Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIUnutmak, hatırlamak, anlatmak (III) : Politik rejim olarak hatırlamak

Unutmak, hatırlamak, anlatmak (III) : Politik rejim olarak hatırlamak

Kürt hareketi, modern Türkiye tarihinin en kuvvetli karşı-hafıza mücadelelerinden birini verir. Sadece siyasal bir hareket değil; aynı zamanda belleğini yazan, yasını açıkça yaşayan, anlatısını kendisi kurmak isteyen bir halktır bu. Zorla kaybedilenlerin isimlerini yaşatmak, kayıp fotoğraflarını taşımak, Kürtçe'yi yeniden yazmak, anadilde şarkılar söylemek — bunların her biri bir hatırlama biçimi olduğu kadar, bir kimlik kurma eylemidir.

Kim Hatırlayacak? Ne Zaman ve Ne Şekilde?

Belleğin etik yükünü konuştuk, hatırlamanın bir sorumluluk biçimi olduğunu; unutmanın da zaman zaman suç ortaklığına dönüşebileceğini. Sonra, bu hatırlamanın ne tür estetik formlar içinde ortaya çıktığını; anlatının, görünürlük ve biçim tercihleriyle aslında hem bir hafıza mimarisi kurduğunu, hem de onu kendi sınırlarına hapsettiğini tartıştık.

Şimdi ise, belki en çetrefilli meseleye, belki en çıplak sorulara geliyoruz: Hatırlamaya kim karar verir?
Ve bellek, gerçekten bireysel bir yeti midir, yoksa iktidarın arşivleri mi bizim neyi hatırlayıp neyi unutacağımızı belirler?

Bellek veya bir anlamda “hatırlama bankası rezervleri” her zaman politik olmuştur. Çünkü neyi anı olarak saklayacağımız, neyin resmî tarihe geçeceği, neyin “geçmiş” sayılacağı doğrudan iktidarın organizasyonudur. Michel Foucault’nun söylediği gibi, bilgi kadar hafıza da iktidarın nesnesidir. Bu, yalnızca müzelere neyin konacağı, sokak isimlerine kimin verileceği, arşivlerde hangi evrakların “gizli” kalacağı gibi somut biçimlerde değil; aynı zamanda dilin içinde, gündelik olanın sessiz alışkanlıklarında, yasla kurulan ilişkinin kendisinde işler.

Kimi toplumlar unutur çünkü hatırlamak yasaktır. Kimi toplumlar unutur çünkü sürekli hatırlatılan şey, aslında unutmaları istenen şeyin üzerini örter. Tıpkı Walter Benjamin’in “tarihi galiplerin yazdığı” uyarısında olduğu gibi: geçmişin belleği galiplerce inşa edilirken, kaybedenler ya sessiz kalır ya da yok sayılır. Ve bazen bu sessizlik, yalnızca bastırmanın değil, yönlendirilmiş bir unutuş biçiminin sonucudur.

Türkiye’de bu yönlendirilmiş unutuşun izlerini her yerde bulmak mümkün: Dersim’in adı yıllarca “bir isyan bastırması” olarak anıldı ama ne göç edenler, ne kayıplar, ne acı yer buldu tarih kitaplarında. 6-7 Eylül olaylarının görüntüleri arşivlerde var ama sesleri yok; kimse bu sahneleri anlatanların gözlerine bakarak dinlemiyor. Diyarbakır Cezaevi’nin duvarları duruyor ama o duvarların içindeki çığlıklar hâlâ yasadışı sayılıyor.

O yüzden bu yazı, hatırlamanın artık yalnızca etik bir sorumluluk ya da estetik bir ifade olmadığını, aynı zamanda politik bir mücadele biçimi olduğunu iddia edecek. Kim hatırlayacak? Ne zaman ve ne şekilde? İşte bu soruların cevabı, sadece geçmişin değil, şimdi ve geleceğin rejimini de belirler.

