İnsanlar 31 Mart’tan itibaren gündemi hayretler içinde takip ediyor olmalılar. Önce, 14-28 Mayıs’ta seçimlere ilişkin oturmuş kanaatleri kökünden sarsan seçim sonuçları geldi. Peşi sıra Van’daki mazbata krizi. Hoş, herkes kayyuma alışıktı ama CHP’nin yoğun desteğini ve neticesinde YSK’nın iptal kararını kimse beklemiyordu herhalde.
Keza, Filistin inisiyatiflerinin giriştiği protestolar ve uyandırdıkları etki de hayret verici olmalı. Türkiye’deki protesto damarı belki hiç solmadıysa da hayli kurak kalmıştı. Bu kuraklıkta baş gösteren protestolar ise çok daha yoğun bir tepkiyle karşılandılar. Gerçi o zamandan bu zamana tepkinin yoğunluğunda bir azalma olmadı ama bu defa farklı olan kolluk kuvvetlerinin tepkisinin de ters tepmesi, arzulananın çok ötesinde neticeler uyandırmasıydı. Beyoğlu’ndaki İsrail’le ticaret protestosuna gerçekleştirilen yoğun müdahaleyi takiben yaşananlar bir hayli ilginçti: Sosyal medyada hayli eleştirildiği gibi sözgelimi Konya’da İsrail’le ticaret aleyhtarı protestolar başladı; iktidar safları içinde yer alan ve İslamcılığı sahiplenmeleriyle maruf zatlar da ticaret meselesinin iler tutar yanı olmadığını hayli vurgulu dile getirdiler. Neticesinde bu protesto damarı daha önceden kestirilemeyecek denli yüksek bir hızla kitleselleşti.
Bu kitleselleşmenin kazanımı ise 9 Nisan itibariyle Ticaret Bakanlığı tarafından açıklanan kısıtlama tedbirleri oldu. Bu tedbirlerle birlikte 6 aydır İsrail’e yapılan ihracatın içinde zımnen kabul edilen jet yakıtının, betonun, çeliğin ihracatının “kısıtlanacağı” duyuruldu. Yoğun kamuoyu desteğine kavuşan protestolardan hemen sonra amasız fakatsız böylesine bir geri adımın atılması da herhalde takip edenleri çokça şaşırtmış olmalı.
Uzun zamandır iktidarın yekpare ve bölünmez bir bütünden oluştuğu inancı oturmuştu. İktidarın farklı klik ve paydaşları arasındaki gerilimler, çatışmalar, sürtüşmeler Erdoğan’ın liderliği ile baskılanıyor ve tüm olası çatlakların da üstü örtülüyordu. Bir kavgadan söz ediliyorsa dahi bu ancak fısıltılarla, kulis bilgileriyle, dedikodularla mümkün oluyordu. Bunun ötesinde dışarıya yansıyan, kamuoyunca bilinen bir ayrışma da söz konusu olmuyordu.
Ancak seçim sonrasının atmosferi fısıltılarla kotarılmayacak denli büyük ve etkili krizleri ardı ardına doğurdu. Haliyle mazbata krizi de öyle kolayca, suya sabuna dokunmadan geçmedi. Uzun zamandır görülmeyen biçimde iktidar paydaşı isimler birbirlerini alenen kınamaya ve dahi itham etmeye başladılar. Bir defa surda gedik, iktidarda çatlak açılınca ıstakozlar bile bu mücadelelerin fitilini ateşlemeye kafi gelir oldu.
Tüm bu şaşırma hislerinin ve birbiri ardına kopup gelen hayret verici olayların somut bir gerçekliğe denk düştüklerine işaret etmek gerek. Zira yüzeysel bir bakışla hayret edilesi bulunacak bu olaylar artık tekil örnekler değiller. Aksine Türkiye’nin içine girdiği yeni bir duruma işaret ediyorlar.
Sonda söylenecek olanı şimdi söyleyelim: 31 Mart’ın hemen akabinde birbiri ardına pıtrak gibi gündeme gelen bu olaylar ancak yerel seçimlerin yarattığı bir atmosferde ortaya çıkabilirler ve ancak böyle bir atmosferde kitlesel bir etki uyandırabilirlerdi.
Bunun iki temel sebebi var. Birincisi, artık politik arenadaki tek güçlü oyuncu Devlet ve Devletlü kadrolar değil; tüm Türkiye sathına yayılan bir zafer kazanarak muhalefete geçmiş yerel yönetimler de ciddi bir oyuncu olmaya aday ve bunu talep ediyor. Merkezi idarenin karşısında kendilerini milli iradenin temsilcileri olarak görüyorlar ve görmeliler de. Seçim sonuçları bir ayrımı gerçek haline getiriyor: Ankara’ya karşı taşrayı, valiye karşı belediye başkanını tahkim ediyor. “Yeter Söz Milletin” şiarında karşılığını bulan halka dayanma bu defa yerel yönetimler üzerinden bir karşılık buluyor. Bu ayrım muhalefetin kazanmasının sebebi değildir, aynı zamanda güçlü olmayı sürdürmesinin koşuludur da. Bu sezgi düzeyinde kavranıyor olacak ki seçim zaferinin hemen akabinde Özgür Özel “Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır” demekten geri durmuyordu. Zaferin sebebi şüphesiz doğru teşhis ediliyor, hatırlanmalı ki anlık bir zaferin kalıcı bir duruma dönüşmesi de “devlete karşı milleti” bir şiara çevirebilmek.
