Hayat bir ‘arayış’ ve ‘yolculuk’la tarif edilir zaman zaman. Bu arayışın başlama noktası sorular, varacağı yer ise cevaplar olarak düşünülür. Hayat sorulara cevap bulma arayışı, sorulardan cevaplara bir yolculuktur bu tarif ve düşünüşe göre.
Şahsen, hayata dair bu yorumun yanlış olmasa bile eksik olduğunu düşünürüm. Çünkü insanın hayat yolculuğu sorularla başlamaz. Bilakis gözümüzü açtığımız dünya, doğru veya yanlış, ‘cevaplar’ın dünyasıdır, biz daha soru sormadan bize sunulan hazır cevaplar mevcuttur ve her insan ya kendisine sunulan bu hazır cevapları sorgusuzca almak veya sorgulamak arasında bir tercihe mecbur kalır. ‘Taklid’ ve ‘tahkik’ diye de ifade edilen bir tercih mecburiyeti. Sunulan cevapları sorgusuzca aldığımızda ‘taklid’i, doğru olup olmadığını sorgulayarak yanlış ise reddedip doğru ise kabul ettiğimizde ise ‘tahkik’i seçmiş oluruz. Bu açıdan bakıldığında, hayatı aslında ‘taklidden tahkike’ bir yolculuk olarak tarif edilebilir. Bazıları hep taklidde kalır, bazıları tahkik eder (maamafih bazıları da vardır ki, hep aramaktan bulmaya asla vakit bulamaz, bulsa bile bulduğunu farkedemez). Her hâlükârda, her bir insanın sorularına cevap bulmadan önce, önünde bulduğu hazır cevaplar için sorular üretmesi gerekir. Taklidin zinciri böyle kırılır, tahkikin adımları böyle atılır. Gençliğe adım attığında her insanın bir ‘itiraz çağı’na adım atmasının, o güne dek kendisine sunulan cevaplar yanlış da olsa doğru da olsa muhakkak bir sorgulama yöneliminin içinde uyanmasının hikmeti de, her halde insana yakışanın ve Yaratıcının insandan muradının ‘tahkik’ olmasıdır.
Lâkin hazır cevaplar aileden, okuldan, sokaktan, medyadan sürekli zihnimize işliyorsa; isabetsiz de olsa bir söz, bir söylem farklı mecralardan ve milyonlarca ağızdan tekrar tekrar kulağımıza geliyorsa, insan onu sorgusuzca kabule yatkın hale gelir. Bu kadar insan yanlış düşünüyor olamaz diye düşünülür. O sebeple, bir cevabın dile getireni çok ise, o hazır cevaba dair ezberi bozup soru sormak da, sorgulamaya kalkışmak da kolay değildir.
Özellikle bir ‘ideoloji’yi merkeze koyan, devleti ve kurumlarını bu ideolojinin hizmetine veren, bu meyanda bilhassa eğitimi ve okulları ‘düşünmenin’ değil belli bir ‘düşünce’nin öğretildiği alanlar olarak tasarlayan ülkelerde, bu bilhassa böyledir. Bu diyarlarda, kişilerin ilkokulda söylediği ile elli yaşına geldiğinde söylediği neredeyse birebir aynı kalır. Dahası, böyle diyarlarda, spesifik bir alanla ilgili en üst düzey eğitimi almış olan, dolayısıyla ‘tahkik ehli’ olması kendisinden bilhassa beklenen kişileri dahi, iş ‘ulusal’ meselelere geldiğinde ilkokul ezberini tekrar eder halde görürüz.
Anayasasının daha dibâcesinde bir isme atıfla yazılanlar, bu ülkenin de öyle bir ülke olduğunu bize söylüyor. Ve bu ülkede, kendisini sözkonusu ideoloji ile mesafeli görenlerin dahi onun ekseninde üretilen söylemleri kabulde sorgusuzca buluşmasına şahit oluyoruz. Sağ-sol, seküler-dindar vs. gibi farklı yelpazeleri içermekle birlikte bu toplumda milliyetçiliğin ve devletçiliğin her hâlükârda hâkim zihniyet olması; birbiriyle çatışan birçok eğilimin devletçilik ve milliyetçilikte ortaklaşması bununla ilgili olsa gerek.
