21 Mart 2021 tarihli Hürriyet’in Pazar ekinde “Futbolun dünü, bugünü ve geleceği” başlıklı hoş bir dosya vardı. Dosya; Pele, Beckenbauer, Cruyff, Maradona, Ronaldo ve Messi gibi dün ve bugün iz bırakan isimler ile Mbappe ve Haaland gibi gelecekte iz bırakmaya aday isimleri konu ediniyor, futbolda ne yaptıklarını ve ne yapabileceklerini tartışıyordu.
Her bir ismi değerli bir spor yazarının kaleme aldığı dosyada Pelé’yi de Atilla Gökçe değerlendiriyordu. Gökçe, Pelé için “gerçek bir masaldı” diyordu bu değerlendirmesinde. Gökçe’ye göre Pelé ve Micheal Jordan’ın tüm meslektaşları arasında ayrı bir yeri vardı, zira bu iki yıldız kendi branşlarının küresel anlamında tanınmasına ön ayak olmuşlardı.
“Pelé; bugünkü iletişim araçlarının, sosyal medyanın olmadığı bir dünyada, rüya gibi anlatılan, izleyenlerin gazetelerde, radyolarda kitlelere sunduğu gerçek bir masaldı… Malum, sözlü tarihte ‘abartı’ önemlidir. Ancak 1970 Dünya Kupası’nı TV’lerde izlediğimiz zaman onun anlatıldığı kadar masalsı bir kahraman olduğu anlaşıldı. Dünya daha çok sevdi, ben de izlemeden sevdim onu.”
Netflix’in “Pelé” belgeseli, bu “gerçek bir masal”a daha yakından nüfuz etmemizi sağlıyor. Pelé’nin takım arkadaşlarının, dönemin gazetecilerinin, yazarlarının ve politikacılarının tanıklıklarına ve tahlillerine dayanan belgesel üç konuya odaklanıyor: Pelé’nin futbol kariyeri, sahada elde ettiği başarıların Brezilya halkı için anlamı ve siyasetle –bilhassa da askeri diktatörlükle- kurduğu ilişki.
“Sokak köpeği kompleksi”
Pelé masalı, 1940’da Brezilya’da başlar. Dedesi ve nenesi odun satıcıdır, babası ise futbolcu. Aile kıt kanaat geçinir. Pelé, babası sakatlandığı için maaş alamadığında ailesine destek olmak için ayakkabı boyacılığı yapar. Oğlunun futbola hevesli ve yetenekli olduğunu gören baba, onu o zamanlar bilinmeyen küçük bir kulüp olan Santos’a götürür.
Sahaya adım atar atmaz büyüler herkesi. 16 yaşında profesyonel olur, henüz 18’ine varmamışken Dünya Kupası için İsveç’e götürülür. Öncesinde yurt dışına hiç çıkmamıştır. İlk defa bir siyahi gören İsveçli küçük çocuklar sürekli gelip yüzüne dokunurlar ve sonra boya çıkmış mı diye ellerine bakarlar. Gülümseyerek anar şimdilerde o günleri.
Zayıf, tecrübesiz ve güçsüz bir çocuk olarak görülür, ama o sahada üstün meziyetlerini konuşturur ve takımını finale çıkartır. Rakip, ev sahibi İsveç’tir. Brezilyalılar için bu salt bir futbol maçı değil, 1950’de yaşadıkları travmayı aşmak için de muazzam bir fırsattır. Zira 1950’de kendi evlerinde düzenledikleri kupada, finalde Maracana Stadı’nda 200 bin kişinin önünde Uruguay’a 2-1 yenilmeleri, Brezilyalılarda psikolojik bir yıkıma sebep olmuştur.
Oyun yazarı Nelson Rodrigues bunu “Mongrel (sokak köpeği) Kompleksi” olarak tanımlar. Kastettiği, umutsuzluk ve başarısızlık korkusuna dayanan, daima kendini küçük görüp başkalarını yücelten ve Brezilyalıların başına bela olan bir ruh halidir. İşte 1958 finali, bunun üstesinden gelmenin, kendini değersiz bulan duygudan kurtulmanın bir anahtarı olabilir. Ve anahtar Pelé’nin elindedir.
Pelé harikalar yaratır, Brezilya kupayı alır. O sahayı omuzlarda sevinç gözyaşları içinde ağlayarak terk ederken Brezilya’nın tarihinde de umut dolu yeni bir sayfa açar. Bir kahraman mertebesine yükselir; kızların sevgilisi, erkeklerin arkadaşı ve kardeşi, anne-babaların ise evladı olur. Santos’un başkanı onu “ulusal hazine” olarak tanımlar ve onu satın alabilecek bir bedelin olmadığını söyler.
