Biz (X-Y kuşağı), gençlerden (Z kuşağı) ne istiyoruz; gençlik, kuşaklararası kıyas yapılabilir bir dönem midir?
Her iki kavram da (gençlik ve kuşak) görece, karmaşık, katmanlı birer kavram. Sözgelimi kırsalda veya hayata şehirlerin kenarlarında tutunmaya çalışan ve eli iş tuttuğunda piyasanın acımasız koşullarına sürülen bir gençliği bu kavramlar ne kadar karşılar? Bu kavramların karşıladığı (Z kuşağı) gençlik ise ne denli yetkin ve yaptığının bilincinde? Karmaşık, katmanlı, parçalı bir toplumda, topluluklar adeta farklı sosyolojik uzaylarda yaşamaktalar. Belki bir sürüklenmekten ve hatta bir icbardan da söz edebiliriz. Zamanın ruhuyla birlikte dalgalanan eğilimler oldukça uçucu ve yanıltıcı. Genellemeler ise çok doğru yaklaşımlar değil. Geçmişte de siyasete ve ideolojilere uzak duran gençler vardı. Şimdilerde ideolojilerin yerini çevrecilik, feminizm, etnik ilgiler, göçmenlerle ilgilenmeler ve yardım faaliyetleri gibi farklı ilgi alanları aldı.
Gençlik ve kuşak gibi kavramları ulusallığın aşkınlığının altına toplamak, bakışımızı körleştirebilir; ya da bakma biçimlerimiz kimi kavramları ve nitelemeleri öne çıkarırken, kimini de siler. Şöyle ki, kuşaklarla haritalanmaya çalışılan bir tarihsel akış, sadece belli bir nitelemeye dikkat kesilirken, ötekilerden sarfı nazar eder. Oysaki haritalarda belli renklerin altında bastırılmış olan daha farklı renkler ve toplumsal karmaşalar bulunmakta. Ama yine de bir söyleşi çerçevesinde tüm bu ayrıntılara girmemiz mümkün değil ve ister istemez benzeri hataları yaparak sohbetimizi sürdürmek durumundayız.
Evet, bu söylediklerinizle Türkiye gençliğinin ve kuşaklarının yakın tarihine giriş yapıyoruz.
Özellikle 80’li yıllardan itibaren başlayan, daha öncesi büyük ölçüde Kemalist ulusalcılık çerçevesinde biçimlendirilmiş devletin ve dolayısıyla da toplumun; neoliberal bir iktisat ve hatta biyopolitika doğrultusunda biçimlendirilmeye çalışıldığı yıllardan itibaren, ardı ardına ortaya çıkan yeni kuşakların belirleyeni hangisidir? Çalışanlar mı, okuyanlar mı, köylüler ya da şehirliler mi, siyasal bir bilince sahip olanlar mı, yoksa lümpenler mi?
O zamana değin kamusallığın belirleyeni olan devlet, artık bu yeni yönelim doğrultusunda genç girişimcilere alan açmakta ve özellikle de Cumhuriyetçi kuşağın biriktirdiği Kamu İktisadi Teşekküllerini bu girişimcilere devrederek, bir süre sonra “sosyalist” toplumların da evrileceği farklı bir döneme girmeye çalışmaktadır. Devletin görece himayesinden yoksunlaştırılan toplumun bu sürece katkısı veya tepkisi ise bilinçsiz ve etkisizdir. Gençliğin tepkileri ise 12 Eylül’le birlikte büyük ölçüde kırılmıştır. Alttan alta yükselen İslamcı kuşak ise daha çok başörtüsü mücadelesi etrafında oyalanmakta; Kürt gençleri ise dağ ile parti arasında bir mevzi kazanmaya çalışmaktadır.