İşte bu durum, ‘politik olarak doğru’ olarak kabul gören, öğretilmiş ve sorgulanmamış ‘hazır cevap’larla gerçekleşiyor. Bir dizi söylem, özellikle kritik anlarda satıh altından başını çıkarıyor ve en mâkul görünen insanları dahi sorgusuzca ortak bir refleksin temsilcileri olarak görebiliyoruz. Gerilim anlarında kolayca çatışmadan, hatta savaştan yana tutum alışların; alınan kararın veya tercih edilen davranışın sorgulamasını yapmadan, doğruluğu tartışmasız kabul görmüş şekilde “Ülkemizin yanındayız” diye konuşmanın; karar alma mekanizmalarında çok farklı gerekçeler veya hesaplarla ve kamuoyunu yok sayarak, atlatarak yahut manipüle ederek alınmış kararları dahi ‘Millet olarak…’ diye başlayan cümlelerle baş tâcı kılmanın böyle bir tarafı var işte… Sorgulanmamış hazır cevaplar. Bizzat üretilmemiş bilakis öğretilmiş ezber söylemler…
Halbuki ‘cevaplara sorular’ mümkün olduğunda, bu peşinen kabul görmüş nice söylemin aslında muazzam boşluklar ve tutarsızlıklar içerdiği; dışı süslü gözükse bile içinin boş olduğu görülecektir.
Sözgelimi, sağ-sol, dindar-seküler, şu-bu diye ayırmaksızın neredeyse herkes tarafından kabul gören, iktidarı ve muhalefeti ile siyaseti aynı çizgide hizalandıran “Ülkemin yanındayım” veya “Ülkemizin yanındayız” söylemini alalım. Bu söylem gerçekte ne kadar isabetli? Ve üretilmiş her gerilimde bu söylemin peşine düşmek gerçekten ‘ülkenin lehine’ mi?
Soruları çoğaltalım:
Her hal ve şartta ülkesinin yanında olmak mı bir erdemdir; bir meselede ülkenin durduğu yere ilkesel açıdan bakıp ona göre ülkedeki genel eğilimin yanında veya karşısında olmak mı? Ülkesinin her hal ve şartta doğru yerde ve haklı konumda olduğunu bir insan nasıl varsayabilir ve nasıl böyle bir iddiada bulunabilir? ‘Ülke’nin haksız konumda olduğu bir durum asla sözkonusu olamaz mı yani? Faraza başka bir ülkenin haklı durumda olduğu, ülkemizin ise adil hükmetmediği veya davranmadığı bir durum vuku bulduğunu düşünelim; doğru tutum, haksız olduğu halde ‘ülkesi adına’ karar verdiğini söyleyenlerin yanında saf tutmak mıdır? Veya şöyle soralım: Ülke bir olayda özgürlükten değil baskıdan yana bir tercihte bulunursa; yahut ‘ülkenin çıkarları’ ile ‘insanî değerler’ arasında bir çelişki ve çatışma durumu ortaya çıkarsa; veya ülkenin karar vericileri veya çoğunluğu azınlık bir gruba veya hatta bir kişiye yönelik bir haksızlığı elbirliğiyle savunursa, insana yakışan yine de ‘ülkemin yanındayım’ diyerek bu çizgide mi hizalanmaktır? Meselâ ‘ülkemiz’e destek olan ama kendi halkına zulmeden bir diktatör sözkonusu olduğunda durmamız gereken yer ülkemize yardımı dolayısıyla onu alkışlamak ve zulmünü aklamak mıdır, yoksa halkına zulmetmesi dolayısıyla ona mesafeli durmak mıdır?
Öyle öğretildiği, her zaman duyduğumuz ve hemen herkesten duyduğumuz için bize tartışmasız doğru gibi gelen bir söylemin aslında ayağını yere sağlam basmadığını sadece böylesi sorular ile dahi görmek mümkün.
Ama sorgulanmamış hazır cevapların, öğretilmiş ezbere söylemlerin etkisi altında, değil bu soruların sorulmasını gerektiren ‘gerçek’ durumlar, olaylar ve olgular görmek, böylesi soruları ‘faraza’ diyerek sormak dahi mümkün yahut kolay değildir.