Bu ayrımın vuku bulması ve siyasi arenanın tek oyunculu olmaktan çıkması bir imkânı da beraberinde getiriyor elbette: gazetecisinden tutun aktivistine, derneğinden tutun medya kuruluşuna kadar sivil toplumun içinde yer alan aktörler kendilerine yaslanabilecek bir duvar, dayanabilecekleri bir destek noktası, zorda kaldıklarında rücu edebilecekleri bir merciye kavuşuyorlar. Artık kurulu düzene yahut devlet politikalarına muhalefet ettiklerinde devlete karşı yalnız ve savunmasız değiller. Bir dayanak noktası bulmak ya da bu noktaya sahip olduğunu varsaymak dahi seslerin daha güçlü çıkmasına, daha çok yankı uyandırıp destek toplamasına imkan tanıyor.
Hâlâ gözaltına alınabilirler, nitekim Filistin İçin Bin Genç hareketinin Beyoğlu protestosunda olduğu gibi gözaltına alındılar da. Hala kayyum atanabilir, nitekim Van’a atanmaya çalışıldı da. Ancak bu defa olana bitene karşı ses çıkardığında sesi gür çıkacak, tek başına ve güçsüz kalmayacak bir sivil hattın hayat bulmasının koşulları oluştu. Bu hatta can suyunu ise onların temsilcileri ve dayandıkları merci sıfatına bürünerek yalnızca yerel yönetimler verebilir. Haliyle sivil toplumun uyanışının, hiç değilse üstündeki ölü toprağını atmasının yolu, yerel yönetimlerin henüz değerlendirmekte pek aceleci ve olgun olmadığı bu potansiyelden geçer.
Yerel seçim sonuçlarının etkileyici ve dönüştürücü atmosfer yaratabilmesinin ikinci sebebi ise şudur: 31 Mart, artık telifi ve tevili mümkün olmayan bir yenilgiyi iktidar paydaşlarının kucağına bıraktı. Bir zorunluluk hali artık hesaplaşmaktan kaçınılamayacak açıklıkta ortaya çıktı. 31 Mart 2019’dan sonra Erdoğan, “biz esasen İstanbul ve Ankara’da kaybetmedik, tam tersine kazandık” diyebiliyor ve kıl payı kaybetmiş olmaya yaslanarak yenilgiyle yüzleşmekten kaçınabiliyordu. Oysa bu defa yenilgiyi inkar etmenin de hiçbir yolu bulunmuyor ve Erdoğan “umduğumuz neticeyi alamadık” diyor ve çok partili sistemlerin her kaybedeni gibi şunu ilave ediyor: “Seçim maratonunda kazanan (…) uğrunda ağır bedeller ödediğimiz demokrasimiz olmuştur.” Yüzleşmeye mecbur kalınan bu zorunluluk hali ise iktidar surlarında bir gedik açıyor, arkasında moral bir boşluk bırakıyor.
Milletin topyekun onayından emin olunan koşullarda müthiş bir bireysel karizmaya veya yoğun bir kitle ve kadro desteğine sahip olmaksızın iktidar saflarında hoşnutsuzlukları dile getirmenin bedeli ağır olur. Zira herkes kendinden emindir, taaruza koşuluyordur ve savaş koşullarında eleştiriye de yer olmaz. Tek bir gaye için, kazanmak için, düşmana kaybettirmek için herkes tek yürek olmalıdır. Aksine ses çıkaranların kolaylıkla “hain” yaftasını yemesi de bundandır. Cumhur İttifakı’nın kurulmasından bu yana eleştirmeye cüret edip de iktidar saflarından hızla tasfiye edilenlerin durumundan daha iyi bir örnek bulunamaz bu bedel için.
Ancak bir defa bu “kendinden eminlik” hali yerini bir “acaba”ya bıraktığında, milletin meşru temsilcisi olma zannı boşa düştüğünde, ahlaki üstünlük yerini moral boşluğa bıraktığında iktidar safları içinde bu sesleri yükseltmek mümkün ve işe yarar hale gelir. Mümkün hale gelir çünkü kendinden şüphe etmenin egemen olduğu koşullarda bir sebep aranacaktır. “What went wrong?” sorusuna zülfü yâre dokunmadan, rahatları kaçırmadan en şatafatlı ve sağduyulu cevapları verenler alkışlanacaktır. Suçu kibre atmak, birkaç emsal bulup itham etmek, yerip yaftalamak bu bakımdan oldukça da işe yarardır çünkü daha da derine inmeden, bam teline basıp meselenin özüne dokunmadan bu zorunluluk halini geçiştirmeyi olanaklı hale getirir.
31 Mart sonrasının hayret verici gündemi herhalde bu iki temel değişiklikle, yani Devlet’e karşı yeni ve güçlü bir oyuncunun belirmesi ile iktidar surlarında hem meşruiyet krizlerine yol açan hem de moral bir boşluk bırakan gediklerin açılmasıyla, izah edilebilir. Bu nokta-i nazardan bakıldığında şaşkınlıklar soğukkanlı bir kavrayışa dönüşme imkanına da kavuşacaklardır. Keza ancak böyle bir açıklama hem neyin olup bittiğine yönelik bir kavrayış sunar hem de daha ileriye gidebilmek için bir eylem programı. Haliyle zikredilen bu iki nitelik, yalnızca bir durumun tasviri değiller, tasvir olarak da kalmamalılar.
Seçimlerde elde edilen göz kamaştırıcı (ve muhakkak baş döndürücü) başarının sürekli ve müstahkem bir hatta dönüşebilmesi muhalefetin bu iki niteliği sahiplenebilmesine, ileri taşıyabilmesine, berkitebilmesine bağlıdır.