Dolayısıyla “80” öncesinin belirleyeni olan sol gençliğin enerjisi, önemli ölçekte İslamcılar ve Kürt gençliği tarafından soğurulmaktadır. İslamcı kuşağın bir kesimi Afganistan, Filistin veya Kafkasya cephelerine yönelirken ve üst kesimi de kısmen piyasaya uyarlanırken; solun çatışmacı dili ve yeni dönem açısından önemli bir sorun olabilecek eylemsel faaliyetleri, bir “etnisite” ile sınırlı olan Kürdistan’a aktarılarak; ülkenin geri kalan kesimi ise belli bir ölçekte stabilize edilerek yeni döneme hazırlanılmaktadır. 12 Eylül darbesinin temel işlevi bu çerçevede anlaşılmalıdır.
Bu durumda “kayıp kuşak” olarak tanımlanan gençler nasıl bir dünyanın içine doğuyor?
Refah Partisi’nden AK Parti’ye giden yol tıpkı daha sonra Kürdistan için düşünülen “demokratik” girişimler gibi salt iyi niyet taşlarıyla döşenmiş değildir. Sorun Türkiye’yi devletçi bir iktisattan ve devlet bağımlısı bir halktan, piyasaya ve küreselleşmeye açılmış bir topluma dönüştürebilmektir. Bu yönde bir geleceğin inşası için o zamana değin sisteme küskün muhafazakârlar, sisteme yakınlaştırılarak belli bir toplumsal bütünlük yaratılmıştır. Kürdistan’ı istisnalaştıran bu “bütünlük” ulusalcı bir zemini korumakta, daha doğrusu bundan kopmaya cesaret edememektedir. Çünkü bu, en azından federatif bir sistemi göze almak anlamına gelmektedir. Yönetenler kadar toplumun da buna ne cesareti ne de niyeti bulunmaktadır.
Gerçi toplum henüz bu yeni gidişatın yönelimlerinin farkında değildir. AK Parti iktidarı ile birlikte ve sağlanan kısmi kazanımlarla önceki kuşak büyük ölçüde sisteme dahil edilirken, genç kuşak ideolojik bakışların tasfiye edildiği bir dünyaya açmaktadır gözlerini. “İdeoloji” artık “kirli” bir kavramdır ama bu kavramın tasallutundan kurtulan geniş bir toplumsal kesim, kendilerine sağlanan imtiyazlarla hem küresel piyasanın o geniş ufkuna dahil edilmekte hem de alttan alta neoliberalizmin yumuşak ideolojisi farkına varılmaksızın içselleştirilmektedir; sözgelimi otomobilin “özgürleştiriciliği” fark edilmekte, kafelerin ve avm’lerin hazırladığı bir şehirlilik biçimine adım atılmaktadır.
Dolayısıyla “80” sonrası kuşağın görece idealist, adalete ve hakkaniyete dair umutları ve beslendiği inanç ağırlıklı eğilimleri giderek şehrin karmaşasına ve bu karmaşa içerisinde sığınaklar arayan heteretopyalara doğru değişecektir. Bu değişimin sadece dinî açıdan irdelenmesi, özellikle gençliğin yükselen toplumsal eğilimlere görece bağlılığıyla ilgili bir aldanmaya yol açabilir. Tıpkı bunun gibi neoliberalizmin sadece muhafazakârlığı değil, tüm toplumu piyasaya daveti ve orada “yeni dünya düzeni”ne uyum sağlanma stratejisi de yanlış anlamalara yol açmış olabilir. Ya da bu derin değişimin sarsıntılarını atlatma çabasının dermanı dinde de aranmış olabilir. Bu oldukça duruma özgü bir psikolojinin ve kendi değişimi üzerinde çok da derinlikli çözümlemeler yapmamış bir sosyolojinin yaşadığı kazalarla ilgilidir.
Anlattıklarınızdan 90’lı yıllarda dindarlaşmanın arttığı söylemini yanlışlıyorsunuz gibi bir anlam çıkardım ama yanılıyor muyum?
