Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBİR ÖLÜMÜN ARDINDAN (VIII): Gözleri açan gömlek

BİR ÖLÜMÜN ARDINDAN (VIII): Gözleri açan gömlek

Neredeyse herkesin olup bitende bir dahli ve özeleştiri gerektiren bir hissesi olduğu halde, devletiyle toplumuyla, cemaatleri ve fertleriyle herkes, bir grup insanı umacı seçip ortak kusuru sadece onların üstüne yıkarak örtbas etmek değildi hakkâniyetli olan.

Yusuf aleyhisselam kıssası, Kur’ân’da ‘kıssaların en güzeli’ olarak tarif edilir. Tek bir sûrede bir peygamberin bütün serencamı sürükleyici bir anlatımla ve en ince ayrıntısıyla anlatıldığı için mi bu böyledir, kıssanın gelip bağlandığı yer sebebiyle mi, içerdiği çok boyutlu dersler sebebiyle mi, yoksa her üç sebepten mi, yahut başka bir sebebe binaen mi, bilemiyorum. Ama bu en güzel kıssayı Yûsuf sûresinde baştan sona okuduğumuzda, aklımızda çokça ders ve hatırayla birlikte, üç de gömlek kalır. Yusuf aleyhisselamın hayatının üç ayrı evresi kıssada üç gömlekle sembolize edilmektedir desek, yeridir.

İlk gömlek, çocuk Yusuf’a aittir. Onun gördüğü, babasının ise hiç kimseye anlatmamasını söylediği o çok güzel ve müjdeli rüyayı öğrenen ağabeylerinin içinde, hepsinden parlak bir istikbali olacağını anladıkları için Yusuf’a karşı feci bir haset birikmiştir. Haset ki, İblis’i Âdem’e kahrolasıya düşman edendir. Âdem’in oğlu Kabil’e kardeşi Habil’in kanını döktürten histir. İnsanlık tarihinin bu en yıkıcı duygusu, ağabeylerini de Yusuf’u öldürme düşüncesine yöneltir. Güya hasedin ateşi Yusuf’u ortadan kaldırmakla sönecektir. Ancak içlerinden biri, bunun çok ağır bir fiil olacağını akıl edebildiği için, Yusuf’u öldürüp ortadan kaldırmak yerine, bir kuyuya bırakıp ‘kaderine terketmeyi’ önerir. Mesele Yusuf’tan kurtulmaksa, bu da bir kurtuluştur. Babalarına ise durumu, “Yusuf’u kurt yedi” diye anlatacaklardır:

“(Yusuf’u kuyuya bırakıp) akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler. ‘Ey babamız! Biz yarışa girmiştik. Yusuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. (Bir de ne görelim) onu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsın’ dediler. Bir de, üzerine sahte bir kan bulaştırılmış gömleğini getirdiler. Yakub dedi ki: ‘Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürükledi. Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Anlattıklarınıza karşı yardımı istenilecek de ancak Allah’tır’” (Yûsuf, 12:16-18).

Görüldüğü gibi, Kur’ân’ın olaya dair tasvirinde, bu topraklarda maalesef her zaman işe yaramış bir yanıltıcı tutumla ilgili açık uyarı vardır: “Ağlayarak babalarına geldiler!” Demek ki, her ağlayana güvenilmez; her ağlayanın sözüne itibar ve haline hürmet edilemez. Yusuf’un ağabeyleri gibi, bazıları gözyaşını işledikleri kötülüğün kamuflajı olarak kullanıyor olabilirler! 

Aynı kıssada, yine ağlayan lâkin mutlak surette güvenilir biri de vardır. Öyle ki, kalbinin derininden kopup gelen gerçek bir hüzünle döktüğü gözyaşları sebebiyle, ağlamaktan gözleri kör olmuştur. Babaları Yakub, ağabeylerinin Yusuf’la ilgili anlatımlarının gerçek olmadığının farkındadır. Kurdun kapmadığını daha ilk gün anlasa da, o günden sonra kendisinden tek bir haber alamadığı Yusuf’un hasreti ve onun akıbetine dair belirsizlik, gözyaşı döktüğü onlarca senenin ardından nihayet gözlerine ak düşürmüştür. 