Futbolun ilk milyoneri
Profesyonel hayatının beşinci yılında, 1961’de, 355 gole ulaşır. En iyilerin bile ancak kariyerlerinin sonunda ulaşabilecekleri bir rakama, o daha yolun başındayken varır. 1962’de Şili’deki Dünya Kupası’nda turnuvanın ikinci maçında sakatlanır. Yerini alan Amarildo, onun eksikliğini hissettirmez ve Brezilya ikinci kez kupaya uzanır.
Televizyonun dünya çapında yaygınlaşmaya başladığı dönemlerdir. Sihirli kutu, onun ününe ün katar ve onu servet sahibi eder. Birçok ürünün reklamında oynar; ona duyulan sevgi o kadar büyüktür ki, adının üzerinde yazılı olduğu her şeyi sattırır. Futbolun ilk milyoneri olur.
1966’da İngiltere’deki Dünya Kupası’na giderken ülkesini tekrar zirveye çıkarmanın ve ardından emekli olmanın hayalini kurar. Lakin işler beklendiği gibi yürümez; kupa onun için de ülkesi için de tam bir fiyaskoyla sonuçlanır. Krallığın sonuna yaklaşılmıştır. Başarısızlık canını fena yakar, büyük bir acı duyar ve milli takımı bırakır.
Sadece futbolda değil siyasette de çark tersine dönmüştür Brezilya’da. 1950’lerin sonları ve 1960’lerin başları Brezilya için güzel günlerdir. Ülke kendini dünyaya ispat edeceğine, yalnızca bir tarım ülkesi olmaktan çıkıp bir sanayi ve kültür ülkesi olarak da anılacağına, demokrasi ile gelişeceğine dair umutlarla doludur. Ne var ki bu umutlar, 1964’te General Branco’nun askeri darbesiyle berhava olur.
Futbol sevdalısı diktatör
Bir askeri diktatörlük rejimi kurulur. Diktatörlüğün zulmü her geçen koyulaşır. 1968’de adına 5 Nolu Kurumsal Yasa denen bir kanun çıkarılır. Bütün temel hakların üzeri çizilir; işkence, baskı, keyfi tutuklama ve ortadan kaldırma sıradanlaşır. Pelé’nin hayatında ise büyük bir değişiklik olmaz. Çünkü diktatörlük, futbola ilişmez, hatta destekler. Pelé de rejimi kabullenip normal bir şekilde hayatını sürdürür. Evlenir, bazı ilişkiler yaşar, sonradan haberdar olduğu çocukları olur.
General Médici, Brezilya tarihinin en zalim diktatörüdür. Fakat futbolun kitlelere ne denli tesir ettiğini bilir. O nedenle her hafta sonunu statlarda geçirir, gözü sahada kulağı radyoda futbol sevdalısı iyi bir insan imajı yaratmaya çalışır. Onun döneminde insanların üzerinden bir silindir gibi geçilir, Pelé de elbet çok şey duyar ama bunlara karşı bir tavır almaz.
Hiçbir hükümetle özdeşlemez fakat hiçbir hükümete muhalefet de etmez. En berbatları dahi bütün hükümetlere kapısı açıktır. Hükümetler de –ister demokratik olsunlar ister diktatörlük- onun yaptıklarıyla iftihar etmesini bilirler.
Diktatörlük, bir kaos yaratır Brezilya’da. Futbol, bu kaostan kaçışın yollarından biridir ve Pelé de insanlara bunu sağlar. 1969’da, daha önce dünya üzerinde hiçbir futbolcuya nasip olmamış bir başarıya imza atar, tabelaya 1000. golünü yazdırır. Bir penaltı golüdür bu ve belgeselde bu an çok çarpıcı bir şekilde aktarılır. Bütün stat “Pelé” diye inler. Takım arkadaşları orta sahada ip gibi dizilip onu seyreder. Karşısında kaleci, arkasında rakip oyuncular, o dehşetli kalabalığın içinde tek başına bir adam ve asla kaçırılmaması gereken bir penaltı! Müthiş bir sahnedir…
İtaatkâr bir siyah
1000. golünden ötürü Médici onu tebrik etmek ister. O da gider, Médici’ye sarılır ve samimi bir poz verir. Hiçbir şeyin kendisine zorla yaptırılmadığını söyler. Saha dışındaki bu tavrı onun aleyhine işler. Sahada herkesin önünde şapka çıkardığı bir ustadır ama dışarıda siyasi duruşu olmayan bir zavallı gibi görülür. Onu çok sevenler bile onun “sorgulamayan, kabul eden, ses çıkarmayan, itaatkâr bir siyahi” gibi davrandığını belirtip ona mesafe koyarlar.
