Bu yazıyı, Yıldıray Oğur’un “Beyaz adamın taşınması zor yükü” başlıklı yazısının bütünüyle katıldığım temel fikrine ilave olsun diye kaleme alıyorum; bizzat idrak ettiğim benzer bir tarihi süreci hatırlatıp örnek göstererek…
“İsrail, Filistinlilere nefretin, savaşın, ölümün ve yok etmenin ilkel ulumasıyla iletişim kurmayı öğretti. Ama benim en çok korktuğum şey, İsrail’in Gazze’ye saldırısı değil. Asıl korktuğum, İsrail’in soykırıma varan katliamına göz yuman ve kontrol edemeyeceği bir şiddet döngüsünü hızlandıran uluslararası toplumun suç ortaklığı.”
Bu cümleler New York Times ve Financial Times’ın eski savaş muhabiri Chris Hedges’e ait. Oğur bu sözlerden kalkarak, şu tespiti yapıyor:
“Çünkü bu suç ortaklığının sonucu İsrail-Filistin meselesinin yeni bir episodu olmaktan ibaret kalmayacak. (…) Bu tarihi yanlış tercih, sivil cesetler arasındaki seçmecilik Müslüman ve Doğu toplumlarının Batılı olan her şeyden hızla uzaklaşması, demokrasi, insan hakları gibi değerlerin onları kötüleyenlerin dediği gibi göreceli hale gelmesi ve kötü bir doğulu otoriter milliyetçi tepki olan ‘Batı’nın çifte standartları’ sözünün haklı çıkmasına neden olacak. (…) Tabii bu kültürel uçurum Türkiye’yi de etkileyecek. Batı zaten uzun süredir Türkiye’de bir demokrasi çıpası olmaktan uzaklaşmıştı. Bu saatten sonra AB ve ABD’den gelecek demokrasi tavsiyelerinin önünde artık bir Gazze çifte standardı engeli de var. Ve toplumun çok büyük bir kesiminin hak vereceği bir savunma olacak bu.”
‘Çıpa’ için güzel fikirler, idealler, teoriler yetmiyor, yaşayan örnekler gerekiyor
Bazılarının (ki esasen toplumların okumuş-yazmışlarıdır) bir fikri, bir toplum idealini benimsemesi için o fikirle ya da idealle karşılaşması yetebilir; ona biraz daha yakından baktıktan sonra hızla gönül indirebilir. Fakat toplumlar için bu yetmez, onlar yaşayan örnek ister. Bu nedenle sosyalizm Sovyetler Birliği’nden, Çin’den, Küba’dan vb., İslamcılık İran İslam Cumhuriyeti’nden sonra kuvveden fiile çıkabildi.
Yine, fikirleri ya da idealleri taşıyan somut örneklerin özne olmaktan çıkması da okumuş-yazmışlarla geniş halk kitlelerini farklı düzeyde etkiler: Birincilerin artık öznesi kalmamış fikirlerden, ideallerden kopması biraz daha zaman alırken halk kitlelerin uzaklaşması daha hızlı olur.
Ne var ki okumuş-yazmışların da bir sınırı var, onların fikre, ideale sadakati de bir yere kadar. Zaman içinde o sadakat de yavaş yavaş pörsür ve sonunda onlar da “yok, artık olmuyor”u kabul etmek zorunda kalır.
Mesela sosyalistler, 1920’lerde somut ‘sosyalist dünya’ (Sovyetler Birliği) çıpası üzerinden zaten önceden beri benimsemiş oldukları sosyalizm idealine daha sıkı bir biçimde sarıldılar fakat çıpanın ortadan kalkmasıyla birlikte sosyalizm de bir fikir ve ideal olarak önemini kaybetti. Günümüzde aynı akıbeti liberal demokratlar ‘Batı çıpası’ üzerinden yaşıyor.
Şimdi önce ‘sosyalist dünya’ çıpasının nasıl gelişip ortadan kalktığını hatırlayalım, sonra da bu örnekle günümüzde yaşanmakta olanı karşılaştıralım.
“Arnavutluk var dert yok”a demir atan bir siyasi perişanlık
Dünya sosyalistlerinin sosyalizm idealinin ‘devletleştiği’ 1920’ler topyekûn ve geri dönüşümsüz ‘iyi’yi müjdeleyen yıllar olarak geçildikten sonra, 1930’lardan itibaren Stalin rejiminin işlediği korkunç siyasi cinayetlerin açığa çıkmaya başlamasıyla birlikte sosyalizm fikrinde bir pörsüme başladı. 1960’lardan sonra Batı’da ‘reel sosyalizm’in, uğruna savaşılacak bir ideal olmadığına dair yaygın bir fikir oluşmuştu, fakat bu fikrin Türkiye’ye gelmesi çok uzun sürdü, hatta bunun için ‘özne’nin tamamen ortadan kalkması gerektiğini söylemek bile yanlış olmaz.