Ancak kıssadaki üçüncü gömlek, Yusuf’un hayatta olduğunun da delili olarak, o ak düşmüş kör gözleri tekrar görür hale getirir. Kıssanın akışından öğreniriz ki, ağabeylerinin ondan kurtulmak için hasetle planladıkları tedbir dahil Yusuf’un başına gelen her olay, aslında hasedin sebebi olan o güzel rüyanın tahakkuku için birer aşama niteliğindedir. O olayı takip eden onlarca sene ve yüzlerce maceradan sonra, Yusuf artık peygamberlikle şereflenmiş, dahası Mısır’ın hazineleri ve maliyesi kendisine emanet edilmiş haldedir. Ağabeyleri ise Kenan’daki kıtlık sebebiyle tahıl temini için çâr nâçâr yollarını Mısır’a düşürmüşlerdir. Yusuf aleyhisselam onları tanır ve ardısıra kendilerinin seneler önce irtikap ettikleri kötülükle yüzleşmelerini sağlayan bir olaylar zinciri vuku bulur. Yanlışlarıyla yüzleşip kabullendiklerinde ise, Hz. Yusuf ağabeylerine şöyle diyecektir: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir. Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” (Yûsuf, 12:92-93). 

Rüşde ve kemale ermiş yetkin ve yetişkin Yusuf’un gömleği daha Kenan hudutlarına girer girmez, Hz. Yakub etrafındakilere “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” diyecek ve nihayet kendisine dair güzel haberler aldığı oğlunun gömleğini yüzüne sürdüğünde, ağlamaktan ak düşmüş gözleri yeniden görür hale gelecektir. 

Kıssadaki diğer gömleği ise, genç Yusuf’un üzerinde görürüz. Ağabeylerinin attıkları kuyudan su bulmayı umarlarken Yusuf’u çıkaran kervan sahipleri, onu köleleştirip Mısır pazarında satmışlardır. Böylece Yusuf, Mısır’ın önde gelen kişilerinden birinin sarayında bir köle hizmetçi olarak yaşamaya başlar. Yıllar geçip giderken, Yusuf çocukluktan gençliğe doğru yol alır ve dillere destan bir güzelliğe kavuşur. O haliyle sarayın hanımefendisinden gelen ağır bir ayartıcı davetle sınanır. Günaha bu ayartıcı çağrıdan kaçıp uzaklaşmaya çalıştığında ise, arkasından koşan hanımın yakalayıp tutmasıyla gömleği arkadan yırtılır. 

Arkadan yırtılan gömlek, Yusuf’un masumiyetine delildir. Ama güçlülerin dünyasında işler başka türlü yürür. Soylu ve muktedir bir ailenin itibarını korumak adına, gömleğin açık şahitliğine rağmen, zindana düşen Yusuf olur. Yıllar yılları kovalar ve günlerden bir gün, yaptığı bir rüya tabirinin akabinde Yusuf’u zindandan alıp Mısır kralının sarayına götürecek bir imkân zuhur eder. Yusuf aleyhisselamın öncelikli talebi ise, zindana düşmesine sebebiyet veren olayın hakikatiyle aydınlanmasıdır. Soylu kadınların şahitliğiyle olay açığa çıkıp sarayın hanımefendisi de gerçeği itiraf ettiğinde Hz. Yusuf’un söylediği sözler, çağlar boyu her kulağa küpe olacak niteliktedir: “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü, Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis şiddetle kötülüğü emreder” (Yûsuf, 12:53).

Destansı cümlelerdir bunlar. Yusuf aleyhisselam, hemen “Gördünüz mü haklı ve masum olduğumu?” demeye hakkının olduğu bir yerde genel insanlık durumuna dikkat çekmeyi tercih etmiş; bir milyar genç erkekten belki sadece ikisinin bile geçemeyeceği bir ağır sınavdan yüzünün akıyla çıkmışlığına rağmen, bu sonucu kendi hesabına yazmak yerine ‘Rabbinin rahmeti’ne bağlamayı seçmiştir. Zaten sûre, neredeyse o da bu davete yönelmek üzereyken ‘Rabbinin burhanını görmesiyle’ Yusuf’un kendisini bundan alıkoyduğunu haber vermektedir (Yûsuf, 12:24).

Mü’minlerin dünyasına ve diline yer etmiş ‘nefs-i emmâre,’ yani ‘şiddetle ve ısrarla kötülüğü emreden nefis’ tamlaması, işte bu kıssadan mülhemdir. 

Kur’an’da, ‘nefs-i emmâre’nin yanında, nefisle ilgili iki tanımlama ile daha karşılaşırız. Bunlardan birinde âlemlerin Rabbi ‘kendini ayıplayıp kınayan nefs’in üzerine yemin etmekte (Kıyâmet, 75:2), diğerinde ise razı olduğu kullarının akıbetini şöyle haber vermektedir: “Ey huzur ve itmi’nana ulaşmış nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına katıl ve cennetime gir!” (Fecr, 89:27-30).

