ABD’de Kasım ayında yapılacak seçimlerde Demokrat Parti’nin 77 yaşındaki başkan adayı Joe Biden’ın sekiz ay önce yaptığı konuşma Türkiye’nin gündeminde.
Biden bu açıklamaları, 16 Aralık 2019 günü New York Times gazetesinde, gazetenin yayın kurulunun sorularını yanıtlarken yapmış.
New York Times, henüz ön seçimler dahi başlamamışken Demokrat Parti’deki tüm başkan adaylarıyla yayın kurulu olarak uzun röportajlar yaptı.
Zor soruların sorulduğu 1.5- 2 saatlik bu röportajlara bir çeşit mülakat da denebilir.
Çünkü gazete, her seçimde olduğu gibi Demokrat Parti’nin ön seçimlerinde de hangi adaya destek verceğine (endorsement) bu söyleşilerle karar verdi.
Joe Biden dışında o ana kadar resmen adaylıklarını açıklamış Bernie Sanders, Elizabeth Warren, Amy Klobuchar, Andrew Yang, Cory Booker, Pete Buttigieg ve Tom Steyer de Demokrat Parti’nin ilerici-liberal seçmeni üzerinde etkili olan New York Times’ın desteğini kazanabilmek için bu röportajlarda kendilerini gazetenin editörlerine beğendirmeye çalıştı.
Biden’a Türkiye ile ilgili soruyı soran Kathleen Kingsbury, gazetenin yorum sayfalarının editörü, aynı soruyu farklı kelimelerle neredeyse bütün başkan adaylarına sormuş.
Soru şu: “Erdoğan’ın davranışlarına bakıldığında, Birleşik Devletler’in halen Türkiye’de nükleer silah bulundurmasından içiniz rahat mı? ABD’nin Türkiye’de konuşlu 50 civarında nükleer silahı var. Bu özellikle Türkiye’nin Suriye operasyonu sonrasında kamuoyunda tartışılmaya başlandı.”
Burada kastettiği Suriye operasyonu, Ekim 2019’daki Barış Pınarı Operasyonu.
Trump’ın Erdoğan’la yaptığı telefon konuşmasından sonra Suriye’den Amerikan askerlerini çekmeye karar vermesiyle başlayan, bu yüzden ABD iç siyasetinde Trump’ın Suriye’de IŞİD’e karşı savaşta müttefik olan Kürtlere ihanet etmekle suçlandığı operasyon.
Türkiye’de bu operasyon Trump’ın meşhur “Aptallık etme” dediği mektubu, Türkiye’nin ekonomisini mahvetmekle tehdit ettiği tweetleri, YPG komutanı General Mazlum Kobani ile görüşmeleri ve teşekkürü ile nasıl uzun süre iç siyasette konuşulduysa, ABD iç siyasetinde de “bizim için savaşan Kürtleri yüzüstü bıraktık” klişesiyle Trump’ın yerden yere vurulmasına neden olmuş, hem Demokratlarda hem de Cumhuriyetçilerde büyük bir Türkiye karşıtı hissiyat ortaya çıkmıştı.
Biden’la röportajın yapıldığı Aralık 2019, hala bu tartışmanın sıcaklığını koruduğu bir zamandı.
Bu yüzden de hangisine destek vereceğine karar vermek için başkan adaylarıyla röportajlar yapan New York Times, dış politika konusunda hepsine Türkiye ile ilgili bu soruyu sordu.
New York Times, 2013’ten beri bire bir polemiğe de girdiği Erdoğan’a karşı çok eleştirel, özellikle Suriye’de Türkiye’ye çok karşı, YPG’ye ise çok sempatik bir yayın çizgisi izliyor.
Bizzat soruyu soran Kathleen Kingsbury’in yönettiği sayfalarda Türkiye’yi sert biçimde eleştiren çok sayıda yazı çıktı. YPG Komutanı Mazlum Kobani ise New York Times gazetesine röportaj verdi, yazı yazdı.
Yani bu röportaj yapıldığı sırada zaten ortam, özellikle Demokrat çevrelerde son derece Türkiye aleyhineydi, New York Times’ın desteğini almak için yarışan başkan adaylarının da gazeteden puan alabilmek için böyle bir soru geldiğinde, ne söyleyecekleri aşağı yukarı belliydi.
Zaten öyle de olmuş.
Hatta bu soruya muhatap olan diğer başkan adaylarından bazıları Biden’dan bile daha sert yanıtlar vermişler.
Örneğin aynı sorunun sorulduğu senatör Cory Booker şöyle demiş:
“Bakın, şu anda Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri yüzünden Atatürk mezarında ters dönüyor. Sahte haberlerden oluşan davalarla hapsedilmiş gazetecilerden bahsediyoruz. Erdoğan gittikçe daha büyük bir problem oluyor.”
