Halen Türkiye’yi yöneten iktidarın tutarlı bir çizgi izlediğine kuşku yok. İhale yasasının suistimal edilerek kamu kaynaklarının yandaşlara peşkeş çekilmesi, gerekli liyakate sahip olmayan yakınların devlet görevlerine atanması, hukuk sistemini yürütmenin ihtiyaçlarına göre işletecek kişilerin hızla terfi ettirilmesi, parlamentonun iktidar taleplerini meşrulaştıran kişiliksiz bir heyete dönüştürülmesi…
Liste uzayabilir, ama iktidarın hedeften bir an bile şaşmadığını, ülkeyi bilinçli bir irade ile yozlaştırdığını teslim etmek lazım. Bu becerinin sırrını gemlenemeyen bir hırsta ve onu besleyen müdanaasız cehalette aramak mümkün. Ancak madalyonun diğer yüzünü de sorgulamamız lazım: Toplum bu yozlaşmaya nasıl ve niçin razı oluyor?
Sonuçta yozlaşma insanların refahını veya özgürlüğünü artırmıyor, onları daha adil bir düzende yaşatmıyor, daha eşitlikçi ve karşılıklı güvene dayalı bir toplumun üyeleri yapmıyor. Hatta tüm bunların ters yönde derinleşmesine neden oluyor.
Yozlaşmaya razı gelinmesinin ardında muhakkak ki Osmanlı’dan bu yana toplumun kamusal alana müdahale geleneğinin zayıflığı, devleti elinde tutanların hükmüne razı olma eğiliminin ağır basması rol oynuyor. Ancak iktidarın da hakkını teslim etmemiz lazım… Çünkü toplumu paralize eden iki özellik sergiliyor.
Biri dış politika üzerinden geliştirilen ‘yeniden büyümeci’ dil ve eylemler. Topluma Türkiye’nin bir anlamda ‘yeniden doğmakta olduğu’, dünyada hak ettiği yeri ‘yeniden’ alacağı, Türkiye’siz hiçbir adımın atılamayacağı söyleniyor. Bu arada yakın coğrafyadaki tüm çatışmalara taraf olunuyor, fırsat varsa teşvik ediliyor… Sonuç herkesi kuşatan bir milliyetçi atmosfer.
Toplumun bunun cazibesine kapılmaması zor. Kimliğini devlet eliyle tanımlamış, kişiliğini devlet üzerinden şekillendirmiş bir toplum bu… Hamasi, yüzeysel ve gerektiğinde çarpıtılmış resmi tarih anlatısının da gösterdiği üzere, bir aşağılanmışlık, takdir edilmemişlik, eziklik duygusuna sahip. O nedenle bu iktidarın çoğu zaman ahlaki ilkeleri, bazen uzun vadeli akılcı bakışı ihlal eden dış politika heveskârlığı insanların başını döndürebiliyor. İktidarın ‘sağlam duruşu’ bizleri tarihi yeniden yazma hayallerine sürükleyebiliyor…
Toplumun bu ‘büyük yozlaşmanın’ her sonucundan muzdarip olmasına rağmen duruma razı olmasının ikinci nedeni, her şeye rağmen iktidarın bir siyasi özne olarak ‘büyüklüğünü’ sürdürmesi. Aralarındaki farklılıklara, gizli çekişmelere karşın iktidar ortakları her fırsatta Cumhur İttifakı’na sahip çıkıyor, bu ittifakın kalıcı olduğunu, bölünemez, parçalanamaz niteliğini vurguluyorlar. Verilen mesaj Cumhur İttifakı’nın kaderinin siyasetçilerin elinde olmadığını, bunun bir ‘devlet’ ittifakı olduğunu, gücünü devletten aldığını söylüyor.
Dış politikadan beslenen milliyetçilik ile ittifakın öne çıkardığı devletçilik birleştiğinde ortaya çıkan ‘ağırlık’ toplumu haliyle paralize ediyor, çünkü bu alternatifi aranacak bir ideolojik konum değil. İç dünyamızda zaten ‘olması gereken’ durum… Maliyeti yozlaşma olarak ödeniyor olabilir, ama denebilir ki yozlaşma az çok hep vardı, fakat kimliğimizi ve kişiliğimizi bulduğumuz bir yönetim kolay gelmez… Hele dünyanın bu karışık döneminde asıl ihtiyacımızın ‘sağlam’ bir iktidar olduğunu düşünürsek.
Dönelim muhalefete… Muhalefet ‘büyük yozlaşmanın’ esas olarak ‘yozlaşma’ tarafı ile ilgili ve o alanda fena bir sınav vermiyor. İktidar her konuda ve her fırsatta gayet yetkin şekilde eleştiriliyor ve doğrular gösteriliyor. Ancak ‘büyük’ tarafının gücünü kavramamış gözüküyor. Bu ‘büyük’lüğü muhatap alan bir duruş üretilmedikçe yozlaşmaya karşı çıkmanın yetersiz kalabileceği pek idrak edilmiyor.
