8 Mart sabahı ben ve arkadaşım Merve Ayşe Köseoğlu Üsküdar’da buluştuk. Amacımız, iki kadın, mesailer başlamadan, şehir tam da uyanmadan sakince bir kahvaltı yapmaktı.
Açık bir yer bulup oturduk. Havadan sudan konuşuruz derken konu akşamki yürüyüşe geldi. Ve valilikten gelen açıklamaya. Havadan sudan konuşabilme süremiz en fazla birkaç dakika. “Bu ülke, gençlerinin ülkenin kendisinden başka bir şeyle ilgilenmesine izin vermez.” Bu teori bir kehanet gibi her buluşmamızda yeniden ve yeniden kendini gerçekleştiriyor.
Önceki gece valilikten gelen açıklamalar ikimizi de tedirgin etmişti. Valilik gece yürüyüşüne izin vermediğini açıklamıştı. Tamam, bu yeni bir haber değil. Son birkaç yıldır zaten bu hep böyle. Valilik izin vermiyor. Kadınlar senden izin isteyen kim diyor. Ve yürüyor. Bu sene yeni olan İstanbul metrosundan gelen açıklama oldu. “Taksim’e girişler yasak. Metrolar öğle saatiyle 1’den sonra kapatılacak.” Bu ne korku! Belli ki şiddetli olacak.
İkimiz de yürüyüşe katılmak konusunda kararsızdık. Kadın yürüyüşü bizim için barışçıl bir yürüyüştü. Kadınlar olarak çoluk çocuk gidebilmeli, şarkılar söylemeliydik. Kadına şiddete karşı yapılan bu yürüyüş öyle şiddetsiz bir ortam olmalıydı ki, genç yaşlı herkes gelebilmeli ve kendini ifade edebilmeliydi.
2019’daki, polisin kadınların üzerine biber gazı atarak müdahale ettiğini hatırladığım ilk gece yürüyüşüydü. Elbette 8 Martlar asla güllük gülistanlık günler değildir. 8 Mart ilk başta da bir ayaklanma ve isyan günü olarak başlıyor. Hâlâ da öyle. Fakat sanırım bu yürüyüşler bu kadar popülerleşmeden önce Türkiye’de devletin pek de ilgisini çekmiyordu. Şimdi ise buradan siyaset devşirilecek pek çok malzeme var. Kadınlar bir tehdit olarak görülüyor. Buna hak vermemek de elde değil. Çünkü mevcut sistem bizi korumuyor, haklarımızı vermiyor, adaleti sağlamıyor. Ve evet değişim istiyoruz.
2019 yılında gece yürüyüşüne gittiğimde hiçbir polis müdahalesi endişemiz yoktu. Bir yanımda çocuklu bir kadın, bir yanımda ise bebekli bir kadın, böyle çoluk çocuk yürüyorduk. Ben de oğlumu o gün tesadüfen yürüyüşe götürmemiştim. Önceki yıl beraber gitmiştik.
Polis dağılın anonsu yaptığında şaşırdık. Bu sonraki adım biber gazı, cop ve gözaltı demek. Şaşırmıştık ama öncelik çocuklar ve bebeklerdi, şaşırmaya zaman yoktu. Çocukları oradan çıkarmak için olabildiğince kararlılıkla harekete geçmemiz gerekiyordu. Hemen barikatların yanına gidip “Dağılın anonsu yapıyorsunuz, biz dağılmak istiyoruz, yanımızda çocuklar ve bebekler var” dedik. Polisin cevabı “Buradan çıkamazsınız” oldu.
O gün orada üzerimize biber gazı atıldı.
Akşam “Polisin tüm uyarılarına rağmen dağılmayan gruba polis müdahale etti” diye çıktı haberler.
İşin ironik kısmı, bu yürüyüşler şiddete karşı çıkmak için yapılıyor. Güvenliğimiz sağlansın istiyoruz. Adil bir düzen olsun istiyoruz. Ama Türkiye kadınlar için gitgide daha zor bir ülke oluyor. Ölüm haberi almak istemiyoruz. Ciddi yaptırımlar olsun istiyoruz. Evde, sokakta, gece, gündüz sürekli korku içinde yaşamak istemiyoruz. Derken üstüne bir de İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırıldığını öğreniyoruz. Ve her gün yeni ölüm hikayeleri dinlemeye devam ediyoruz. Sonra üstüne katillerin affediliş haberlerini alıyoruz. Bu yürüyüşlere bu kadar çok kadının rağbet göstermesine şaşırmamak lazım. Tabi mesele sadece öldürülmemek değil. Yaşamın içinde de adil bir sistemde şiddet görmeden yaşamak. Şiddetsiz bir yaşam talep etmek için düzenlenen yürüyüşte şiddete uğramak oldukça ironik.
Belli ki kadın olmanın kendisi politik bir oluş hali.
Bu alandaki kadınlar da tek bir grup değil, pek çok farklı grubun katılımıyla gerçekleşiyor bu eylemler. Dindar, seküler, genç, yaşlı, sosyalist, liberal… Mesela bir grup kadın polisle çatışmayı göze alabiliyor. Barikatlara yürüyecek, kavga edecek enerjisi oluyor. Bir grup kadınsa bir adım uzaktan katılıyor eylemlere, böyle bir şiddetle baş edecek enerjiye sahip olmuyor.
Eril şiddete, adaletsizliğe, kadın cinayetlerine ses çıkarmaya çalışan kadınlara orantısız bir güçle şiddet uygulanıyor. Aslında hepimiz aynı gemideyiz. Bir kadın gece samuray kılıcıyla öldürülmesin diye de gece yürüyüşü yapıyoruz, görülelim, fark edilelim diye de. Ama yine şiddete maruz kalabilir tarafta oluyoruz. Halbuki mesaj net, geceleri de sokakları da istiyoruz. Ama gündüzleri bile hayatta kalamıyoruz. Alandaki polis şiddeti de sanki evdeki ataerkil şiddetin bir yansıması gibi tekinsiz hissettiriyor.
Yine de bunun olabilirliğini biliyoruz, hayal etmiyoruz, inanıyoruz.