Elizabeth Warren ise aynı soruya “Kürtleri korumak için, müttefiklerimizle birlikte Türkiye üzerinde baskı kurmalıyız” diye cevap vermiş, sonra tekrar meseleyi Trump’ın Kürtleri yüzüstü bırakmasına getirmiş.
Bernie Sanders, editörün ısrarlı “Peki Erdoğan sizi endişelendiriyor mu?” sorusunu, “Tabii ki” diye yanıtlamış, yine ısrarlı bir başka takip sorusuna “Türkiye NATO üyesi ama bizim güçlü bir müttefikimiz değil” demiş.
Türkiye ile ilgili en uzun ve en kapsamlı cevabı Biden’ın vermesi normal.
Çünkü 40 yıldır kongrenin dış politika komitelerinde çalışmış, başkan yardımcısı iken defalarca Türkiye’ye gelmiş, Erdoğan’la şahsi hukuku olmuş, bir kere Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiğini söyleyip, sonra özür dilemek zorunda kalmış, Türkiye’yi yakından tanıyan bir isim.
Zaten soruya cevap verirken önce zamanında verdiği desteği hatırlatmış:
“Erdoğan’la çok vakit geçirdim. Yönetimdeki birçok insandan daha çok… çünkü İslam düşmanı olmadığım için benimle konuşabileceğini düşünüyordu. O seçildiği zaman NATO’da yaptığım konuşmada “Temas kurulmalı, bir başka Müslüman ülkeyi kazanma fırsatı bu” dediğimi hatırlayın. Ve zamanında, Avrupa’daki diğer ülkelerin ilk seçimden temas kurmamak için neden öyle davrandıklarını da hatırlayın.”
Ardından esas tartışma yaratan ve Türkiye’nin tepkisini haklı olarak çeken sözlerini sarfetmiş, bir kere daha okuyalım:
KK: Anti-Müslüman ayrımcılığı mı kastediyorsunuz?
Biden: Evet. Çok vakit geçirdim onunla. O bir otokrat. Türkiye’nin ve daha başkalarının Cumhurbaşkanı o. Şahsi fikrim artık ona (Erdoğan’a) farklı bir yaklaşım uygulamalıyız. Muhalefeti desteklediğimizi açıkça göstermemiz lazım. Parlamentoya dahil olmak isteyen Kürtlerin entegrasyonunu (ki bir süre bu iş iyi gidiyordu) destekleyen bir konumda olduğumuzu göstermemiz lazım. Çünkü artık yanlış olduğunu düşündüğümüz şeyi yüksek sesle söylememiz lazım. O (Erdoğan) bir bedel ödemeli. Doğrusu, eğer üzerinden F16 uçurdukları bir hava savunma sistemleri varsa (S400) bunu nasıl yapmaya çalışacakları üzerinden, satıp satmayacağımız belirli silahlar konusunda hesaba çekilmeli.
“Yani çok endişeliyim, çok endişeliyim. Ama benim yaptığım gibi, onlarla doğrudan temasa geçip Erdoğan’ı yenecek duruma gelmeleri için, hala var olan Türk liderlerini destekleyip daha çok verim almalıyız ve onları cesaretlendirmeliyiz diye düşünüyorum. Darbeyle değil, darbeyle değil, seçim süreciyle. İstanbul’da hezimete uğradılar, partisi yenildi İstanbul’da. Peki biz ne yapacağız? Oturup olana boyun mu eğeceğiz? Asla ona Kürt meselesinde boyun eğmem. Onlarla Kürtlerle ilgili olarak birkaç görüşmem oldu. O dönem henüz pek üzerlerine gitmiyorlardı. Yani şunu göstermemiz lazım. günün sonunda Türkiye Rusya’ya bağımlı olmak istemeyecektir. Uzun zaman önce o elmadan bir ısırık aldılar ama şu ana kadar onlara davrandığımız şekilde devam etmeyeceğimizi anlamalılar.”
“Yani çok endişeliyim. Çok endişeliyim. Hava üslerimiz ve onlara erişimimize dair de kaygılarım var. Bölgedeki müttefiklerimizle bir araya gelerek onun bölgedeki faaliyetlerini nasıl izole edeceğimizle ilgili masaya oturmamız lazım. Bunun gibi yapmamız gereken birçok iş var. Özellikle Doğu Akdeniz’de petrolle ilgili faaliyetleri ve uğraşması bayağı vakit alacak olan bir sürü şey... Ama cevabım evet, endişeliyim.”
Biden’ın burada 31 Mart yerel seçim sonuçlarına atıf yapması, Kürtler diyerek HDP’nin siyasetteki varlığından bahsetmesi, hatta bu konuda muhtemelen çözüm sürecini kastederek Türkiye’yi övmesi, daha Aralık ayında Akdeniz’deki tartışmaları bilmesi -ki gaz işleri yapan oğlu sayesinde yakından izliyordur- Türkiye’yi diğer başkan adaylarından daha yakından takip ettiğini gösteriyor.