Oysa bu soruların peşine düşüldüğünde, bizi insan kılan ve dolayısıyla asıl yurdumuz olan şeyin temel insanî ilkeler olduğu, ‘ülke’nin de ancak ‘ilke’lere uygunlukla değerlendiği görülecektir. Meselâ adalet vazgeçilmez ilkedir, özgürlük vazgeçilmez ilkedir, merhamet vazgeçilmez ilkedir, aleyhine bile gözükse doğruyu söylemek ve haktan yana tutum almak temel ilkedir. Biz bu gibi temel ilkeler ile gerçekten ‘insan’ oluruz. Bir ülke de ancak ‘dârü’l-adl’ olabildiğinde ‘yurt’ kelimesinin hakkını verir hale gelir. O halde, ‘ülke’nin yanında olmak, ülkenin, daha doğrusu ülkeyi yönetenlerin, karar alıcıların ve onları destekleyenlerin ‘ilke’lere uygun tutum ve duruş geliştirmeleri şartına bağlı olma durumundadır. Temel insanî ilkelerin izi sürüldüğünde, ‘ülke’ ile ‘ilke’nin çeliştiği veya çatıştığı durumlarda tercih edeceğimiz veya sığınacağımız adresin ‘ilke’ olduğu aşikâre çıkar karşımıza. ‘Ülke’yi sorgulanmamış bir önkabulle ‘ilke’yle memzuç halde görmek bir yanılgıdır ve sıklıkla—güya ‘ülke adına’—ilkelerin çiğnenmesi sonucunu üretir ve son tahlilde ülkenin hayrına bir sonuç da getirmez. “Ülkemin yanındayım” söyleminin isabet düzeyini belirlemek için, en azından ‘farazî’ olarak, ülke ile ilkenin ayrıştığı durumlara dair sorular oluşturup, bu sorulara verilmesi gereken ‘ilkesel’ cevapların izini sürmek gerekir. Hem ilke hem ülkenin aynı çizgide olduğu durumlarda karar vermek kolaydır; ama ‘ya ilke ya ülke’ denkleminin kendisini dayattığı yerlerde sözkonusu söylemin kofluğu, asılsızlığı veya ben/biz-merkezciliği kendisini açıkça ele verir.
Aslolan ilkelerdir. Aslolan adalettir, özgürlüktür, merhamettir; menfaatin değil erdemin izini sürmektir, asabiyet değil insaftır ve hakkâniyettir. Aslolan, ‘profesyonel’ veya ‘konjonktürel’ vicdanlılık değil, her hal ve şartta olup biteni vicdanın terazisi ile tartmaktır. Bütün bu ilkeler mucebince bakarsak, başkası yaptığında yanlış olanı, biz yaptığımızda da yanlış olarak tesbit etmek, savunmamak, bilakis yanlışın terkedilmesi için çaba sarfetmek gerekir.Yahut yanlışı bize karşı gözüken bir ülke yapınca ses çıkarıp, bize taraf gözüken bir ülke yapınca savunmaya kalkışmamak gerekir. Aynı ülkeyle aramız limoni iken konuştuğumuz bir zulüm için, aramız iyi olunca susmamak gerekir, hele ki ‘ulusal çıkar’lar, ‘konjonktür’ vs. gibi kelimeleri de devreye sokup suskunluğuna asla kılıf üretmemek gerekir. Aynı zulüm yönetenlerin ‘kavgalı’ olduğu bir ülke tarafından yapıldığında ortalığı feryada verirken, yönetenlerin ‘anlaşmalı’ olduğu bir ülke tarafından yapıldığında üç maymunları oynamak, ‘ilkesizlik’ olduğu gibi, ‘ülkenin yanında olmak’ da değildir.
Vicdanı hükûmet kapısında nöbet tutan bir kamuoyundan ve buna mazeret üreten bir söylemden kimseye hayır gelmez; yönetilenlere de, yönetenlere de…
“Ülkemin yanındayım” demenin yolu, ilkenin karşısında olmaktan geçmiyor velhasıl. Bilakis ülkesini seven, ilkeyi korur, ilkesel konuşur, ‘ülke’sinden ‘ilke’sine uygunluk ister ve bekler.
Ne yaparsa yapsın, haklı da haksız da olsun, her meselede ülkenin yanında olmak doğru bir ilke olmadığı gibi, ülkenin de lehine değildir. Ama her hal ve şartta ilkenin yanında olmak, dar ufuklulara ‘ülkenin lehine’ gözükmese bile, er ya da geç ülkeye de kazandıracaktır…