternatif” toplumlardır. Oysa devlet, kendini alternatifsiz gördüğü için alternatif hayatlar karşısında genellikle çaresizdir: “Devletler, alternatif hayatları tercih etmiş insanlarla baş edebilecekleri donanımdan tamamen yoksunmuş gibi görünüyor. Bahsi geçen insanlar ister Berberiler, ister Bedeviler, ister Çingeneler, isterse evsizler olsun…” (s.49)
Devlet Gibi Görmek’te uzun uzun anlattığı gibi, devlet için bütün amaç kayıt altına almak ve kontrol etmektir. Bunu yapabilmek, insanların farklılıklarına değil aynılıklarına ya da ortaklaştıkları niteliklerin olabildiğince çok oluşuna bağlıdır. Devlet düşüncesini ayakta tutan paradigma, insanların “anlaşılır” (okunaklı) olmaları ve standart davranışlar göstermeleri üzerine kuruludur. Anlaşılmazlık, tuhaflık ve standart dışı olan, devlet alanının dışında kalmak zorundadır. Devlet, her insanı aynı görür ve planlamalarını gerçekte var olmayan bu soyut karakteri temel alarak yapar. Vatandaş, soyut bir insandır. Belirli bir standardın adıdır. Devletin olduğu yerde çatışma kaçınılmazdır ama bu çatışma, eşit iki güç arasında açıktan gerçekleşen bir çarpışma şeklinde değil, asimetrik iki taraf arasında olduğu için çoğunlukla örtük ve alttan alta gündelik hayatın içine yedirilmiş halde süren biteviye bir mücadele halinde varlığını sürdürür. Ve tarih, sınıf mücadelesinden çok devletle olan mücadelenin belirleyiciliğinde şekillenir.
Weapons of the Weak’de, tepkisizlikle ve vurdumduymazlıkla suçlanan geniş kesimlerin hiç de zannedildiği gibi apolitik ve aldırışsız olmadıklarını, son derece hassas bir hissedişle, olan biten her şeyi belirli bir mesafeden dikkatle gözleyerek iktidarın işlemez hale gelme yolları oluşturduklarını anlatır; “Weapons of the Weak gibi kitaplarımda yaptığım tek şey, genelde ‘apolitik’ ya da ‘irrasyonel’ olarak yaftaladığımız davranışların, aslında, önceden bilinçli bir siyasallık itibarından yoksun bırakılmış siyaset biçimleri olarak görülmesini sağlamaktı.” (s.63) Diğer bir ifadeyle, tepkisiz gözüken sessiz çoğunluk aslında, gözden kaybolan küçük topluluklardakinin tersine, bir biçimde gözden uzaklaştırılmış ve ana iktidar alanının dışına atılmış kesimdir. O nedenledir ki yapılacak en büyük hata, bu insanların “siyaset-dışı” olduklarını düşünmek olacaktır çünkü tam aksine, incelikle örülmüş bir “karşı-siyaset” burada her türlü irrasyonelliği ve dışarıdan görülen “anlamsızlığı” rasyonel bir dirence dönüştürür; “20.yüzyılın önemli değişimlerinin, yapısal değişimlerinin neredeyse tamamı, normal siyasetin ve seçim siyasetinin dışında, kargaşa, kural ve yasaların ihlaliyle mümkün olmuştur.” (s.123)
Bu nedenle, Scott’a göre bir şeyin siyasi hareket olarak görülmesi için kamusal toplanmalar, örgütlenmeler, gösteriler ve anladığımız manada açık demokratik süreçler, zorunlu gereklilikler değildir. Çünkü bütün bunlar esasında formel ve standartlaştırılmış (evcilleştirilmiş!) siyaset tanımının içindeki şeylerdir. Oysa formel ve standart olanın dışında daha sert (vahşi) ve dönüşüm için daha güçlü bir siyasal alan bulunmaktadır, ama onu görüp ortaya çıkarmak için açıkta olana değil gizli ve gizlenmiş olana bakmak gereklidir. Gerçek siyaset, kitaplardaki tanımlara uyan hareket ve eylemlerde değil, uyumsuzluğun olduğu her yerdedir. Bunun tam adı “alt-siyaset”tir; ikincil konumda ve tabi olanların, altta kalanların siyaseti: “’Alt-siyaset’, insanların açıkça örgütlenmekte özgür olmadığı sistemlerde nelerin olup bittiğini kavramaya çalışmaktır. Alt-siyaset, başka hiçbir alternatifi olmayanların siyasetidir…siyasetin formel örgütler ve bildiriler aleminden çıktığımız anda bitmediğinin farkına varmak bize çok şey öğretir.” (s.77)