“Türkiye’de muhalefefi açıkça desteklemeliyiz, Erdoğan’ın sandıkta yenilmesi için çalışmalıyız” diye özetlenecek skandal sözleri Başkan yardımcılığının son yıllarından kalma bir Türkiye ve Erdoğan karşıtlığı olduğunu gösteriyor ama bu kadar zemberiği boşalmış gibi konuşmasının esas sebebinin, o karşıtlığın prim yaptığını bildiği New York Times’ın desteğini kazanmak olduğu açık.
Ama günün sonunda bu desteği de kazanamadı.
New York Times, bu mükakatlar sonunda Elizabeth Warren ve Amy Klabuchar’a destek açıkladı.
New York Times’ın Biden’ı eski nesil bir siyasetçi olarak görmesi de boşuna değil. 80 dakikalık röportajda diğer sorulara verdiği yanıtlara bakıldığında da sadece Türkiye konusunda değil her konuda kafasının bir hayli karışık olduğu, neredeyse her cümlesinde pot kıran yaşlı bir adam resmi çizdiği görülüyor.
Yani aslında ABD’de Biden dahil kimsenin gündemi Türkiye ve Erdoğan değil. Nitekim Biden, New York Times mülakatından sonra bir daha Türkiye ile ilgili tek cümle kurmadı.
Hatta kampanya sayfasında dış polikayla ilgili bölümlerde Türkiye’nin adı geçmiyor, dış politika üzerine Foreign Affairs’e yazdığı yazıda da Türkiye’den hiç bahsetmedi.
Ayrıca ABD’nin bırakın NATO müttefiki bir ülkenin iç siyasetine müdahil olmasını, çok uğraşmasına rağmen İran’da, Venezuella’da, Bolivya’da bile ülkelerin iç siyasetine ne kadar müdahale edebildiği epey şüpheli.
Ama esas sorun da tam burada başlıyor.
Türkiye nasıl oldu da iç işlerine müdahil olunması diplomatik nezakete aykırı olan bir NATO müttefiki demokratik ülke iken, hakkında böyle ileri geri konuşulabilen bir ülke statüsüne geriledi?
Bu sorunun yanıtı Türkiye’nin bu röportajı nasıl tartıştığına bakınca anlaşılıyor.
Şuradan başlayalım.
Gazeteye verilmiş bu söyleşinin video kaydı olmasının sebebi New York Times’ın haber ve manşetlerini konu olan, yapımcılığı ve yönetmenliğini John Papas’ın yaptığı, FX ve Hulu platformlarında yayınlanan haftalık belgesel serisi The Weekly programı için filme alınmış olması.
“The Endorsement” adı verilen The Weekly bölümü 19 Ocak 2020’de yayımlanmış. Bu program öncesinde de röportajın tam dökümü 17 Ocak 2020’de New York Times’ın sitesine konulmuş.
Dünyanın en önemli gazetesi olan New York Times’da eski başkan yardımcısı, yeni başkan adayının sözleri herkesin gözü önünde aylarca o linkte durmuş.
Ama bu konuşma Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi Yunus Emre Erdölen’den başka kimsenin dikkatini pek çekmemiş.
Sadece ODA TV’de haber olmuş.
Ve Sabancı Üniversitesinde çalışan Amerikalı akademisyen Adam McConell Mayıs ayında Anadolu Ajansına bu röportaj üzerine bir yazı yazmış.
Bunun dışında görevi bu yayınları, açıklamaları takip etmek olan Dışişleri Bakanlığı, Washington Büyükelçiliği, Basın Enformasyon Genel Müdürlüğü, TRT World hatta dün bütün haberlerini buna ayıran Anadolu Ajansı gibi pek çok resmi kurum bu sözlerin farkına dahi varmamışlar.
Türkiye’den herhangi bir açıklama, tepki gelmemiş.
Bunun sebebi Biden’ı ciddiye almamış olmak mı, şimdiden ilişkileri bozmak istememek mi yoksa bu tarz eleştirilere artık alışmış olmak mı belirsiz.
Önceki akşam Avrupa’da yaşayan Barzani’ye yakın bir Kürt gazeteci, FX platformundan The Weekly programının bu bölümünü kesip, “Biden’ın gerçek bir Kürt dostu olduğunu” söyleyerek tweetlemese ve bunu iktidara yakın bir medya platformu fark edip altına Türkçe alt yazı koyarak dolaşıma sokmasa 7 ay önceki bu açıklamadan kimsenin haberi olmayacaktı.
