Altı milyon yıl kadar öncesinde atalarımız Afrika savanalarında olabildiğince ağaçlıklı, korunaklı alanlara yerleşseler de, gecelerini kulakları tetikte, otların hışırtısını takip ederek geçiriyorlardı. İki farklı yanlışa düşebilirlerdi… Hışırtının sebebi rüzgârken bunu bir yırtıcı hayvana veya düşmana yormak; ya da hışırtının sebebi yırtıcı hayvan veya düşmanken bunu rüzgâra yormak…
İlkinde yapılan iş temkinli hareketlerle kalkıp etrafı kolaçan etmek ve endişe edecek bir durumun olmadığından emin olmaktı. Kişi boş yere dolanmış, enerji harcamış, gereksiz bir külfete katlanmıştı. Ne var ki atalarımız bu külfete hep katlandılar. Nitekim bugün bizler o külfete katlanmış olanların genlerini taşıyoruz… Çünkü çok şanslı değillerse diğerleri genlerini diğer nesillere aktaramadı…
Bunun nedeni ikinci yanılgının öldürücü olmasıydı. Eğer otların hışırdama nedeni yırtıcı bir hayvan ya da düşman bir grubun üyeleri ise ve siz onu rüzgâra yorarsanız muhtemelen hayatınızı kaybedersiniz.
Dolayısıyla temkinlilik, tedbirlilik, ön alma, gereksiz gözükse de hazırlıklı olma gibi özellikler bilinçdışımıza tam 6 milyon yıl öncesinden yerleşmiş durumda. Kaybedecek tek bir hayatımız var ve ilave külfetlerin bu kayıpla mukayese edilemeyecek kadar cüzi olduğu açık.
Söz konusu bilinçdışı dürtü bugün belirsizlik karşısındaki tavrımızı da büyük ölçüde şekillendiriyor. Araştırmalar kazanç ile kaybı eşit değerlendirmediğimizi, kayıplarımıza daha fazla ağırlık verdiğimizi ortaya koyuyor. Örneğin muhtemel kazanç ile kaybın aynı ve her iki ihtimalin eşit olduğu bahislere girmiyoruz. Bahsi kabul etmek için kazancın kayıptan çok daha fazla olmasını istiyoruz.
Bunun nedeni elimizdeki maddi imkânların sınırlı olması ve herhangi bir kaybın göreceli ağırlığını çok daha derinden hissetmemiz. Bilinçdışımız bizi muhtemel kayıplara karşı uyarıyor ve kaybın engellenmesi uğruna ilave çaba göstermemizi varoluşumuz açısından işlevsel kılıyor.
Bilincimiz bu öğüdü ahlaki bir tutum haline getirmiş. Şartlar lehimize olsa bile bize düşen, gelişmeleri oluruna bırakmamak, işimizi hakkıyla yapmak… Hele kaybedeceğimiz kazanacağımızdan daha fazla ise, şartlar lehimize olsa bile, yapmamız gerekenlere çok daha titizlik, ciddiyet ve sebatla sarılmamız, hiç açık kapı bırakmamaya çalışmamız çok daha akıllıca.
Üzerine yıllardır yazılan ve öngörülen pandemiye bu denli hazırlıksız yakalanmamız, aslında bu kadim sağduyuya pek de rağbet etmediğimizi, kolaya kaçmaya, gerçekleri görmezden gelmeye daha yatkın olduğumuzu gösteriyor. Dolayısıyla her fırsatta kendimizi atalete düşmemek için uyarmakta yarar var.
Türkiye’de şu an içinde olduğumuz siyasi denklem bu türden… Hak ve özgürlüklerin yerleşmesinden, demokratik bir devlet/toplum ilişkisi ve kamusal alan oluşumundan yana olanların kaybedecekleri çok fazla, çünkü bu nitelikler zaten büyük ölçüde tırpanlanmış ve ‘doğallaştırılmış’ durumda. Kazanılabilecek olanın ise kalıcılığı kuşkulu, çünkü bu ülkede siyasi denklemin güçlü bir aktörü olan devlet söz konusu demokratikleşmenin karşısında.
Bu tespite karşı iktidarın da kaybedeceğinin çok fazla, kazanacağının ise az olduğu öne sürülebilir ve doğru bir gözlem olur. O halde, ‘her ikisinin de kaybedeceği kazanacağından daha fazla olan iki siyasi iradenin karşılaşmasından nasıl bir sonuç çıkması beklenir’ diye soralım.