Çünkü hafıza, her zaman bir arzu alanı değildir. Çoğu zaman bir çatışma alanıdır. Ve bu çatışmanın ortasında, bizler yalnızca unutanlar ya da hatırlayanlar değiliz — aynı zamanda, neyin hatırlanması gerektiğine karar vermeye çalışan özneleriz.

Belleğin Yönetimi – Resmî Tarih, Bastırma ve İnkâr Politikaları

Devletin hafızası yoktur, arşivi vardır. Ama bu arşiv neyin kaydedileceğine karar verirken, neyin unutulacağına da hükmeder.

Bellek, bir bireyin geçmişiyle kurduğu içsel bağ değil sadece — aynı zamanda bir toplumun kendine neyi yakıştırdığıyla, neyi dışladığıyla, neyi konuşulur kılıp neyi suskunlaştırdığıyla ilgilidir. Bu yüzden hatırlamak, politik bir karardır. Unutmak da öyle.

Türkiye’de resmi tarihin dili, hatırlamaktan çok, anlatmak üzerine kuruludur. Ama bu anlatı, kendisini tarihin hakikati olarak sunarken, hatıraların büyük kısmını suskunlukla mühürler. Dersim’i anlatır ama göçleri değil; 1915’i anlatmaz, yalnızca reddeder; 1980’i “normalleştirir”, Roboski’yi ise ya sessiz geçiştirir ya da kriminalize eder. İnkâr, burada sadece bir söylem değil — hafızaya yapılan politik müdahalenin kendisidir.

Michel Foucault, iktidarın bilgi üzerindeki işleyişini anlatırken “unutmanın bir iktidar tekniği” olduğunu da ima eder. Çünkü bilginin dolaşımı kadar, hafızanın da düzenlenmesi gerekir ki toplumlar “unutmaları istenen biçimde” hatırlayabilsinler. Bu, yalnızca arşivlerin nasıl tutulduğu değil; müfredatın nasıl yazıldığı, sokaklara hangi isimlerin verildiği, hangi filmlerin fonlandığı, hangi tür edebiyatın görünür kılındığı gibi bin bir günlük ayrıntıyla yürür.

Resmî tarih, çoğu zaman halkın geçmişiyle değil, devletin geleceğiyle ilgilenir. Bu nedenle “yüzleşme” gibi kelimeler, bu bellekte fazlalıktır. Hatırlamak, burada bir tehdit olarak algılanır. Çünkü hatırlayan, sadece geçmişi değil, hak talebini de birlikte taşır. Bu nedenle bastırılan her anı, aynı zamanda bastırılmış bir hakikattir.

İşte bu yüzden Kürt hafızası, “dağ Türkü” metaforuyla yerinden edilmek istenir; Ermeni soykırımı, sadece adıyla bile varoluşa tehdit sayılır; Cumartesi Anneleri’nin sessiz oturuşları bile “güvenlik” gerekçesiyle yasaklanır. Çünkü o hafızalar, yalnızca bir acının taşıyıcısı değil, bir başka anlatı rejiminin tohumudur.

Bazen bir mekân bile bu bastırmaya tanıklık eder: Diyarbakır Cezaevi hâlâ ayakta ama işlevsiz. Roboski hâlâ dağlarda ama görünmez. Sivas’ın Madımak Oteli, bir kültürel hafıza mekânı olması gerekirken, bir restoranın içine “dönüştürüldü”. Bellek burada biriktirilmez; örtülür.

Ama ne kadar bastırılırsa bastırılsın, unutturulan hep döner. Çünkü bastırılan her hafıza, başka bir bedende, başka bir anlatıda, başka bir sokak duvarında yeniden zuhur eder. Bu zuhur, bazen bir şiirdir; bazen bir ağıttır; bazen bir çığlık. Hatırlamak bazen bir isyandır çünkü — ve bu isyan, yalnızca adalet için değil, var olmak için hatırlamak zorunda kalanların sesidir.