Scott için sosyal bilim hiçbir zaman bilindik yolardan gitmek ya da ana akımlaşmış otoritelerin görüşleri altında “ezilip büzülmek” anlamına gelmediği için, belli ölçüde aykırılıklar taşır. Clifford Geertz’in bir zamanlar antropoloji için kullandığı ”disiplinsiz disiplin” nitelemesi Scott’a harfiyen uyar. O, sosyal bilimlerde disipline fazlaca bağlı kalmanın disiplinleri öldürdüğü söyler; “Bugünlerde öğrencilere sıklıkla anlattığım şey, eğer zamanınızın yüzde 90’ını ana akım siyaset bilimi, sosyoloji ve antropoloji okuyarak geçirirseniz ve eğer zamanınızın büyük kısmı yine bu kaynakları okuyan kişilerle konuşarak geçiyorsa, o zaman, ana akım siyaset bilimini, sosyolojiyi ve antropolojiyi yeniden üretirsiniz. Benim düşüncem, en ilginç itkilerin bir disiplinin sınırlarından ve hattâ dışarıdan geliyor olması nedeniyle, okumanız gereken şeylerin en az yarısının kendi disiplininiz dışından olması gerektiğidir.” (s.57) kendisi de tam olarak bunu yapar ve köylüler üzerine siyaset bilimcilerin bütün yazdıklarından çok daha ilginç bilgiler edinebilmesi için bizzat köylülerin arasına karışıp onlarla konuşması, Balzac ve Zola gibi “disiplin dışı şeyler” okuması gerekmiştir.
Scott’un alâmet-i farikalarından biri de toplumların kalkınması, verimliliğin ve refahın artması için yüksek modernist planlamalar yapma hakkını kendinde gören devletlerin rasyonel-ütopyacı şablon bakış açılarına sert şekilde karşı çıkmasıdır. Toplum söz konusu olduğunda bu tür tepeden inme kalkınmacı projelerin, gerçek hayatın içinde, başlarda öyle gözükmese bile çok kısa bir süre sonra nasıl bir batağa saplandığını ve ölümcül etkiler yaratabildiğini anlatmaya çalışır Scott. Bunun için harika bir örneği vardır.
Almanya’da keresteden elde edilen geliri azamileştirmek için bilim insanları ve uzmanlar toplanır ve doğal bir ormanda yüzlerce yılda yetişen ağaçları keserek yerine toprağın cinsine göre çok kısa sürelerde göklere yükselen İskoç Çamı ya da Norveç Ladini dikilmesi kararlaştırılır. Ağaçlar, tek tip ve düzenli sıralar halinde açılan alanlara dikilir. Böylece farklı ağaç türleri ortadan kalkar ve hepsi aynı anda büyüyüp ürün verecek olan aynı yaştaki ağaçlardan oluşan bir orman elde edilir. Orman adeta bir makine gibi düşünülmüş, azami sayıda kereste ve yakacak odun üretimi için en verimli biçim en verimli türler kullanılarak hayata geçirilmiştir. Sonuç ise, tam bir hüsrandır. Ormandaki böcek, kuş ve hayvan türleri barınamaz olmuş, bir ağaç hastalandığında bütün orman çok hızlı bir şekilde bundan etkilenmiş, flora ve fauna yok olmuş ve ortaya onun tabiriyle “yeşil bir çöl” çıkmıştır.
Scott’un bütün çabası, insanlar ve insan toplulukları söz konusu olduğunda yaşamın kendi gerçekliğine ve özgünlüğüne olabilecek en yüksek saygının duyulmasıdır. Bilim de siyaset de özünde bu zenginliği anlayabilmek ve bu dünyanın kendi varlığını sürdürmesi için yeni yollar bulabilmek için vardır. Değiştirmek ve dönüştürmek, hangi amaçla olursa olsun, içinde yukarıdan bir üstüncülük taşır ve toplum gibi görmek, devlet gibi görmenin tam tersi bir biçimde, her insanın kendi hayatının efendisi olduğu fikrine dayanır. Böyle bakınca da Scott elbette ki aykırı bir adamdır!
Güzel bir yıl temennisiyle.