Yurt dışındaydım. Epey zaman önceydi. Sevimli bir kuzey kasabasındaydım. Amerikalı bir profesör, hakkı yeterince teslim edilmemiş bir sosyoloji klasiğinden, The Polish Peasant in Europe and America adlı kitaptan bahsetmişti. 1800’lerin sonlarında Amerika’ya göçmek zorunda kalan Polonyalıların yeni geldikleri bu bambaşka ülkeye tutunma çabalarını anlatan kitap, o güne kadar yapılmamış bir şey yaparak, gidenlerle geride kalanlar arasındaki yazışmalara, günlüklere ve diğer yazılı kayıtlara bakıyordu ve böylelikle, sonradan içerik analizi diye bilinecek yöntemin derli toplu ilk örneklerinden birini sunmuş oluyordu. Hattâ denebilir ki Chicago Okulu’nun en önemli ilham kaynaklarından birini oluşturuyordu. Bu bakımdan önemliydi!
Bu iki kıta arasında yapılan yazışmalar gerçekten de ne çok şey söylüyordu. Gidenlerin bir türlü geride bırakamadıkları hayatlarını hiç olmadığı kadar bilince getiriyor; böylesi bir yer değiştirme olmasa sıradan görülebilecek sayısız küçük ayrıntı gerçek değerini açık ediyordu. Geldikleri yerin tam aksi bir dünyanın içinde yaşanan büyük şoklar, başka hiçbir yolla elde edilemeyecek bir malzeme ve veri çıkarıyordu ortaya. Kitabın bilim tarihi içerisindeki bu önemli yerine rağmen içeriğindeki mektupların etkileyiciliği her nedense benim için biraz yüzeyde kalır gibi olmuştu. Bunda, son derece özel kullanımların İngilizceden okunmasının da önemli bir neden olduğunu sanıyorum.
Bu sevimli kasabanın oldukça sevimli bir halk kütüphanesi vardı. Akşamları sokaklarda kandiller yanar, ortalık erkenden bir masal atmosferi oluştururdu. Böylesi bir atmosferde dilediğiniz saatte kütüphaneye gider, istediğiniz kitabı raftan alıp İKEA kanepelerine oturarak -ve hattâ uzanarak- uzun uzun okuyabilir, kafeteryasına inip kahvenizi maliyet fiyatına alabilir, kendi masalınızı yazabilirdiniz. Türkçe kitapların olduğu raflar doğal olarak ilgimi çekiyordu.
Bir gün yine raflarda gezinirken ilginç bir kitapla karşılaştım: Kululular Neden Ağlıyor? Ahmet Samancı adı yazıyordu üzerinde. Türkiye’de bilindik bir isim olmadığından emindim. Kitabı elime aldım ve kanepeye oturdum. Biraz baktıktan sonra nasılsa merakımı tatmin eder güne devam ederim diye düşündüğümü hatırlıyorum. Fakat yaşadığım şok daha ilk cümleden başlamıştı. Şu an aklımda kaldığı kadarıyla hikâye, birkaç gün önce Kulu’nun dağlarında çobanlık yapan, koyunlarının peşinde türkülerini söyleyen bir kişinin sadece birkaç gün sonra çeşitli tesadüflerle kendini Stockholm’de bulmasıyla başlıyor ve sonrasında içinde yer aldığı, kendisi gibi göçmen işçilerin yaşadıklarını anlatıyordu. Memleketleriyle olan ilişkileri, maden ocaklarındaki ağır şartlara göğüs germe biçimleri ve bu yeni kültüre dair görüp gözledikleri… Stockholm’ün T-Centralen denilen tren garında geçirmek zorunda oldukları geceleri, her gün yeniden yaşadıkları kültür şokları da bugün gibi kalmış aklımda.
Geldikleri yerlerle kurdukları ilişki de çok güçlü bir biçimde anlatılıyordu tabii. Hep ağlayan Kululular vardı kitapta. Gözü hep yaşlı insanlar. En çok düşündükleri şey bir gün öldüklerinde nereye gömülecekleri olan, toprağa görülmemiş derecede bağlı bu insanların trajik yazgıları, içerden biri tarafından kaleme alınıyordu. Gidenler kadar kalanların hayatının da ne denli dramatik bir biçimde değiştiği, bozulan eski mütevazi düzenin yerine konulanın eski kaybı hiçbir zaman geri getirmeyecek oluşu çok net olarak veriliyordu. Mektuplar da vardı içinde. Kitabı bitirinceye kadar oturduğumu hatırlıyorum. Dahası, üzerine oturduğum İKEA kanepesinin de saatlerce oturmak için göründüğü kadar rahat olmadığını… Fakat bunu hissetmeyecek kadar sert bir şok yaşamıştım. Bu nasıl bir hikâyeydi böyle. Bizim Polish Peasant’ımız kesinkes bu kitap olmalı dedim kendi kendime. Bugüne kadar neden kimse bunu görüp düşünmedi acaba, diye sordum. Yabancı dillere çevrilmiş mi diye baktım, ama bekleneceği gibi çevrilmemişti. Yazık ki bunu yapacak durumda değildim. Üzerimden geçmeyen etkisiyle elim tam varmayarak kitabı aldığım yere bıraktım. Bir süre sonra tekrar bakmak ve en azından Amerikalı profesöre bahsetmek geldi aklıma, ama kütüphanede bulamadım. Kayıtlara baktırmam da işe yaramadı. Kitabın izini kaybettim ve o gün bu gündür sahip olamadığım bir kitap olarak hafızamda ayrı bir yer ayırdım. Tuhaf bir şekilde, bu hiçbir yerde satılmayan, sadece İsveç kütüphanelerinde okunabilen bir kitaptı!