Bu yüzden politik bellek çalışmaları yalnızca “geçmişi belgelemek” için yapılmaz. Aynı zamanda unutturulanın geri dönüşünü mümkün kılmak içindir. Bir halk kendi kaydını tutmaya başladığında, iktidar artık yalnız değildir: karşısında kendi arşivini yazan bir hafıza direnişi vardır.

Direnişin Hafızası – Alternatif Anlatılar, Karşı-Arşivler ve Bellek Mücadeleleri

Bazen hafıza, kayıtlara geçmez. Bazen sadece söylenmiş bir cümlede, bir annenin elindeki fotoğrafta, bir duvar yazısında kalır. Ama o cümle, o fotoğraf, o yazı bir kayıttır — sadece resmî olmayan bir türde.

Devletin arşivine giremeyen hafızalar, sokağın duvarına, ağızdan ağıza dolaşan anlatılara, şiire, filme, ağıta sığınır. Resmî olanın dışına itildikçe, kendi formunu bulur. Bazen şarkı olur, bazen slogan, bazen direnişin simgesi… Çünkü hafıza yalnızca korunmaz; yeniden kurulur, yeniden icat edilir.

Tam da bu yüzden hafıza bir çatışma alanıdır: Hatırlayanla unutturan arasında değil, hatırlamanın nasıl yapılacağı konusunda da bir mücadeledir bu. Hangi biçimle, hangi dilde, hangi estetikle?

Kürt hareketi, bu anlamda modern Türkiye tarihinin en kuvvetli karşı-hafıza mücadelelerinden birini verir. Sadece siyasal bir hareket değil; aynı zamanda belleğini yazan, yasını açıkça yaşayan, anlatısını kendisi kurmak isteyen bir halktırbu. Zorla kaybedilenlerin isimlerini yaşatmak, kayıp fotoğraflarını taşımak, Kürtçe’yi yeniden yazmak, anadilde şarkılar söylemek — bunların her biri bir hatırlama biçimi olduğu kadar, bir kimlik kurma eylemidir.

Aynı şeyi Cumartesi Anneleri’nde de görürüz: Sessizce oturmak, ellerinde çocuklarının fotoğraflarıyla beklemek… Bu bir protesto olduğu kadar, hafızayı görünür kılma ritüelidir. Galatasaray Meydanı, haftalık bir hafıza alanına dönüşür. Orada oturan bedenler, sadece kayıpların değil; yüzleşilmemiş geçmişin kolektif tanıklarıdır. Ve tanıklık burada yalnızca bir şeyin olmuş olduğunu söylemek değil; unutulmaması için beden olmak anlamına gelir.

Belgeseller, tiyatro oyunları, yerleştirmeler, hafıza yürüyüşleri… Bunların hepsi sadece estetik birer nesne değil; bellek için birer mücadele aracıdır. Örneğin Kayıp Otobüsü gibi projelerde, zorla kaybedilen kişilerin hikâyeleri taşınabilir ve anlatılabilir hale gelir. Bu anlatılar bir mekanı, bir yolculuğu, bir biçimi seçerek unutulmuş olanı kamusal alanda yeniden kurar.

Yani hafıza, artık sadece içselleştirilmiş bir yük değil; paylaşılan bir direniş biçimi haline gelir. Her hatırlama biçimi, aynı zamanda başka bir anlatının — başka bir politikanın — ihtimalini işaret eder.

Hatırlamanın Politikası:  Hafıza ve İktidar Arasında Yeni Bir Dil Mümkün mü?

Her hatırlama biçimi, yalnızca geçmişle değil, şimdiyle ve gelecek ihtimaliyle konuşur. O yüzden hafıza yalnızca bir yas biçimi değil; aynı zamanda bir tahayyül alanıdır. Ne hatırladığımız kadar, nasıl hatırladığımız ve hatırlamanın bizi nereye çağırdığı da önemlidir.