Belki görünürlüğe çıkmaktan ve davranış biçimini değiştirmekten söz edilse daha doğru olur. Öte yandan 90’lı yıllarda yükselmekte olan dinî dalga sadece Türkiye’ye özgü bir hadise değildir. Cari sosyalizmin çöküşü akabinde neoliberal saldırganlığa maruz kalan toplumların genel tepkisine dayanan bir arayış veya bir kaçış çizgisidir bu. Maalesef ki Müslümanlar bu saldırganlık karşısında yeterince hazırlıklı olmadıkları gibi, bir kısmı (özellikle ABD’ye yakın olanlar) ise neoliberalizmi yüzlerinde gülücüklerle karşılayacaktır.
Öteden beri mahrum kalınan adalete dair umutlarını dinde, dinin teşvik ettiği bir muhaliflikte arayan belli bir gençlik kesimi de bulunmaktadır elbette. Dinî eğilimler, dönemin ruhuna dair görece devrimcilikleriyle gençliğe yeni bir sosyolojik alan açmıştı. Dolayısıyla da yükselen bu dalga içerisinde Allah’a iman; adalete ulaşmak kadar yeni bir toplumu yaratmanın da umudu ve yolu olarak benimsenmiştir. Bu “yeni toplum” ise çerçevelenmiş, belirli bir somutluktan ziyade, muğlak bir ütopyadır. Ama alttan alta somut bir gerçeklik de giderek olgusallaşmaktadır.
Tüm bunların ötesinde, bu dünyadaki hayatın anlamlandırılması gibi bir sorunla karşılaşan ve bu konuda özel bir hassasiyete sahip olan gençlik açısından din, neredeyse yegâne müracaat merciidir. Yerel veya kişisel düş kırıklıkları nedeniyle birçoğu hüsranla biten bu arayışlarla birlikte 90’lı yılların devrimci dalgasını yakalayan İslamî hareketlerin önemli bir kesimi, bu dalgayı ancak AK Parti iktidarının değirmenine su taşımaya yöneltebilmiştir. Kim bilir? Belki de bu yükselmenin olgusal anlamı da sadece bundan ibarettir.
Yine de bu fırtınaları atlatabilenler, kurtuluş çabaları kadar arayışlarını da sürdürmekte. Doğal olarak bu genel yükselme ve alçalmanın etkilerine en fazla maruz kalanlar da ister istemez daha duyarlı ve hayata da hazırlıksız olan gençlik kitleleridir. Bu hazırlıksızlık bir açıdan avantajdır kuşkusuz. Çünkü henüz yürekler kağşamamıştır ve kürekler ise hayatın akışına bırakılmamıştır.
Gençler (Z kuşağı) dinle ilişki kurarken (birlikte yaşadığı) kendinden önceki kuşaklardan nasıl etkileniyor; onları dikkate alıyor mu?
Din, hayata dair bir anlam, maneviyat ve Tanrı arayışı ve dolayısıyla da “Hakikat”e ulaşma yolu olduğu kadar, adaletin, hakkaniyetin, iyiliğin ve ahlakın da gerçekleştirilme idealidir. Dolayısıyla bugün dinî çevrelerin, kendilerine yakın hissettikleri bir iktidarı savunmak veya karşıt bir duruma düşmemek için, hakkın ve adaletin sağlanmasına dair temel kaygılarını sürdürmek şöyle dursun; adaletsizlik ve haksızlıkların karşısındaki bir mücadeleden uzaklaştığı ve hatta bunları onaylamak anlamına gelebilecek bir suskunluğa gömüldükleri vasattayız. Yeni kuşaklar tarafından; izledikleri müraice veya konformist tutum, ister istemez dinî tutumun bir gerçekliği veya dönüşümü gibi algılanarak, dine karşı bir küskünlük, ret veya eleştirellik gibi Tanrı’ya inançla da belli mesafeler alınabilecektir; ateizm, deizm veya nihilizm gibi. Kaldı ki bu tutumlar zaten çoğu kez felsefi mülahazaların sonucu olmak yerine daha çok yaşamsal pratiklere, duyusal kaygılara ya da umutlara ve hatta coşkulara dayanırlar.