Şimdi, Abbas Sayar’ın Kır Bayır’ını okuyunca bir kez daha hatırladım bu kitabı. Kır Bayır da en az onun kadar içli, etkileyici ve sert bir kitap. Anadolu insanının kaderi olmuş dik yokuşların kitabı. Almanya’ya işçi olarak gitme furyasının Yozgat’ın küçücük köylerinde yaşanan naif ve içli hallerine ışık tutuyor. Bu kez farklı olarak, gidenler değil kalanlar, ana karakter. Gidenlerin mi yoksa kalanların mı daha zorda oldukları, hangi tarafın daha “acı vatan”da olduğunun çok net olmadığı bir atmosferi var. O küçük dünyaların kendi halindeki, kıpırtısız düzeninin nasıl bir anda “harman yeri gibi” savrulup un ufak oluşunu anlatıyor: “Köy artık elma ağacının ilaçlanmasını, bağın kükürtünü, ekinin bire kaç vereceğini unuttu. Alamancılık cezbesi ile birlik köye yalan yanlış düzen gelmişti. Akşamları eskiden kalık iki üç odanın ışıkları yanmaya başladı. Üstelik akşamın ilk saatlerinde oturacak yer kalmıyordu.” (s.39).
Akşam ajansı ya da yatsı namazı sonrası derin bir uykuya dalan bu insanlar gece ışığında ne konuşuyorlardı? Kendilerince strateji yapıyorlardı. Satılan tarlaların pişmanlığı dindiriliyor, gideceklere teselli veriliyor, topraklarından ayrılma ihtimalinin yarattığı iç korkusunu bertaraf etmeye çalışıyorlardı: “Alaman’ı sittin sene yurt yuva yapacak değilsin ya… Yarım Yemen esgerliği kadar bir zaman kalıp dönersin. İşin başı senin paralı dönmen. Bu Alamancılığın kolay kolay sonu geleceğe benzemez. Onun sonu gelmeyince de mal, tarla her zaman tırıp… Beğen beğendiğini al.” (s.37)
Derken gitme vakti… kuralar çekilir ve şans Müslüm Ağa hanesine gülmüştür. Müslüm Ağa’nın oğlu Raşit — ki kitabın ana karakterlerinden biri de odur — gitmeye hak kazanınca, yine ışıkların kapanmadığı bir gecede şöyle der Baba Müslüm: “Yavrularım, bize, köylü milletine kahkaha düşmez. Yakışmaz da… Köylü milleti ucu yürekten gelmeyen bir gülüş atar arada. Bir de hınzırlığı tutunca bıyık altından güler. Bizim kahkaha atmamız usul dışı emme, neyleyim bugün içimden geliyor. Tanrım hayırlara tebdil eylesin…” (s.50)
Bir de “işini iyi bilen” bir karakter vardır: Gani. Alamancılık furyasını fırsata çevirir, köylüyle devlet kurumları arasında aracılık rolü oynayarak köylüden topladığı paraların önemli bir kısmını kendine ayırır. Her nabza göre şerbet verebilen biridir o; halkını çok iyi tanıyan ve tam bu nedenle kendi zaaflarıyla halkın zaaflarını birleştirmesini çok iyi bilen, kasaba politikacılarının kralıdır.