Nitekim ülkücü insiyaklı kişilerin karıştığı son sokak saldırıları sonrasında muhalefet içinde MHP ile AKP arasındaki mesafeyi açmanın iyi bir strateji olacağı fikri doğdu. MHP’nin hükümette olmamasına rağmen sürdürdüğü nobranlık ve ideolojik hükümranlığından Erdoğan’ın da rahatsız olduğu öne sürüldü. Eğer bu iki partinin arasındaki mesafe açılırsa Erdoğan’ın muhalefete yanaşabileceği spekülasyonu yapıldı…
Unutmayalım ki 15 Temmuz darbe girişimi sonrası şu anki sistemi öneren Bahçeli idi ve parlamenter sistemde tek başına iktidarı garanti olan Erdoğan, yine de kendisini desteğe muhtaç kılacak olan cumhurbaşkanlığı sistemini tercih etti. Acaba niçin? Bazıları ‘muhtemelen şu veya bu nedenle itiraz edemeyecek durumdaydı’ diyebilir. Veya ‘hayalinin hep tek başına yönetmek olduğu’ söylenebilir. Ancak gelen teklifin önemli bir niteliğini atlamamak lazım: Bu bir ‘Devlet’ teklifiydi… Siyasetin ötesine geçme fırsatı veren bir teklif…
O nedenle bugün Cumhur İttifakı ‘sağlam’ duruyor ve ne yaşanırsa yaşansın ortaklar arasında bir kopukluk olması zor. Bürokrasi ve yargı paylaşılmış, iktidar ortakları bu alanda iç içe geçmiş durumda. Ortaklar arasında bir kopuş MHP’nin siyasi işlevini yitirmesine, Erdoğan’ın ise aşırı kırılgan hale gelmesine neden olacaktır. Bu yüzden zaman geçtikçe karşılıklı bağımlılık da artıyor. İktidarın oyu düştükçe birbirine duyulan ihtiyaç büyüyor… Hukuk ve sokak siyasetin uzantısı haline geldikçe aradaki sınırlar belirsizleşiyor.
Dolayısıyla Erdoğan’ın MHP’den uzaklaşmasını hedefleyen bir muhalefet ancak Erdoğan’ın toplum nezdindeki imajını güçlendirmekle kalır. Çünkü böylece onsuz hiçbir şeyin yapılamayacağı ve muhalefetin siyasi güçsüzlüğü tescillenmiş olur.
Durumu kavramak için hemen her ankette tekrarlanan iki soruyu ele alalım. ‘Bugün seçim olsa kime oy verirsiniz’ dendiğinde yanıtlar iktidarın oyunun sürekli düştüğünü gösteriyor. Öyle ki muhalefet seçimi kazanıyor… Diğer bir soruda ise cumhurbaşkanlığı için Erdoğan’ın karşısına aklınıza gelen bütün adayları yerleştirerek ‘kime oy verirsiniz’ deniyor ve bütün eşleşmelerde Erdoğan kazanıyor, adayı kim olursa olsun muhalefet seçimi kaybediyor.
Bu çelişkiyi nasıl açıklamak lazım? Belki de çelişki yok… Belki de insanlar ilk soruda ‘yozlaşmaya’, ikincisinde ‘büyüklüğe’ bakıyorlar. İşlerin iyi gitmediği açık olduğu için iktidara daha az destek veriyorlar, ama geleceğe bakıp ‘kim düzeltebilir’ diye sorduklarında güce yanaşıyorlar.
Erdoğan’ı MHP’den uzaklaştırma arayışı söz konusu gücü daha da artıracaktır. Ve muhtemelen durum olgunlaştığında Erdoğan yeniden eski ortağına dönecek, ya da ‘Devlet’ güçlenen Erdoğan’ı elinden kaçırmayacaktır.
Muhalefet yozlaşmaya işaret ederken haklı ve doğru bir iş yapıyor. Liyakati, ahlakı, dürüstlüğü, açıklığı, kuralları vurguluyor… Ne var ki yaşanan ‘yerli ve milli’ bir yozlaşma. Dolayısıyla kabul edilebilir, itiraz edilmesi zor, kerhen de olsa taşınabilir bir yozlaşma…
İktidarın ‘yerli ve milli’ çerçevesine giren her gayrı ahlaki iç ve dış tasarrufunu kabullenen, bunlara ancak utangaç düzeltmeler sunabilen bir muhalefetin siyasi işlevi yozlaşmayı dolaylı olarak meşrulaştırmaktır. Muhalefetin ‘sert’ eleştirileri iktidarı koruyan ideolojik kabuğa çarpıp geri dönüyor. Çünkü iktidar hala ‘büyük’… Ama muhalefet ‘büyük’ değil…
Muhalefet parçalı, bireysel, kopuk… ‘Büyük’ olması için şimdiden açık şekilde yan yana gelmesi, birlikte siyaset üretmesi, bu birlikteliği sahiplenmesi ve ülkeye de bu çerçeve içinde sahip çıkması gerek. Bunu yaparken, yerliliği, milliliği, devleti ve toplumu yeniden tanımlayan, akıl ve ahlaka saygılı bir vizyon ortaya koyması gerek.
Büyük yozlaşmayı eleştirmek yeterli değil… Büyük de olmak lazım.