Böylece, Kur’ân’da nefse dair üç tanımla karşılaşırız: emmârelevvâmemutmainne. Açacak olursak: ‘Nefs-i emmâre,’ dizgin altına alınmadığı sürece nefsin insana sürekli biçimde, ısrarla ve şiddetle kötülükleri emretme ve kötü işlere yöneltme potansiyeline dikkat çeker. ‘Nefs-i levvâme’ hatasını görüp kabul etme, hatasından dolayı kendisini kınayabilme, bugünkü tabirle konuşursak ‘özeleştiri yapabilme’ yeteneğine sahip hale gelmiş nefse işarettir. Ve ancak bu takdirde, insan yanlışı yanlış bilip ondan uzak durarak, huzuru, doygunluğu ve tatmini doğruda bulma kabiliyetine, yani ‘nefs-i mutmainne’ düzeyine erişir.

İşte Hz. Yusuf kendisininki dahil her nefsin kötülüğe yönelik potansiyelini gördüğü için o sözleri söylemiş; haset ettikleri kardeşlerini ortadan kaldırmaya teşebbüs etmiş ağabeylerinin ise, hatalarıyla yüzleşmeleri için onlarca sene gerekmiştir. Hatasızlık insanî bir özellik değildir, insan ile İblis’i ayıran da birinin yanlışına karşılık öbürünün kusursuzluğu değildir. İblis’i şeytan yapan, hatasını hata olarak kabul etmemekte ısrarı; beraberce yeryüzüne sürülen Âdem’i tekrar cennete müşteri yapan ise, hatasını kabul edip durumunu düzeltme çabasına girebilmesidir. Bu sebepledir ki Hz. Yusuf, bir tedbire başvurup ağabeylerini yıllar önce işledikleri o kusuru nihayet kabul ve itirafa yönlendirmiştir. Çünkü iyileşmelerinin yolu, sorgusuz sualsiz affedilmelerinden değil, yüzleşerek yanlışlarını kabul etmelerinden geçmektedir. Keza babaları Yakub da, hem daha ilk günden, hem de onca sene sonra aynı sözü söyleyerek, onlardan nefislerinin emmâre niteliğiyle yüzleşmelerini beklemiştir: “Nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi” (Yûsuf, 12:18 ve 83).

Kur’ân’daki ilgili bütün anlatımlarla anlarız ki, yaratan Rabbin insandan istediği ve beklediği, kusursuzluk değildir. Çünkü bu, insan gerçeğine uygun bir beklenti değildir. Ama insanı İblis’ten ayıran, onun hatadan öğrenme ve yanlıştan ders çıkarabilme kabiliyetidir. Bunun için ise öncelikle, insanın onu kötülüğe yönelten ‘emmâre nefs’ini yanlışını görebilir, hatasını kabul edebilir, özeleştiri yapıp durumunu düzeltme çabasına girebilir ‘levvâme nefis’ düzeyine çıkarması gerekmektedir. Ancak bu şekilde insan tamlığa, yetkinliğe ve kemaline, yani ‘nefs-i mutmainne’ makamına ulaşabilir. 

Her nefis için geçerli olan bu durum, bir açıdan ‘kollektif nefis’ler olarak da tanımlayabileceğimiz yapılar; yani toplumlar, devletler, topluluklar, cemaatler, milletler, kurumlar vesaire için de geçerlidir. Nitekim, kendisini hatasızlık zırhına bürüdüğü bir ‘kutsal geçmiş’ hapishanesinde yaşayan hiçbir toplum ve topluluk, hiçbir kurum ve kuruluş, yanlışıyla yüzleşme becerisine ulaşamadığı takdirde asla iyileşememiştir. 