Şimdiye kadar bastırılmış hafızaları, karşı-anlatıları, direniş biçimlerini konuştuk. Ama burada durmak yetmez. Çünkü yalnızca unutmamak, bizi dönüştürmez. Hatırlamanın kendisini başka bir dilde, başka bir etikle, başka bir birlikte yaşama biçimiyle kurmak gerekir.

Hakikat komisyonları örneğin — Güney Afrika’da, Arjantin’de, Ruanda’da kurulanlar — yalnızca suçları belgelemek için değil, aynı zamanda hatırlamanın nasıl bir ortak dille mümkün olabileceğini düşünmek için var oldular. O komisyonlarda insanlar yalnızca “anlatmadılar” — dinlemeyi, sessizliğe saygıyı, bağışlamanın ya da bağışlamamanın ağırlığını da birlikte taşıdılar.

Bu noktada Walter Benjamin’in “şimdi zamanı” kavramı yeniden önem kazanıyor. Benjamin’e göre hakikat, geçmişte donmuş bir sabite değil; bugünle buluştuğunda açığa çıkan bir enerji alanına benzer. İşte o enerji, ancak ortak bir anlatı dili kurabildiğimizde ortaya çıkar. Ve bu anlatı, yalnızca acıya değil, başka bir yaşam imkânına da açılmalı.

Hafıza bir arada yaşama sorusudur

Kürt meselesinde olduğu gibi, yüz yıl süren bastırmaların ardından sadece tanıklıklar yetmez. O tanıklıkların tanınması, bir kamu diline dönüşmesi, bir hukuk, bir birlikte yaşam zemini üretmesi gerekir. Hatırlamak, burada artık bir geçmiş anlatısı değil; bir barış dili olmalıdır. Çünkü adalet, sadece geçmişte yapılanın tanınmasıyla değil, o tanımanın bugüne dair neyi değiştireceğiyle ilgilidir.

Bir annenin oğlunu kaybettiği yerde, bir başka annenin bakışına yer açmak gerekir. Bu kolay değildir. Ama mümkün olan sadece acının tekrar edilmesi değil; acıdan öğrenilen bir birlikte hatırlama pratiğinin kurulmasıdır.

Peki bu yeni hafıza dili nasıl mümkün olur?

  • Tek merkezli değil; çok sesli bir anlatı inşa etmekle.
  • Hatırlarken yalnızca kurbanları değil; tanıklık edenleri, susturulanları, susanları da düşünmekle.
  • Sessizliği “bilgisizlik” saymadan; onu da bir deneyim biçimi olarak ele almakla.
  • Ve nihayet, hatırlamanın bize yalnızca “ne oldu”yu değil, “bundan sonra ne olabilir”i de sordurmasına izin vermekle.

Bellek ancak böyle yeniden politik bir zemin kazanabilir: İntikamın ya da inkârın değil, yüzleşmenin ve ortak onarımındili olduğunda.

Son Söz: Hatırlamak bir başlangıç olabilir mi?

Üç yazılık bu yolculukta, unutmanın etik anlamını, anlatmanın estetik biçimlerini ve hatırlamanın politik rejimini birlikte düşünmeye çalıştım. Şimdi geriye belki de tek bir soru kalıyor:

Hatırlamak bir son değil de bir başlangıç olabilir mi?

Çünkü bazen bir şeyin yeniden anlatılması, onu yalnızca geçmişte tutmaz — geleceği kurmanın yoluna dönüşür. Eğer başka bir yaşam mümkünse, bu yaşam ancak başka bir hatırlama biçimiyle başlayacaktır.
Ve o biçim, belki de en çok şimdiye ait olmalı.

Alıntılar ve Kaynaklar

  1. Walter Benjamin – Tarih Kavramı Üzerine, çev. Ahmet Cemal, Metis Yayınları.
  2. Michel Foucault – Bilgi ve İktidar, çev. M. Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları.
  3. Jacques Rancière – Estetik ve Politika, çev. Işık Ergüden, Metis Yayınları.
  4. George Orwell – 1984, çev. Celal Üster, Can Yayınları.
- Advertisment -