Basit cevap şudur… Hangisi 6 milyon yıllık insan deneyimini bilinçle sahiplenir, hedefine kilitlenir ve amacı doğrultusunda gerekli emeği harcarsa onun şansı artar. Eğer bu iradeyi biri gösterirken, diğeri hayatın zaten kendi isteği doğrultusunda aktığını düşünürse, irade gösteren şu veya bu şekilde büyük ihtimalle kazanır, ya da en azından kaybetmemeyi garantileyecek arka planı kurgular.
Bugün iktidarın ‘yeni anayasa’ hamlesini sadece gündem değiştirmek olarak yorumlayanlar umarım haklı çıkarlar… Ama ya öyle değilse? Ya amaç 2 yıllık bir gündemi adım adım oluşturmaksa? Bir süre sonra medya yeni anayasanın ilkelerini, ardından adalet mekanizmasında nasıl harika bir ‘reform’ gerçekleştireceğini tartışmaya başlarsa? Bu ‘reformun’ doğal olarak kamu nizamına sahip çıkması gerektiği, nitekim Boğaziçi Üniversitesi olaylarının PKK’dan FETÖ ve İBDA-C’ye tüm ‘millet karşıtı’ örgütlerin nasıl işin içinde olduğunu gösterdiği tekrarlanıp durulursa?
O zaman muhalefet ne yaparsa yapsın pişirilmekte olan bu aşın altına odun atmak zorunda kalabilir. ‘Reformun şu veya bu halinin desteklenebileceğini’ söyleyenler çıkar… Ve bir bakmışsınız kamuoyu yoklamalarında yeni anayasayı destekleyenler yüzde elli civarında. Referandum önergesini Meclis’te engelleyen muhalefet bu kez milli iradeyi bastırmakla suçlanma durumunda kalabilir. Ve muhalefetin bir bölümü de referanduma gitmeyi daha doğru görebilir…
Umarım bunlar yaşanmaz… Ancak iktidarın işi oluruna bırakmayacağını, elinden gelen her türlü taktikle hedefe yoğunlaşacağını öngörmek durumundayız. Hal böyle iken muhalefetin gidişatla ilgili iyimserliği iktidarın ekmeğine yağ sürecektir.
İyimserlik iyidir… İnsana umut ve enerji verir. Ancak iyimserlikten hareketle gerçeklik üretmeye kalkmak ölümcül olabilir. Gerçeklikten hareketle iyimserliğe uzanmanın daha akıllıca olduğunu 6 milyon senedir biliyoruz. Bunun anlamı iyimserliği hak etmek gerektiğidir… İşimizi doğru yapacağız, emek harcayacağız, kafa yoracağız ve kolaya kaçmaktan vazgeçeceğiz.
Çünkü Türkiye’nin toplumsal zihniyeti ve siyasi kültürü anayasacı ve meşruiyetçi bir niteliğe sahip değil. Trump gibi birinin ABD’ye verebileceği zarar sınırlıdır… Onu kuşatan kültürün ataerkil/otoriter bir liderliğe tahammülü ancak bir yere kadardır. Oysa bizdeki toplumsal zihniyet keyfi, denetimsiz, ahlaki kaygılar taşımayan bir yönetime razı olmaya çok daha meyyal.
Yaşadığı oy kaybı iktidarı yeni stratejilere yöneltirken muhalefeti rehavete sürüklerse, sonuç bir başka hüsran, yerinde sayan bir Türkiye olur. Karşımızda bir Erdoğan değil, devlet projesi var… Toplumun içinde belirgin bir ayrışma, çatışma, kimliksel veya ideolojik kopuş yokken, hatta kimliklerin melezleşmesine tanık olunurken, devletin İttihatçı anlayışı yeniden kalıcı hale getirmek üzere giriştiği bir proje…
Eğer gerçek bir ‘muhalefet’ üretilecekse, aktörlerin bunu kendi kalıplarını aşarak, olayın ciddiyetinin gerektirdiği emek ve özveriyi ortaya koyarak göstermesi gerekecek. Kendimizden memnuniyet bu süreçte en büyük handikap. Şişkin bir iyimserlik yaratır ve başka dayanak üretilmezse insanları giderek gerçekçi temeli olmayan bir iyimserliğe sarılmak zorunda bırakır.
Muhalefetin iyi yaptığı birçok şey var. Farklı muhalif aktörlerin çok daha esnek ve kapsayıcı olmaya çalıştıkları da doğru… Ancak bizler için büyük adımlar Türkiye için henüz çok küçük adımlar olabilir. Sonrasında geriye bakıp neyi farklı yapmalıydık diye sormaktansa, bunu şimdi sorup ona göre davranmak daha sağlam bir tutum.
Belki otların hışırtısını yaratan gerçekten de rüzgârdır… Ama ya değilse?