Beş kişinin ölümü bir yana bırakılabilirse, Trump’ın taraftarlarına direnme çağrısında bulunup onların da Kongre’yi basarak talan etmeleri iyi oldu. Bir yandan ‘otokratın kolay gitmeyeceği’ tezinin gerçekçi olduğu görüldü, diğer yandan da pratikte fazla bir zorluk yaşanmadı… Daha o gün dolmadan herkesin aklı başına gelmiş, Trump geri adım atmıştı bile… Bu arada otokratlık hevesi taşıyanların iktidara tutunmayı nasıl hayati bir mesele olarak algıladıkları herkes için görünür hale geldi.
Çünkü otokratlar kendileri ile iktidardaki konumları arasında bir bütünleşme, aynılaşma yaşıyorlar. Kendi kişiliklerini geldikleri görevden ve yaptıkları işlerden ayıramıyorlar. İnsanlar bunu 3-4 yaşlarında iken öğreniyor aslında… Ama bazı adaptasyon mekanizmaları kişiyi güce doyumsuz kılabiliyor.
Bu kişilerin sağlıksızlığı sıradan hayatın içinde hissedilse de fazla bir sıkıntı yaratmayabiliyor. Çünkü çoğu zaman içinde bulunulan kültür, kişisel güç kullanımına gerek bırakmadan, bu kişileri sosyal hiyerarşilerin saygın konumlarına taşıyarak onları tatmin edebiliyor.
Ancak talih onlara hazmedebilecekleri gücün fazlasını nasip ettiğinde, içlerinde dizginlenmiş olan benzersizlik ve insanüstülük duygusu bir megalomani patlaması olarak yaşanıyor. Bu kişiler sırf kendi yaşadıklarından hareketle her şeyi ‘doğal olarak’ bildiklerini düşünüyorlar. Formel bilginin anlamı kalmıyor, çünkü megaloman kendisini fıtratı sayesinde hikmete ulaşmış biri olarak görüyor.
Güç bir uyuşturucu gibi megalomanın damarlarında dolaşıyor. Her istediğinin gerçekleşebildiğini izlemek onu trans haline taşıyor. Her geçen gün kendisini iyi hissetmesi için daha fazla doza ihtiyaç duyuyor. Ve böylece mantık ve ahlak sınırlarını kolayca zorlayabiliyor.
Toplum için çok zararlı kişiler bunlar… Ama psikolojik açıdan cezai sorumlulukları ne kadardır bilemiyorum. Çünkü aslında kendi hallerinin farkında değiller… Aynen, henüz 4 yaşına gelmediği için başkalarının zihnini okuyamayan ve dolayısıyla nasıl algılandığı hakkında fikri olmayan çocuklar gibi.
Ne var ki mesele bu denli basit değil, çünkü kişisel ilişkiler düzleminde bitmiyor. Bu kişilerin aynen kendilerine benzeyen takipçileri var. Özellikle gücü arzulayan ve ellerindeki gücün yetersizliğinden ‘muzdarip’ olan kişiler otokratın gücünü kendi uzantıları olarak yaşayabiliyor. Onu iktidarda tutmak kendi iktidarsızlıklarının telafisine dönüşüyor ve bu uğurda bazıları ölmeye bile razı olabiliyor…
Ancak yaşananları azınlık bir grubun sosyal patolojisi diyerek kenara koymak zor. Çünkü Trump’ın takipçileri sadece Kongre’yi basanlar değil. Önemsenmemiş, kendisini itilmiş ve horlanmış hisseden orta sınıfların da bir bölümü Trump’çı ve bunların Amerikan demokrasisi açısından çok kıymetli olduğu açık…
Trump sonrası tartışmalarda ortaya çıkan iki temel görüşten biri, demokratik sistemin kendisini yeniden doğru yola yerleştirecek kadar güçlü olduğunun görüldüğünü, diğeri ise ileride yeni bir Trump’ın çıkabileceği ihtimalinden hareketle sistemin güçlendirilmesi gerektiğini savunuyor. Diğer deyişle her ikisi de toplumsal bir olguyu siyasi sistemi sağlam tutarak çözmeyi öngörüyor.
Ama liberal demokrasilere ilişkin temel bir mesele hâlâ ele alınamıyor: Bu orta sınıfların Trump’çı olmasının sebebi ne? Sıkıntılı bir mesele, çünkü teoriye göre orta sınıfların bu şekilde davranması için bir neden yok.
