Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIAbdulrazak Gurnah: “Hayal gücü de bir tür hakikattir.”

Abdulrazak Gurnah: “Hayal gücü de bir tür hakikattir.”

Hayatın zorluklarından bezmiş, hiçbir Batılıya herhangi bir şey anlatmaya hevesi olmayan bazı Afrikalı roman kahramanları, “Takmazsan geçer, görmezsen kaybolur, duymazsan bir daha söylenmez” diye diye yaşamaya çalışıp duruyorlar. Sonra anlıyoruz ki, bunların birikmesidir aslında göçmenliğin yürek burkucu yanı. Birikenlerin, nereden ne zaman çıkacağı belli olmayan üstü özenle örtülmüş derin üzüntülerinin hayata soluk ama sert bir fon oluşturmasıdır.

Bazı ülkeleri bir türlü öğrenemiyorum. Nerede başlarlar, nerede biterler? Ucundan bildiğimiz hangi tarihi olaylar onlarla ilgilidir? Hangi ülkelerle karıştırıyoruz onları? Hangi ülkenin sömürgesiydiler? Hangi ünlülerin onlarla bağlantısı vardı? Daha önemlisi hangi dehşet hikâyeleri oralarda geçiyordu? Çünkü iyi bilmediğimiz ama adına çok aşina olduğumuz bir ülkeyse, muhtemelen çok dehşetli insanlık dramları yaşanmıştır oralarda, muhtemelen bu dehşetin sömürgecilikle de bir bağlantısı vardır.

Zanzibar da onlardan biri işte. Yine bir şeyler öğreneceğim ve kısa bir süre sonra yine her şey silikleşecek.

Hint Okyanusuna git, Afrika tarafında güneyde Madagaskar’ı bul, oradan biraz yukarı çık, Seyşeller değil, biraz daha batıda, Tanzanya ve Kenya sahillerinin neredeyse çakıştığı yerde, o küçücük görünmeyen adalar Zanzibar işte.

Zanzibar’ın kuruluşu İranlı göçmenlere bağlanıyor ve bu adın Farsça “zangi bar” yani “zencilerin sahili” anlamına geldiği biliniyor. Zangi de zaten Farsçada “paslı” anlamına geliyor, zencilerin ten rengi için çok uygun bir kelime değil mi? O etimoloji merakı boşuna değil.

Coğrafya tabii ki kaderdir ve Zanzibar halkı hiç de kolay olmayan bir kaderin içine doğar. Yüzyıllardan beri sömürülen, tüm doğal güzelliğine, renkliliğine ve zenginliğine rağmen, hatta bunlarla ters orantılı olarak yaşanması güç bir yer. Yaşamayı bırakın, Zanzibar gibi bir yerde doğduysanız, başka yerlere göçseniz bile, içinizde hep o burukluğu taşırsınız. Geride bırakılanları akıldan çıkarmak çok zordur, hiçbir zaman o kadar Batılı olamazsınız. İstediğiniz kadar “kurban olma”yı reddedin, coğrafyanın kurbanı olursunuz. Bütün baskıcı geleneklerin, oralardaki hayatın kültürel ve maddi zorluklarının da kurbanısınız tabii.

Tamamen bunlar üzerine yazan 2021 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Abdulrazak Gurnah’ın romanlarını okuyorum son zamanlarda.

1948’de Doğu Afrika kıyısındaki Zanzibar’da doğdu. Anadili, Afrika’da seksen milyon kişinin konuştuğu Svahili’dir. İlköğrenimini İngiliz okullarında tamamladı, çocukluğunda gittiği Kuran kursuna Arapça öğrendi. Gençliğinde Zanzibar Ayaklanmasına (1964) ve sonrasında kurulan sosyalist rejimin çalkantılı yıllarına tanıklık etti. 1968’de İngiltere’ye gitti. Yükseköğrenimini Kent Üniversitesinde tamamladı. Doktora tezinde (1982) kolonyal söylemin Doğu Afrika, Karayip ve Hindistan edebiyatındaki izdüşümlerini analiz etti. İhtisasını postkolonyal edebiyat alanında yaptı. Halihazırda Kent Üniversitesinde emeritus profesör olarak İngiliz edebiyatı ve postkolonyal edebiyat dersleri veriyor.”

Bu satırlar, İletişim Yayınlarının tanıtım sayfasından. Bildiğim kadarıyla, Türkçe’de Gurnah kitaplarının önemli bir kısmı son yıllarda İletişim’den çıktı. Halihazırda altı romanı çevrilip yayımlandı.