Bununla birlikte Heidegger ateistlerin, teizme çoğu kez Allah’a inandıklarını söyleyenlerden daha yakın olduklarını, çünkü en azından böylesi bir kaygı taşıdıklarını, oysaki Allah’a inandıklarını söyleyen veya dindarâne bir tutum içerisinde olan çoğu kişinin bu denli bir kaygıdan bihaber olduklarını belirtir. Frederic Gros’un, “İtaat Etmemek” adlı kitabındaki nakline göre Hölderlin de ateisti, Tanrı’yı reddeden veya ona inanmayan kişi olarak değil, daha ziyade Tanrı’nın artık inanmadığı, varlığı ve korumasından mahrum bıraktığı kişi olarak tanımlamakta. Ona göre a-theos, kendisini Tanrısız bulandır. İnanmak, iman etmek ise, temel olarak emin olmayı gerektirir. Müminin ya da Allah’ın eminliği. Şayet eminliğin koşulları ortadan kalkmışsa iman da ortadan kalkmış demektir. Dolayısıyla çoğu kişi için bu koşullar olumlu ya da olumsuz kendi kişisel koşullarından öte doğrudan yaşamsal ve hatta siyasal koşullardır.
Günümüz gençlerinin dinle ilişkileri nasıl; dinden beklentileri neler?
Bir zamanlar yükselen siyasal dalga ile yükselen ama şimdilerde geride kalanların; kiminin bir yağma ile meşgul olduğu, kimininse toplumsal ve siyasal duyarlılıklarından uzaklaştığı bir vasat, doğal olarak bakışları göksellikten kaydıran bir kirliliğe bırakmıştır yerini. Ne var ki tv dizilerindeki tarihsel kurgularla üstü örtülmeye çalışılan bu kirlilik siyasal sistemi sabitliyor. Köpürtülmüş efsanelere umutlarını bağlayanlarla ve onlara karşı bir alternatif olarak elde tutulmaya çalışılan Kemalistlerin romantizmi arasında, sadece tarihsel mesafe farkı var; bir hakikat farkı değil. Ve bu durumun yarattığı her açıdan bölünmüş toplumun kaderiyle oynamak ise ister istemez sahte tanrılara alan açmakta. Artık bu yapay dünya ile baş etme umutlarını yitirmiş olanlar ise sanal ağların afyonuyla kendi küçücük dünyalarını inşa edecekleri bir kaçışa sığınmaktalar.
İşte bu yalıtılmışlık, kutuplaşma ve kıstırılmışlığın boğuntusundan gençliği olduğu kadar toplumu da çıkaracak farklı bir siyasal dilin ve umudun yeşeremediği vasatta karamsarlık tüm toplumun üstüne çökmektedir ama belki kralın çıplak olduğunu söyleyenler ve dokuz köyden kovulacak olanlar da gençlerdir. Oysa şimdilerde çocukluktan ve dolayısıyla da ergenlikten çıkma yaşları giderek art-ırıl-an ve dolayısıyla da toplumsal sorumluluklarından da uzak tutulan yeni kuşaklar, hayat karşısında adeta edilgen bir dile ve akla teslim edilmektedir. Bu edilgenlik ise aslında tüm topluma dayatılmış bir çocuksulaştırılma, idealler kadar siyasetten de uzaklaştırılmadır.
Son söz niyetine; yukarıda bahsettiğiniz “sosyolojik kazalar”ın bugün yaşanmaması için neler yapılabilir?
Toplumun buradan çıkışı elbette ki salt siyasilere havale edilemeyecek bir önemliliktedir ve buradaki sorumluluğu asıl üstlenmeleri gerekenler de doğal olarak geleceğe dair kaygıları ve beklentileri daha yüksek olan gençlerdir.