Liberalizm çok yönlü niteliklere sahip, özgür iradeli ve rasyonel bireylerden oluşan bir toplum varsayar. Bu bireylerin her birinin kendine göre algıladığı bir gerçeklik vardır ve bu farklı deneyimler mukayese edilemez. Dolayısıyla her kişi aynı saygınlık düzlemini paylaşır, aralarında mutlak bir hiyerarşi yoktur. Hayat belirli hiyerarşiler yaratsa da bireylerin farklı niteliklere sahip olmaları onları farklı hiyerarşilerin farklı seviyelerine taşıyacaktır. Nitekim bireylerin çok yönlülüğü iktidarın yumuşak şekilde el değiştirmesinin de garantisidir. Herkesin bazı talep ve tercihleri iktidarda, ama başka talep ve tercihleri muhalefette kalmak durumundadır. Diğer deyişle kimse mutlak anlamda iktidarda olmadığı gibi, kimse de kendisini mutlak anlamda muhalefette hissetmeyecektir…
Ne var ki bu yaklaşım insanın temel psikolojisini göz ardı etmekte. Çok yönlü olabiliriz, ancak talep ve tercihlerimiz arasında da (zihniyetimizle bağlantılı) hiyerarşiler var ve önemsediğimiz talep ve tercihlerin tatmin edilememesi, tatmin edilmiş talep ve tercihlerimizi önemsiz kılabiliyor. Hele bu durum beslenme, barınma, ev kurabilme, asgari güven içinde yaşama gibi temel ihtiyaçların tatmin olmamasını ima ediyorsa sorun daha da radikal bir hal alıyor.
Ancak Amerika’dan bahsediyoruz… Evsiz barksızlar, açlar bulunsa da bunların oranı ne olabilir? Amerikan siyasi sistemini sallayacak kadar önemli hale nasıl gelebilir? Gerçekten de öyle… Ancak mesele ihtiyaçlarımızın mutlak seviyesi değil, göreceli konumu. Yani bizi mutlu ya da mutsuz eden şey, ihtiyaçlarımızın ne denli tatmin olduğundan ziyade, başkalarına kıyasla ne kadar tatmin olduğu.
Kısacası sosyal eşitsizlik ve dengesizlikler, haksızlığa uğramışlık ve insan yerine konmamışlık duygusuna, dolayısıyla tatminsizliğe neden oluyor. Kişi yaşadığı ‘haksızlığı’ kimliğine ve kişiliğine yapılmış bir hakaret gibi algıladığı ölçüde, onu telafi edecek, daha geniş kapsamlı, siyasi nitelikte bir ‘kazanma’ ihtiyacı geliştiriyor. Ve o zaman bu duygulara tercüman olan bir megalomanı beğenip benimseyebiliyor… Çünkü haksızlığa uğramışın gözünden bakıldığında, megalomanın kendisi haksızlığa vurulmuş bir şamar gibi algılanıyor. Otokratı savunmak kendi bireysel onurunu ayakta tutmanın parçası haline geliyor…
Bu sorunun liberalizmin varsayımları, kabulleri, ilkeleri ve mantığı çerçevesinde çözülmesi mümkün değil. Nitekim muhafazakârlar tatminsiz kalan bireylerin bu sonucu zaten hak ettiklerini öne sürerken, liberalizmi sol eğilimlerle zenginleştirenler de sosyo-ekonomik telafi tedbirleri önermenin ötesine geçemiyor.
Oysa mesele, relativist zihniyeti temel alan siyasi sistemlerin insan ilişkilerini ikincil, hatta gereksiz kılması ve bireysel başarının ‘doğal’ meşruiyetine dayandırılan bir toplum tasavvurunu teşvik etmesidir. Buna göre, başarılı olmak için uğraşmak rasyonalitenin gereği. Dolayısıyla başarılı olamayanların kapasitesinin eksik olduğunu, ya da bu kişilerin yanlış davrandığını düşünmemiz doğal hale geliyor…
Ancak bu son derece tehlikeli bir zemin… Çünkü modernlik sadece relativist değil, otoriter zihniyete de dayanıyor. Ve otoriter zihniyet, başarılı olanın gerçeği doğru algılayan biri olduğunu ima ediyor. Yani başarı sadece emeğinizin veya zekânızın karşılığı değil, ‘haklı’ olduğunuzun da kanıtı…
Liberaller bireysel başarıyı yüceltirken, aynı başarının sosyal ve siyasal alanda bir silaha dönüşebildiğinin farkında değiller. Bu tür olayları bilinçli bir suistimal, ya da hayatın getirdiği bir tür yozlaşma olarak görüyorlar. Oysa güç üzerinden psikolojik tatmin arayışı hem bireysel hem grupsal ölçekte, modernliğin yerleşik niteliklerinden biri.
Ortada bir suistimal ya da yozlaşma değil, hayatın doğal akışı var… Aksi halde kendilerine modern diyen, kendilerini gelişmiş ve akıllı bulan insanların bu kadar kolay şekilde saldırgan, radikal ve dışlayıcı eğilimler sergilemesi mümkün olmazdı.
Trump’ın iktidar performansı aslında hayatın doğal akışını sadece biraz daha zorlamış oldu. Geçmişte megaloman başka birçok başkan da aynı yönde eğilimler göstermişti, ama bu seferki psikolojik eşiği aştı. İyi de oldu… Yaşananlar belki bu kez zihinleri bir miktar açar, bazı gerçeklerin görülmesine vesile olur…