Şimdi bu kadar uzun bir girizgâhtan sonra bir ölümün ardından upuzun bir yazı dizisine sebep olan ortak tecrübeye sözü getirirsek; ne olduysa, herkes oradayken ve herkesin gözleri önünde oldu. Bugün kimse bu olup bitenle ilgili kendisinde bir toz değmiş ve bir ilişik görülmüş olsun istemiyor ama, herkes kabul ve itiraf etmeli ki, herşey hepimizin gözleri önünde ve bugün gözardı etmeye çalışan pek çok kişinin de doğrudan müdahilliği ile oldu. Herşey olup biterken, herkes oradaydı ve ortadaydı. Dolayısıyla, başta bütün kurumlarıyla devlet olmak üzere, bu hikâyenin aldığı seyre ve bu yapının nihayetinde gelip vardığı noktaya dair, herkesin mertçe bir özeleştiri yapması gerekiyor. Bugün herkesin levmetmek için sıraya girdiği bu yapı, dün aynı kişilerin medih ve senalarıyla, ondan da öte verdikleri destek, sağladıkları imkân ve açtıkları kapılarla büyüdü. Velhasıl şahsî, ailevî, ilmî, siyasî, cemaatî, toplumsal, akademik… her ne sorumluluğumuz varsa onları gözardı ederek, bu hazin tecrübeden gereken dersleri almamız mümkün gözükmüyor. Buraya nasıl gelindiği sorusuna, ne tek bir kişiyi şeytanlaştırarak cevap vermek mümkün, ne de işi bir tür ‘cadı avcılığı’na çevirip bütün faturayı sadece bir grup insanın üstüne yazmak adaletli. Bu tablodan dolayı gerçek ve tüzel bütün kişilerin, bireysel veya kollektif bütün nefislerin yapması gereken bir özeleştiri alanı var ve her kesimin çıkarması gereken dersler bulunuyor. 

Yusuf aleyhisselamın ona gönderdiği gömlek, babası Yakub’un kör olmuş gözlerini açmıştı. Hz. Yusuf’un, gömleği sürüldüğünde kör olmuş iki gözü açacak bir makama ulaştığı olaylar zincirinin orta yerinde ise, arkadan yırtılmışlığıyla masumiyetine apaçık delâlet eden diğer gömleğine rağmen onun “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü, Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis şiddetle kötülükleri emreder” diyebilmesi vardı. Hakikat bu iken, ikbal zamanında bu yapıdan güç, ilişki, itibar devşirmek için akın edenlerin, bugün sövdükleri kişiye dair dün övgü yarışına girenlerin, onunla aynı fotoğraf karesinde gözükmek için birbirinin üstüne düşenlerin; yani kıssadan alacağımız mecazla konuşacak olursak, hepsi de ‘gömleği önden yırtık’ haldeki kişilerin hiçbir şey olmamış gibi davranmaları ile ne düzelebilir, hangi gözler hakikati görecek şekilde açılabilir ki? 

Düne dair bir özeleştiri ortaya koymadan ve benzer bir hatayı başka bir mecraya karşı işlemeyeceğine dair bir güven uyandırmadan, en önemlisi bir daha böyle şeylerin yaşanmaması için ‘hukukun herkes için eşit şekilde geçerli olduğu’ bir düzenin izini sürmeden, kimler neyi nasıl düzeltebilir ki?

Şu satırları yazarken, düne dair hatıralar, kareler geçiyor gözlerimin önünden. Kulağımda ise övgü cümleleri…

Meselâ siyasîlerin siluetleri birbiri ardınca geçmekte gözlerimin önünden… ‘İkbal meyhanesi’nin ‘pîrimuganı’ gözüktüğü günlerde Fetullah Gülen’le aynı karede fotoğraf vermek için yarışan siyasîler ve bürokratlar; onun merkezinde olduğu bu yapının herşeye nüfuz etme ve her yere hâkim olma şehvetiyle ilettiği talepler karşısında “Allah emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmederken adaletle hükmetmenizi emrediyor” (Nisâ, 4:59) âyetindeki emri hatırlayacağı yerde ‘ne istedilerse verme’ tavrını tercih ettikleri için açık bir özeleştiri yapmadıkları ve hiç olmazsa bundan sonra ‘emanetin ehline verildiği’ gerçekten hakkâniyetli ve adil bir düzen için çaba sergilemedikleri halde hangi yanlışı düzeltebilir ve ne derece güven verici olabilirler ki? 

Gözlerimin önünden, bu yapı üzerinden ülke içinde faaliyet alanıyla ilgili harikulâde bir ağa, dünya genelinde dünden hazır bir networke ulaşmanın iştahıyla hareket eden işadamları da geçiyor kezâ… Usule uygun olsun olmasın işlerini bu yapının bürokratik nüfuzunu kullanarak halledenlerin, verdiği ‘himmet’e karşılık edindiği ağlar ve bağlar ile orada dahi ‘bir alıp bin kazanma’ uyanıklığını sergilediğini düşünenlerin kaçta kaçı bir özeleştiri yaptı acaba? Yoksa çokları, şimdi yeni nüfuz alanlarıyla işini görme ve yeni bürokratik anahtarlarla işi çözme yolunu mu ihtiyar etmekteler? 