Tanıtım sayfasında bir cümle daha var ki, Gurnah anlatılarının özünü çok isabetli olarak ifade ediyor: “Gurnah’ın hakikat arayışı, gerek kolonyal dönemin karamsar ve toptancı tasvirlerini gerekse milliyetçi şovenizmi reddeden bir sahici kimlik arayışına dayanır.”

Bu nedenle Gurnah kendini, ne doğup büyüdüğü yere, Zanzibar’a, ne de gidip hayatını kurduğu yere, İngiltere’ye ait hissediyor belki de. Koşa koşa gideceği bir memleketi yok. Romanlar bol miktarda otobiyografik unsur içeriyor tabii ama esas olarak, kendi gibi hisseden göçmen Afrikalı kahramanların hayatlarını anlatıyor. Bu kahramanların tamamı yersiz yurtsuz ve hatta köksüz yaşarken sığınacak şeyler arıyor. Belki büyük bir aşk…

Bu büyük aşklar da aynı ait olamama, hiçbir yere sığamama damarından besleniyor: Bir göçmenle bir mzungu (Avrupalı) arasında, pratik tek ortak noktaları bu birliktelik olabilecek karakterlerin ikircikli, gerilimli ama aynı ölçüde tutkulu aşkları. Her an her iki taraf da tahammül sınırlarına çarpabilir. Yarın hakkında kimsenin bir fikri yok. Öfkenin, isyanın bini bir para, ağırlığı farklı olsa bile, her iki taraf için de geçerli bu. Biri kendisini az çok temizlese, hayatın güzelliğine kaptırsa bile, mutlaka bir arkadaş, bir aile üyesi vs araya girip bir çuval inciri berbat ediyor. Neyse ki, bazen o da geçip gidebiliyor.

Hayatın zorluklarından bezmiş, hiçbir Batılıya herhangi bir şey anlatmaya hevesi olmayan bazı Afrikalı roman kahramanları, “Takmazsan geçer, görmezsen kaybolur, duymazsan bir daha söylenmez” diye diye yaşamaya çalışıp duruyorlar. Sonra anlıyoruz ki, bunların birikmesidir aslında göçmenliğin yürek burkucu yanı. Birikenlerin, nereden ne zaman çıkacağı belli olmayan üstü özenle örtülmüş derin üzüntülerinin hayata soluk ama sert bir fon oluşturmasıdır.

Göçmenlik hissiyatı, çoğunlukla İngiltere’de ucundan hayata tutunabilmeyi başarmış Afrikalı göçmenlerin günlük hayatı yaşarken, sürekli radarları açık vaziyette, başlarına gelebilecek ırkçı tacizler hakkında tedirginlikle, bazen de paranoyakça veri toplamasının huzursuzluğudur bir yandan da. Siyah olmak yeterince önemli bir örtük tepki görme, aşağılanma vesilesidir, herkesin gözü önündesiniz bu renginizle tabii. Üstüne bir de dini kimliğiniz var ortada, sahip çıksanız da çıkmasanız da, mesela Müslümansınız. Tüm bunlara ek olarak, elinizde olmadan, kolonyalizmin kitabını yazmış ve hatta hatmetmiş, ırkçılığını farkında olamayacak kadar içselleştirmiş “steril” İngilizlerin gözüyle kendinize bakmak durumundasınız, böyle bir refleks geliştirmemiş olmak çok zor. Bu durumda hayatı arka fonda büyük bir tedirginlikle yaşamaktan daha normal ne olabilir?

Bu hâl mesela, bize çok yabancı mı? Bence hayır. Boyutları, vesileleri  farklı olsa da, “öteki” olduğumuz her zaman başımıza üşüşen o tedirginliği biliyoruz, anlıyoruz. Dolayısıyla, Abdulrazak Gurnah okurken, sadece empati kurduğumuz Afrikalı göçmenlerle birlikte değiliz, aynı zamanda kendimize dair ipuçlarına da şaşırıyoruz. Örneğin, kendine başkasının, daha “üstte” birinin gözleriyle bakmak, sürekli suçsuzluğunu kanıtlamak hissinin nasıl bir zorluk olduğunu bilmek için doğrudan Gurnah kahramanlarının profilinde olmak gerekmiyor. Üstelik, edebiyat meraklılarını okudukça kendisine daha da bağımlı hâle getiren Gurnah’ın gücünü durduğu doğru yerden ve samimiyetinden alan üslubu ile karşı karşıyasınız. Romanda yaşamayıp da ne yapacaksınız?

