Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITrump, neden Güney Afrika’daki G-20’yi protesto edip gitmedi? Sebep; 400 yıldır bozulmamış...

Trump, neden Güney Afrika’daki G-20’yi protesto edip gitmedi? Sebep; 400 yıldır bozulmamış beyaz insan kaynağı rezervi keşfetmesi mi­?

Trump Güney Afrika’daki G-20 Zirvesi’ne protesto ederek gitmedi. Sebep; Güney Afrika’yı beyaz çifçilere yönelik soykırımla suçlaması. İlk başlarda bu Güney Afrika doğumlu Musk’ın bir ergenlik travması zannedildi. ABD’nin İsrail’in intikamını alıp Güney Afrika’ya “asıl sensin soykırımcı” dediği düşünüldü. Asıl olan Trump’ın adeta bir buzulda hem genetik hem de düşünsel olarak bozulmadan korunmuş; katıksız Avrupalı insan kaynağı keşfetmiş olması. Afrika güneşi altında 400 yıldır çözülmeden kalmış bir buzul içinde, liberal demokrasilerin yumuşatıcılarıyla yıkanmamış kolalı beyazlar. Trump, Afrikaners olarak anılan bu topluluğu ABD’ne iltica etmeye adeta davet etti.

Dünyanın en güçlü adamı (Donald Trump) ile en ünlü adamı (Elon Musk) akşamdan sabaha Güney Afrika devletini  beyaz çifçilere yönelik soykırım yapmakla suçladı ve Afrikaners olarak anılan bu topluluğu ABD’ne iltica etmeye adeta davet etti. 

Mayıs 2025’te 59 kişilik ilk grup Amerika’ya uğurlandı. İlk başlarda Güney Afrika doğumlu Musk’ın bir ergenlik travmasına dayanan sabun köpüğü bir gündem olduğu zannedildi ve Trump’la arası açıldıktan sonra da devam etmeyeceği konuşuldu ancak öyle olmadı. Trump el arttırdı. Johannesburg’un ev sahipliği yaptığı G20 zirvesini protesto etmeye kadar ileri gitti. 2026’da 7500 kişinin ilticasını kabule hazır olan Trump yönetimi toplamda 40 bin mavi kanlıyı ülke demografisine şırıngalamayı hedefliyor. 

Güney Afrika, Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava ile İsrail’in soykırımcı ilan etmişti. ABD’nin Güney Afrika’ya “asıl sensin soykırımcı” diyerek bedel ödetmek istediğini düşünmek için haklı sebepler var. 

Ancak bu yine de 40 binlere varacak bir beyaz adam göçünü açıklamaya yetmiyor. Asıl olan Trump’ın adeta bir buzulda hem genetik hem de düşünsel olarak bozulmadan korunmuş; katıksız Avrupalı insan kaynağı keşfetmiş olması. 

Afrika güneşi altında 400 yıldır çözülmeden kalmış bir buzul içinde, liberal demokrasilerin yumuşatıcılarıyla yıkanmamış kolalı beyazlar. 

Ve bundan daha da değerlisi, azınlıkta kalan beyaz adamın başına gelenler filminin canlı tanıkları, hatta “survivor”ları olmaları. Yarın bir gün İngiltere’de Norveç’te Amerika’da azınlığa düşersek bizi de böyle kesecekler kamu spotu. Hatta ırklara karşı işlenmiş tarihsel suçları nefsi savunmadan beraate evirecek bir “vijdan” mahkemesi. 

Bu aslında uzun bir hikaye, içinde bizim ve karabiberin de olduğu. 

Avrupalılar patatesi ve yulafı sası sası yemekten usanmıştı. Doğudan gelen baharatlar özellikle de karabiber adeta mutluluğun formülüydü. Çin’den yola çıkan Hindistan’da yükünü yükleyen baharat kervanları Türklerin kontrolündeki gümrükleri ve limanları aşmak durumundaydı. Padişahlar, mevkidaşları Trump’tan asırlar önce gümrük tarifeleriyle uluslararası ticaretin ümüğünü sıkıyordu. Daha çok kar etmek isteyen Avrupalı tüccarlar ise Osmanlı topraklarını baypas etmenin bir yolunu arıyordu.

İspanya ile Atlas okyanusu arasına sıkışmış küçük Portekiz’in denizlere açılmaktan başka seçeneği yoktu. 15. Yüzyılın sonlarına doğru Bartholomeu Dias isimli denizci, dönemin Portekiz kralı tarafından yeni rotalar keşfetmesi için görevlendirildi. 