Ne var ki mevcut kurumsal yapıların gençlerle ilişkileri pek de olumlu değil. Sözgelimi ikide bir dillendirilmekte olan gençlerin din ile sorunları, aslında toplumsal hayat ve kabullerle ilgili sorunlarıyla bağlantılıdır. Dinin dili ise gerçekte hayatın dili olmalıdır. Oysa kurumsal dinî yapılar (Diyanet Teşkilatı, tarikatlar, cemaatler), hayata dair gerçekliği çarpıtmakta, adalete ve hakkaniyete mugayir bir dili din dili olarak dayatmaktadır. Din maskeli ama dini giderek hayattan uzaklaştıran egemenlerle mücadeleden umudunu kesmiş yetişkinlerin karamsarlığı ise gençlere de sirayet etmekte. Onların hayatı değiştirmekten umudunu kesmeleri ise Tanrı’ya dair algıları da değiştirmekte ve Tanrı giderek yeryüzünden uzaklaş-tırıl-makta.
90’lı yıllarda açığa çıkan dinin devrimci ve yenilikçi yüzü şimdilerde iktidarı tahkim için araçsallaştırılırken, kurumsal yapılarca baskı altına alınan ve yeniden biçimlendirilen bu yüzün iktidarın tasallutundan kurtarılması, yenilenmiş bir bakışı da gerektirmekte.
Tanrı ile barış ise toplumla barışla ve hayatın anlamının olumluluğunun farkına varılmasıyla mümkündür. İktidarın ve neoliberalist politikaların tasallutu altında örselenen bu iklimin yenilenmesi için sadece iktidar tarafından biçimlendirilmiş ve özünde yıkıcı olan bir dilin terk edilmesinden öte, hayata bakışın ve dinin dilinin de yenilenmesi gerekmekte. Bu ise tüm toplumun katılması gereken ve eskiye dair çatışmalar kadar hesaplaşmaların da bir kenara bırakıldığı sahici bir yenilenme ve barışın inşası anlamına gelmekte.
Baskıcı ve sömürücü bir statükoyu bir gerçeklik olarak sabitleyen iktidar karşısındaki mücadelenin belli bir dile ve umuda kavuşturulamaması ise iktisadi sefalet kadar, zihinsel bir bezginliği de topluma yaymakta. İktidarın temsil ettiğini iddia ettiği değerlerle verili gerçekliğin uyuşmazlığının yarattığı çarpıklığın, henüz bu çarpıklığı içselleştirecek denli içtenliğinden uzaklaşmamış olan gençliğin tepkisiyle karşılanması, çok da şaşırtıcı olmamalı. Gençliğin dilindeki değişimin tepkiselliği, giderek yayılan bir bezginlikle de ilgilidir ve şayet gelecek kuşakları kaybetmek istemiyorsak, bir an önce bu yalanlar dünyasından çıkılmaya çalışılmalıdır. Anadolu’nun Batı ile Doğu arasındaki konumunu bir bölünmüşlük, kutuplaşma ve çatışmanın olumsuzluğu yerine, bir buluşmanın, uzlaşmanın ve barışın olumluluğuna çevrilmesi, toplumu ve dolayısıyla da gençleri de giderek artmakta olan karamsarlığın ve kötümserliğin ikliminden çıkarabilecektir.
ÜMİT AKTAŞ
1955 yılında Erzincan’ın Refahiye ilçesinde doğdu. Üniversite yılları içerisinde şiir yazmaya başladı. Şiir ve denemeleri, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlandı.
Kitapları:
Toplumsal Hareketlerde Yöntem, Anarşizm, Osmanlı Çağı ve Sonrası,
Okuma Serüveni, Akıl Aşk ve İslam, İslamî Hareket -Etik Estetik Politik-,
İslamî Hareket ve Yöntem, Toplumsal Hareketler ve Devrimler,
İnsan ve İslam, Bir Kriz Sürecinde Strateji Arayışları,
Edebiyat İdeoloji ve Poetika, Çağımızın Tanıkları, Yüzyıl ve Gelecek,
Yolda Olmak, Yeni Bir Dünya Üzerinde Düşünmek, Cihad ve Şiddet Dışı Direniş,
Toplumun Kuruluşu: Etik İktisat ve Siyaset, İslam ve Siyaset, Gandi ve Abdulgaffar Han,
Roman: Âdem, Rüya, Yeşil Vadi, Musa ve Yol Arkadaşı, Kitabevi, Gemi
Şiir: Cennetten Düşüş, Şehri Terketmeden Önce