Sizin de gördüğünüz gibi bir “ben” var hikâyede ama bu benimle ilgili bir hikâye değil. Hepimize dair bir hikâye. Farida’yla, Amin’le ve ailemizle ilgili bir hikâye, Cemile’yle ilgili bir hikâye. Bir hikâyenin nasıl başka hikâyeler içerdiğine ve bu hikâyelerin bize ait olmaktansa çağımızın rastgele akıntılarının bir parçası olduğuna dair bir hikâye; hikâyelerin bizi nasıl her an yakaladığını, bizi birbirimize nasıl ördüğünü anlatan bir hikâye.” (Terkediş, İletişim Yayınları, s. 159-160)

2021 Nobel Edebiyat Ödülü kararı açıklanırken Gurnah’ın, “Kültürler ve kıtalar arasında sömürgeciliğin etkilerine ve mültecilerin kaderine yönelik tavizsiz ve merhametli tavrı“ndan dem vuruldu. “Gurnah’ın basitleştirilmiş, klişe tasvirlerden kaçınması, hakikate bağlılığı ve karakterlerinin iki medeniyet, iki kültür, iki hayat arasındaki hikâyesini indirgemeci bir karşıtlık içinde değil, başkalığa, farklılığa yer açarak yetkin bir anlatımla ortaya koyması”ndan bahsedildi.

Bana da, merhametli tavrı ve indirgemeci karşıtlık anlatısından uzak durması, karakterlerin sadece Batıya değil, memleketlerine de yabancılaşmasının koşullarını anlamamızı sağlayan anlayışı, Gurnah’ın okurlarını samimiyetine ikna ettiği esas alanlar gibi görünüyor. Bu anlamda memleket, sömürgeciliğin yıkıcılığının verdiği mağduriyet dolayısıyla her daim haklı kabul edilebilecek bir yer değil mesela. Hatta tüm süslerine ve derin bağlara rağmen, hiçbir karakter Zanzibar’a dönmeyi, orada yaşamayı düşünmüyor. Oralarda hayat, sadece turistik bakış açısıyla güzel, gizemli vs görünüyor muhtemelen. Gerçekte Zanzibar’da çocuk olmak, kadın olmak ve hatta en avantajlı gruptan bile olmak, hiç de özlenecek ya da özenilecek bir şey değil.

Bu nedenle Batıda yaşayan Doğulu karakterler bir hobi olarak “kendi zehrinin tadına bakmak” ile uğraşıyorlar. Postkolonyal dünyada, her türlü temasın bunca çok olduğu hayatlarda, köksüz hissetmek, tam olarak hiçbir yere ait olmamak böyle bir durum. Ana diliniz Svahili, İngilizce yazıyorsunuz, dünyanın birçok dilinde okunuyorsunuz ama konuştuğunuz lisan esas olarak yurtsuzluk lisanı.

Aldığı Nobel ödülüne rağmen, hâlâ Türkiye’de tanınmayan bir yazar Abdulrazak Gurnah. Dünyada da aşağı yukarı aynı durum geçerli. Ödülün açıklanmasından hemen sonra Akademinin resmi Twitter hesabından “Abdulrazak Gurnah’ı tanıyor musunuz?” sorusuna yüzde 93 “Hayır” cevabı verilmiş.

Bu nedenle ben de romanlarını okurken, gecikmişlik hissiyle, hemen anlatma isteğiyle doldum. Bu denli duygusal yükü ağır ve “iyi” bir yazarı böyle bir yazı ile değerlendirmek mümkün değil tabii. Ama bir giriş olsun istedim.

Dünyanın ahvalini, sömürgecilik ve doğrudan bağlantılı göçmenlik hikâyelerini, Batının nasıl Batı olduğunu, Doğunun ne kadar da Doğu olduğunu, memleketin ne kadar üzerimize yapışsa da aslında lime lime dökülen bir kavram olduğunu, 
aşkın, bahsinin bile bizi hayata nasıl sıkı sıkıya bağlayan bir tutkal olduğunu hayalimizde canlandıran Abdulrazak Gurnah, henüz keşfetmemiş olan edebiyat severler için sağlam bir sürpriz bence.

- Advertisment -