Cape Town’a ulaşan Dias fırtınalı denizi aşıp Hindistan’a devam edemeyip Portekiz’e geri döndü. Aşamadığı bu yere de “Fırtınalar Burnu” adını verdi. Bunu duyan kral bilgece bir müdahalede bulundu ve “fırtına dersen başka denizcilerin cesaretini kırarsın. Oranın adı Ümit Burnu olsun” dedi. 

10 yıl sonra bir başka Portekizli denizci Vasco da Gama Ümit Burnu’nu aştı ve baharat ticareti için deniz yolu açılmış oldu. Bu yol tamamen Portekiz egemenliğindeydi. Denizlerde ağırlığı olan İspanyol gemilerine dahi kapalıydı. 

Daha sonra İspanyollar “madem biz de diğer taraftan dolanıp karabibere ulaşalım” diye yola çıkıp yanlışlıkla Amerika’yı keşfedecekti. 

Bu sırada; Avrupa’nın sayısal birincisi sözel sonuncusu milleti  Hollandalılar Müfettiş Gadget türü aletlerle bataklıkları kurutup kendilerine vatan açmakla meşguldü. Şu bilinen deyiş durumu özetliyor:  “God created the world, but the Dutch made the Netherlands”

Bu sıkı sayısalcı kafalar, suyla mücadelede kullandıkları yel değirmenini kereste kesimine de uygulayınca (Zaagmolen) insan gücüyle tanesini bir ayda dilimleyebildikleri dev meşe kütüklerinden seri üretim hafif kargo gemileri inşa etmeyi başardılar. Karabibere ulaşacak gemileri vardı, hem de çok sayıda vardı ama sistemleri yoktu. 

Sistem için 17. Yüzyılın ortalarını beklemeleri gerekecekti. Amsterdam isimli küçük bir kasabada 10 Dutch tüccar bir evde toplandı ve kapitalizmin temellerini attı. Hollandalıların çağını başlatacak bu adım, tarihin ilk anonim şirketi olan Dutch East India Company (VOC) idi. İki yıl önce Londra’da kurulmuş olan East Indian Company VOC ile kıyaslandığında kurbanlık danaya girmek gibi kalıyordu. 

VOC gemileri Portekiz’in açtığı yoldan Asya’nın değerli mallarına ulaştı. İspanya’yla bitmeyen savaşlarından birinde olan Portekiz’in buna itiraz edecek hali yoktu. Yol çok uzundu ve ikmal noktalarını hala Portekiz tutuyordu. Tam ortada olan yer ise boştaydı: Cape Town. Vasco da Gama’dan 150 yıl sonra ilk Hollandalılar Cape Town’a yerleşti. 

Burası VOC gemilerinin Bolu Dağı Dinlenme Tesisiydi. Avrupa’dan taşınan çoğunluğu Hollandalı çifçiler; berberlerinde getirdikleri tohumları ve fideleri bereketli Afrika toprağıyla birleştirdi. Gemi ikmal merkezi olmaktan çok öteye evrilecek bu şehrin hikayesi başlamıştı. 

Bölgede sadece iki küçük siyah kabile vardı: Khoikhoi ve San. Hollandalı yerleşimciler bu yerli topluluklara tabiri caizse ilişmedi. Malezya’dan, Hindistan’dan getirdikleri insanları köleleştirdiler. O kadar ki; Cape Town nüfusunun yarısı köle olmuştu. 

1800lü yılların başında ise sahneye İngilizler girdi. Napolyon’un Hollanda’yı kontrolu altına almasını fırsat bilen İngilizler Cape Town’ı ele geçirdi. Avrupa’nın sayısal şampiyonu Hollandalılar, Avrupa’nın sözel şampiyonu İngilizler karşısında duramadı. 

Elindeki teknikle suya hükmedebilen Hollandalılar hukuk, insan psikolojisi, halkla ilişkilerden hiç anlamıyordu. İngilizler köle olmayan Asyalı, melez ve siyahlara eşit haklar tanıdı. 

Kölelere kötü muamele eden Dutch çifçiler cezalandırıldı ve nihayetinde kölelik kaldırıldı. Katı VOC yönetiminden kaçış olarak başlamış göçler İngiliz döneminde misliyle arttı.  Artık kendilerini Afrikaners olarak adlandıran bu ilk beyaz yerleşimciler kafile kafile kuzeye doğru  yürüyordu (TrekBoers).  