Haberdar olununca haklı olarak hem iktidar hem de muhalefet bu skandal sözlere tepki gösterdi.
Tam da iktidar ekonomideki kötü gidişatı yine “dış mihraklar”la açıklamaya çalışırken ama ortada bir dış mihrak bulunamadığı için bu kez pek de ikna edici olamamışken, aranan dış mihrak da böylece bulunmuş oldu.
Tabii doğrudan “ekonominizi mahvederdim” diye tehdit etmiş hala görevde olan ABD Başkanı varken ve onunla ilişkiler bir dört yıl daha seçilmesi için duacı olunacak düzeyde iyiyken, dört yıldır görevde olmayan bir başkan adayının aranan dış mihrak olarak ilan edilmesi tuhaf.
Ama daha tuhaf olan 70 yıllık bir demokratik rejime sahip olan Türkiye’nin gittikçe daha fazla bir üçüncü dünya ülkesi gibi davranmaya başlaması ve öyle muamele görmesi.
İktidarların hataları yüzünden hesap vermek istemediği bu ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de artık her hata önce ve artık hiçbir rasyonel temele de oturtmaya gerek görülmeden dış mihraklarla açıklanıyor.
Son bir haftada iktidar cephesinden ekonomideki kötü tabloyla ilgili gelen, “dış mihraklar saldırıyor”, “küresel güçlerle mücadele ediyoruz”, “küresel adaletsizliğe karşı mücadele ettiğimiz için bütün bunlar oluyor” açıklamaları İran’dan, Venezualla’dan duymaya alışık olduğumuz türden bir kararlılıkla dillendiriliyor, aksini söylemek neredeyse vatana ihanetle eşitleniyor.
Yine üçüncü dünya ülkelerinde sık sık yapıldığı gibi dış politikadaki krizler demokratik tartışmayı öldürmek için kullanılıyor.
Daha önce Suriye’ye yönelik operasyonlarda olduğu gibi, bu kez Yunanistan’la yaşanan krizde de herkes iktidarı desteklemeye çağrılıyor, tek ses olunması isteniyor.
Ve son olarak yıllarca Orta Doğudaki otoriter rejimlerin kendi iktidarlarını ve yanlışlarını meşrulaştırmak için sık sık kullanmaktan çekinmediği Filistin, Kudüs argümanı daha sık duyuluyor. Bakanlar düzeyinde duyulan “sıra Mescid-i Aksa’da” vaatleri, İsrail’le, Türkiye’nin mevcut ilişkilerine benzer ilişkiler kurulmasını öngören bir anlaşma imzaladığı için BAE’yi Filistin davasını satmakla suçlamak, elçi çekmekle tehdit etmek bunun son örneklerinden biri.
Türkiye, üçüncü dünya döngüsüne kapılmışa benziyor.
Bu döngü şöyle çalışıyor;
Otoriter iktidarlar içeride demokrasi ve özgürlüklerde geriledikçe, ekonomide sorunlar yaşadıkça, dünya ile ilişkileri bozulup içe kapandıkça, halka hesap vermek yerine bunu dış güçlerin oyunlarıyla açıklıyor.
Demokraside gerileyen, ekonomide zayıflayan, dış politikada yalnızlaşan bu ülkelere, Batılı ülkelerin liderleri ve medyasından artık filtresiz eleştiriler gelmeye başlıyor.
Diplomatik sınırlar aşılıyor, perdeler yırtılıyor, artık ne dense mübah aşamasına ulaşılıyor. Bu eleştiriler bir noktadan sonra ülke iç siyasetine müdahaleye dönüyor.
O aşamada otoriter iktidarlar bu filtresiz eleştirileri, iç politikaya müdahale sinyallerini alıp içeriye “İşte dış mihrakların ülkemiz üzerindeki oyunları” diyerek satıyor, içerideki otoriterliğe gerekçe yapıyor, bunun üzerinden farklı sesleri bastırıyor.
Böylece içerideki otoriterlik seviyesi artıyor, sonra dışarıdan gelen eleştiriler daha da sertleşiyor…
Ve böylece ortaya birbirini besleyen ve tetikleyen üçüncü dünya döngüsü çıkıyor.
Türkiye gibi 70 yıllık demokrasisi olan, hala dünyanın 20 büyük ekonomisinin içinde sayılan bir ülke bu döngüye girmeyi haketmiyor.
Zor ve eşitsiz şartlarda sesini çıkarmaya çalışan muhalefetin Biden’a gösterdiği tek ses tepki bile Türkiye’nin o üçüncü dünya ülkelerinden biri olmadığını gösteriyor.
“Has ipek kendini kırdırmaz” demiş atalarımız.
Türkiye de Biden ve benzeri boşboğaz liderlere kırdırılacak, ağızlarına sakız edilecek bir ülke değil.