Kimi ondan Muhammed Ali gibi davranmasını bekler, ama o bir Ali değildir. Kimi ise bu beklentinin hakşinas olmadığı kanaatindedir. Çünkü Ali, Vietnam’a gitmediğinde hapse gireceğini bilir ama işkence görmeyeceğini ve öldürülmeyeceğini de bilir. Oysa Pelé için bunun bir garantisi yoktur. Çünkü “diktatörlük, diktatörlüktür. Diktatörlüğün acısını ancak o rejimin altında yaşayanlar bilir.”
Pelé de o karanlık günlerde başka türlü davranamayacağını söyler. Bir kahraman ya da mucize bir adam değildir, sadece Allah’ın futbol yeteneği bahşettiği sıradan bir insandır. Kendisi için en mühim şey, her zaman ülkesi için en iyi olanı yapmaya çalışmasıdır. 1970’de Meksika’daki Dünya Kupası’nda ülkesi yine ondan elini taşın altına koymasını ister. Diktatörlük de Pelé’nin sahada olmasından yanadır. Pele’nin tekrar milli formayı giymesi için araya aracılar konur, haberler gönderilir,
“Ya sev ya terk et”
O ise mütereddittir. İngiltere’deki gibi bir çöküşü kaldıracak takati yoktur. Diğer yandan ise, bütün gözlerin üzerinde olduğu, tapılırcasına sevildiği ve bütün umutların bağlandığı o eski günleri de özlemektedir. Milli takıma döner.
Médici diktatörlüğü, kupayı bir devlet meselesine dönüştürür. Teknik ekip nerdeyse tamamen askerlerden oluşturulur. “Brezilyayı ya sev ya da terk et” benzeri milliyetçi sloganlarla pompalanan hava hemen herkesi esir alır.
Pelé döner dönmesine de bir taraftan medyanın “artık eskisi kadar iyi değil” propagandasıyla morali bozulur, diğer taraftan da teknik direktör Saldanha ile problemler yaşar. Saldanha, patronun kendisi olduğunu göstermek için onu kadrodan çıkarmak ister. Fakat hükümet müdahale edip “Pelé oynayacak” der. Saldanha buna eyvallah etmez, “Başkan’ı severim ama ben nasıl onun bakanlarını seçemiyorsam o da benim kadroma karışamaz” deyince, ipini çekmiş olur. Saldanha kovulur, takımın başına 1958’de ve 1962’de milli takımda Pele ile birlikte oynayan Mario Zagallo gelir.
Brezilya kazanırsa diktatörlüğün güçleneceğini düşündükleri için bazı kesimler takımlarının başlangıçta takımlarını kazanmasını istemezler. Ama ne zaman ki Pelé sahaya çıkar ve top yuvarlanmaya başlar, hisler değişir; karşıt olanlar bir anda kendilerini tezahürat ederken bulurlar.
Kral’ın dönüşü
Kral geri döner, kupayı da üçüncü kez kaldırır. Diktatörlük bu başarıyı sömürmek ister ama halk kupayı Médici’ye değil Pelé’ye atfeder. Pelé, şahsi meselesini halletmiştir. 1971’de milli takımı kesin olarak bırakır. 1974’te, futbolu Amerika’ya sevdirmek adına, Cosmos’a gider. 37 yaşında sahalara veda ettiğinde arkasında 1367 maçta atılan 1283 gol bırakır. Ülkesinin askeri diktatörlükten kurtulması ise 1985’i bulur.
Bizim kuşak için Pelé denildiğinde akla, birkaç siyah beyaz fotoğraf, cızırtılı sesli ve net olmayan görüntüler gelir. Oysa belgeselde zengin bir görsel malzeme kullanılmış. İdmanlardan, maçlardan ve söyleşilerden alınan güzel görüntüler var. Pelé’nin belgesel için verdiği özel söyleşi de, 60 yıl önceki takım arkadaşlarıyla buluşması da yüreğe dokunan cinsten. Böylece Siyah İnci’nin hem futbolunu hem de insani/siyasi duruşunu daha yakından kavrayabiliyoruz.
Belgesel, bu manada, tam bir hazine! Her karesini sevdim. Ama beni en çok etkileyen, bir zamanlar bütün dünyayı peşinden koşturan bu futbol dâhisinin bugün ancak yürüteç yardımıyla yürüyebildiğini gösteren sahne oldu. Meşin yuvarlağa yaptığı sihirli dokunuşlarla bütün dünyayı ayağa kaldıracak kadar güçlü olan ayaklar, artık sahibini taşıyamıyordu.
İnsan üzülüyor haliyle.
Neylersin ki hayat zalim, zaman acımasız; Pelé olsan da kar etmiyor!