O yıllarda Demokrat Parti — köylü deyişiyle Gırat — ve 1960 sonrasında Adalet Partisi yükseliştedir. Gani köye gelip rapor verecek yetkililerin Gırat’a ilgi duymayacaklarını düşünerek şu nutku atar:
“Gözü kör olsun yokluğun… Tüm bir belaların başçavuşu o… Sefilsek, ehlaksızsak, haşavuzdan namuzsuzsak, bütün bunların dabanı yokluk. Ta Osmanlı’dan bu yana devleti de hökümeti de dönüp köy yönüne bakmamış, ırgat tarlası görmüşler köyü. Südü az çıksa da sağmal inek görmüşler köylüyü… O almış buna vermiş, öteki almış berikine vermiş. Bakmışlar un çuvalı, vurdukça tozuyor. Sözlerinin genç mühendislerin hoşlarına gittiğini sezinliyordu. İçinden: ‘Acep şunlara İşçi Partisi’nden de söz açsam hoşlanırlar mı?’ diye söylendi… ’Bizim buralarda pek taraf tutmadı emme, umut İşçi Partisi’nde… Bizim gibi sersefilleri gurtarırsa bu parti gurtarır. Emme gel gör, anlat şu köylü milletine… Fayda nereden gelir, zarar nereden gelir? Gel anlat bunlara. Dinimizi gurtarmış Gırat. Bizi dünya yüzüne çıkarmış… Şimdi de onların kökünden süren filizi deyi hepiciği Adaletçilerin peşinde. Gurtardıkları köylüye bakın beyler… Bir ipliğini çeksen kırk yaması birden düşüyor. Açlıktan nefesi kokuyor. Alamancı olacağım diye birbirini kırıyor. Dinini, dilini, huyunu bilmediği gavurun yanına, uşaklığına can atıyor. Gözü kökü, umut direği tarlasını kan ağlaya ağlaya satıyor.” (s.61)
Köylü çözümü İşçi Partisi’nde değil işçilikte görür. Sulu tarlasını satan Alamanya yolunu tutar. Sonra işte Polish Peasant’taki mektuplaşmalar başlar. İlk mektuplardan birinde Raşit babası Müslüm’e şöyle anlatır yeni ülkesini: “Biz de orada dünyada mıydık? diye düşünüp duruyorum. Bizim köy imamının Cuma hutbesinde anlattığı cennet nafile… Elin gavuru dünyada öyle bir cennet kurmuş ki, tarifatı mümkün değil… yine de burnumda tezek kokusu. Boz bulanık yollar. Yine de bir ay geçmeden yüreğimde sıla hasreti.” (s.96)
Abbas Sayar’ın en önemli özelliği bu “yine de”lerin sırrına vukufiyetidir. Çok iyi anlar, bu toprak insanının toprağıyla arasında kurduğu görülmemiş bağı. Bir yerde Müslüm’e şöyle dedirtir: “Toprak, Allah’ımın dünyadaki umumi vekili… Kar, yağmur da kâhyası… Her bir şeyi düzen içinde…” (s.129)
Her hasat zamanı bu insanlar “duygusal bir raks” içine girerler. “Doğa veriyordu. İnsan gerçekten doğaya verdiğinin, çabasının, gücünün çok çok üstünde bir şeyler aldığının farkında oluyor, aza çok veren, çaresizliğinde bile insanı koruyan toprağı, yüreğinin bütün saygısı ile selamlıyordu.” (s.129)
Sonra şöyle der:
“Aslında Müslüm’ü doğanın cömertliği karşısındaki duygusallığı yormuştu. Alın terinin karşılığını almanın gururu yormuştu… Sonra biçimlendiremediği bir iç çırpınışında: ‘Namazdan, niyazdan böyük bir oluş,’ diyordu. ‘Namaz, niyaz heç bir kez bana ne bu gönül çarpıntısını verdi, ne de bu yürek serinliğini…’ Anadolu insanının yüceliği, mutluluğu buydu zaten. Sınırlı, az, ama yücelerin yücesi büyük… ’Bizim toprağa kul, kurban olmamız bu yüzden…Kanlı, gıtalli olduğumuz bu yüzden…Toprak yeryüzünde Rabbimin elçisi…Biz de onun ümmeti…'” (s.130)
İşte bunu, bu yüceliği kaybeder köylü, Alamancılık sevdasına düştüğünde ve sadece sulu tarlalarını değil, bütün bir içsel huzuru kaybedecektir beraberinde. Sulu tarlanın suyu içten içe akıtılan göz yaşına dönüşür.
Sayar, Anadolu’nun hareketsiz suskunluğunu toprağın soğuk aylardaki suskunluğuna benzetir. İçten içe yaşama gücü biriktiren bir bekleyiştir o, yoksa var olma gücünü kaybediş değil…İşte Alamancılık yalnızca yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen inşa etmekle kalmaz; bu içsel yaşama gücünü önemli ölçüde bitirir ve sonrası bütünüyle bunu geri kazanma çabasından ibarettir. Ve tıpkı The Polish Peasant’ta olduğu gibi, bu sadece giden taraf için değil, belki daha çok kalan taraf için geçerlidir.
Kısacası, Abbas Sayar kitapları her bahar yeni bir uyanışla toprağın içinden gün yüzüne çıkan yeşillikler gibi, uçsuz bucaksız suskun toprakların içindeki yaşamı oldukça canlı bir biçimde göz önüne çıkaran, bu insanların toprakla olan bağını ve ona olan bağlılığını anlamadan herhangi bir sosyoloji yapılmamasını salık veren bir kitaptır. Abbas Sayar, okunası bir yazardır…