Bu meselenin Türkiye bölümü biraz traji-komik. Sol’un Sovyetler Birliği’ni savunan kesimi 1991’de ülkenin dağılmasıyla birlikte ister istemez havluyu atmıştı ama o tarihe kadar kabaca 15 yıldan beri Sovyetler Birliği’ni ‘emperyalist’ bir ülke olarak tanımlayan -benim de içinde yer aldığım- Maocular için durum öyle değildi; ne de olsa Çin sosyalizmin kalesi olarak kaya gibi ortada duruyordu. Ne var ki Kültür Devrimi’nin ardından o da devlet düzeni olarak ‘bürokratik sosyalizm’i, iktisadi sistem olarak kapitalizmi benimseyince Maocuların da pili tükendi: Dünya sosyalistleri için ‘çıpa’ kalmamıştı.
Siz öyle sanın!.. Arnavutluk?.. Artık, yıllardır Sovyetler Birliği’ne de Çin’e de ‘emperyalist’ diyen Arnavutluk Komünist Partisi’nin Türkiye’deki kardeş partilerine gün doğmuştu: “İşte gördünüz” diyordu muhtemelen sayıları birkaç yüzü geçmeyen Arnavutlukçu gizli komünist partilerin temsilcileri, “sahte sosyalist ülkeler yok artık, çok da iyi oldu, fakat bu sosyalizmin bittiği anlamına gelmiyor, tam tersine daha da güçlendi, işte Arnavutluk dimdik ayakta…”
Sonrası malum, o da gidince…
İçte demokrasiyi koruduğu sürece ‘Batı çıpası’ yine de iş görüyordu ama…
Batı demokrasilerinin Batı dışında kalan dünyadaki liberal demokratlar için bir çıpa olmaktan çıkmaya başlamasının sembolik başlangıç tarihi olarak Vietnam Savaşı’nı göstermek yanlış olmaz. Fakat bu süreç asıl ivmesini 11 Eylül saldırılarını izleyen Irak ve Afganistan işgalleriyle aldı. ABD’nin çağrısına Batı’nın da icabet etmesi ve bu savaşların yüz binlerce insanın ölümüne, ülkelerin kaosa sürüklenmesine yol açması Batı karşıtlığını çok güçlendirdi. Fakat ‘dış’a karşı sopa stratejisi, içeride demokratik kurum ve kurallar büyük zararlar görmediği sürece ‘Batı demokrasisi’ çıpası iş görmeye devam etti. (Bunu, Macaristan ve Çekoslovakya işgallerinin yarattığı travmaya rağmen sosyalist dünya var olmaya devam ettiği için Sovyetler Birliği ve öteki ülkelerin bir ‘çıpa’ olmaya devam etmesine benzetebiliriz).
Avrupa Birliği hiç kuşkusuz ‘Batı demokrasisi çıpası’nı sağlamlaştıran çok önemli bir gelişme oldu. Fakat sonra o da çözülmeye ve etkisizleşmeye başladı.
Dışarıdaki karnesi parlak olmasa da içeride demokrasilerini işletebildiği için Batı dışı ülkelerde ‘çıpa’ özelliğini koruyabilen Batı demokrasilerinin içinde (de) özellikle 2000’li yıllardan itibaren tuhaf şeyler olmaya başladı. Zamanla, liberal demokrasilerin birbirine benzeyen insanların dünyasında ‘çalıştığını’ fakat göçmen sorunuyla birlikte, birçok kimliğin yan yana sorunsuz biçimde yaşamasını sağlayamadığı görüldü. En son Gazze’deki katliama tepki gösteren bilim insanı, sanatçı, gazeteci ve benzerlerine karşı sergilenen tahammülsüz tavır, Batı’nın, benimsediği ve başka ülkelere de tavsiye ettiği evrensel değerlerin ‘koşula bağlı’ olduğunu gösterdi ve bu da liberal demokrasilerin bu alandaki ahlaki üstünlüğüne büyük bir darbe vurdu.
Sosyalistlerin yeniden bir ‘çıpa’ya sahip olma ihtimalleri en azından görünür bir gelecek için yok. Buna karşılık kendilerine ‘liberal demokrasi’ diyen ülkeler hâlâ var ve bu anlamda liberal demokratların tümüyle ‘çıpasız’ kaldıkları söylenemez belki. Fakat bu artık üzerinden ikna devşirilebilecek bir ‘çıpa’ değil ve öyle görünüyor ki kolay kolay da olmayacak.