Bugün birlikte yaşadıkları siyah gruplarla da ilk kez yolları kesişmiş oldu. En büyükleri Zulu ve Xhosa olan bu kabileler de aslında Orta Afrika’dan güneye doğru göç etmişti. Bugüne kadar süren “yeşil vadiyi ilk kim gördü” kavgasını esas sebebi de buydu.  

Bir toprak parçasını yaşanılır bir yer haline getirme konusundaki becerileri genetiklerine işlemiş Afrikanerler bugünkü Güney Afrika sınırlarının ortasında ve kuzeyinde pek çok kasaba kurdu. 

Demirel kadar baraj Erdoğan kadar yol inşa ettiler. Ve tabii ki en iyi bildikleri işi yapıyorlardı. Tarım. Ta ki İngilizler maden kaynaklarını keşfedene kadar. Kömür, elmas ve altının cazibesi Kraliçe Victoria’nın başını döndürdü. Kuzey yarımküre için sivilce patlatmak gibi bir şey olsa da Afrika ölçeğinde kan banyosu sayılacak Anglo-Boer savaşları yapıldı. Savaş haberlerini genç gazeteci Winston Churchill’den takip etti İngiliz kamuoyu. 

İngilizlerin gözde kolonisine gelmiş genç avukat Mahatma Ghandi de kurucusu olduğu “Indian Ambulance Corp” ile yaralı İngiliz askerlere yardım etti. Ünlüler geçidi bu savaşı İngilizler kazandı. Afrikanerler artık öz vatanında parya olmuştu. Bir süreliğine. 

İngilizler, Alman Yahudilerin finansman desteğiyle madenlere çöktü. Parçalı olan idari yapılar birleştirildi ve bugünkü Güney Afrika Cumhuriyeti kuruldu. Alacağını almış olan İngilizler yönetimi kademeli olarak diğer beyaz adama yanı Afrikanerlere devretti. İlk seçimleri İngiliz muhibbi partiler kazansa da ilerleyen yıllarda Afrikaner ulusalcılığı yükseldi. 

1948’de Apartheid rejiminin ilanıyla zirveye çıktı. 1994 yılına kadar süren ırk temelli bu ayrışma modern dünyanın en nobran ırkçılığıydı. İsrail dışında tüm ülkeler Apartheid rejimine yaptırımlar uyguladı. Ama bizim sayısalcılar Nuh dedi peygamber demedi. 

Güney Afrika’nın Filistin duyarlılığının bir ayağı ANC-FKÖ duygudaşlığı ise diğer ayağı da İsrail ile kapanmamış bu davadır. 

Sonunda rahmetli Kraliçe Elizabeth Common Wealth içinde böyle bir rejimi daha fazla tolere edemeyeceğine karar verip Dutchların Bahçelisi, de Klerk ile siyahların Öcalan’ı Mandela’yı barıştırdı. (Nobel Barış ödülü almadan önce Mandela da Marxist bir şiddet yanlısıydı)

Bu aslında mutlak bir barıştan çok ateşkesti. Ve bu ateşkes 30 yıldır sürüyor. Sosyal hayatın tüm netameli konularına “açtırma kutuyu söyletme kötüyü” muamelesi yapılıyor. “İyi saatte olsunlar” diye anılan epeyce anahtar kelime var. Siyahlar geçmişin haklıları olarak mağrur. Beyazlar ise siyahların yönetimindeki ülkenin kötüye gidişine bakıp bugünün haklısı olmanın tadını çıkarıyor. Hep birlikte mutlu olmak için ise bonkör Afrika güneşi yardıma koşuyor. 

İktidar partisi ANC’nin bir kemik tabanı varken şehirli siyahlar çok daha pragmatist davranıyor. 2026 yılında yapılacak Johannesburg belediye başkanlığı seçiminin favorisi beyazların partisi DA’ın Yahudi adayı Helen Zille. 

Dünyanın en yüksek suç oranına sahip ülkesinde suçlar ırklara yönelik değil. Kadına ve zengine yönelik. Beyaz çiftçilerin öldürülmesi ise tüm Afrika’nın canlı izlediği Rodezya’dan Zimbabwe’ye düşüş faciasından alınan acı bir ders konusu. 

Özet olarak; “Bir yer bulalım dünyadan uzak” diye yola çıkıp bulduğumuz bu ülkeden Kuzey Yarımkürenin ırkçılarına ve yabancı düşmanlarına ekmek çıkmaz. 

- Advertisment -