Gözlerimin önünden nice nice ilim ve fikir erbabı da geçiyor… Dağıtım ağlarından okul ve dershane zincirleri ile ve hemen her alandaki dernekleriyle, kitapları için nasıl bir müşteri potansiyeli taşıdıklarının farkında olarak bu yapının huyuna ve suyuna göre hareket eden, buna göre sözüne ve fikrine otosansür uygulamaya bile razı olmuş isimleri devran tersine döndüğünde herkesten ziyade sövgü yarışına girip bu kez ‘kral öldü, yaşasın yeni kral!’ meddahlığına girişmiş halde görmüşken hangi sözlerine itibar, hangi tutumlarına itimad edebiliriz ki? İlim ehlini de boş geçmeyelim. Gülen’in vaazları, sözleri ve fiillerinde bizim gibi sıradan insanların görebildiği muvazenesiz din dilini, dinî alanı kendi zihnindeki kurguya göre eğip büken eklektik ve senkretik hesapçılığı göremeyen; bilakis filan yerdeki toplantılar, filan ülkelere yapılan ve içinde mutlaka ‘kolej ziyareti’ de bulunan geziler, olimpiyatlar vs. ile gözleri kamaşıp basiretleri bağlanan ilim ehlinin ne kadarı bir özeleştiri yaptı ki sahi?

Bu yapının sergilediği zahirî başarıya imrenen, aslen ve usulen doğru mu yanlış mı diye tartmadan onların tarzını modellemeye çalışan başkaca cemaatler de geçiyor gözlerimin önünden… Bir tarafı holdingleşmiş, öte tarafı devletin derinlerine nüfuz etmiş, öyle ki devlet biziz kibrine kadar yuvarlanmış bu yapının akıbetinden ne ders çıkardılar sahi? ‘Sivilliğini’ hiç bozmadan yol alma ve dine-imana dair hizmetine en gariban insanın aldığı ekmekten bile vergi alan bir devletin imkânlarını hiç bulaştırmama dersi mi çıkardılar; yoksa onlardan kalana ‘ganimet’ gözüyle bakıp üleşme fırsatçılığı mı bürüdü gözlerini? 

Aileler de geçiyor gözlerimin önünden… Sorasım geliyor annelere babalara: İyiydi değil mi, çocuğuyla ilgili kendi sorumluluğunu bir cemaate bırakmak? Çocuklarınızı onların yurtlarına ve müdebbir abilerine teslim edip, biraz himmetle çokça kafa rahatlığı sağlamak epeyce kârlı ve akıllıca bir iş gibi gözüküyordu değil mi zamanında? 

Uzatmak mümkün, ama burada bırakıyorum.

Neredeyse herkesin olup bitende bir dahli ve özeleştiri gerektiren bir hissesi olduğu halde, devletiyle toplumuyla, cemaatleri ve fertleriyle herkes, bir grup insanı umacı seçip ortak kusuru sadece onların üstüne yıkarak örtbas etmek değildi hakkâniyetli olan. Hayır. Kendi kabahatini örtme telaşıyla bütün faturayı KHK’larla işinden edilmiş herkese çıkarmak ve bunu yaparken “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” bilmişliği ve “Vardır devletin bir bildiği” kurnazlığıyla sıyrılmaya çalışmak suretiyle; evet, olup bitenin sorumlusu olmayan çoluk çocuğun aç açık bırakıldığı, yani olup bitenin faturasını olup bitenin sorumlusu değil mağduru olanların da çekmesine sebebiyet verecek mütehevvir ve hakkâniyetsiz uygulamalara ya omuz verip yahut sessiz kalmak suretiyle kimse iyileşmeyecek. Bir önceki yazıda dile getirdiğimiz çalışmada da söylediğimiz gibi, kriminal işlere girenlerin cürmü bu işlere bulaşmayanların üstüne yazılamaz. Dahası mücrimlerin dahi cürümlerine münasip bir cezayla tecziye olunmalarıdır adaletli olan… Özeleştiriden kaçarken adaletin terazisini de bozmakla ne devlet daha iyi bir devlet olacak; ne de buna seyirci, hatta taraftar olmakla toplum daha iyi bir toplum, cemaatler daha iyi cemaatler, aileler daha iyi aileler ve insanlar daha iyi insanlar haline gelecek. Özeleştiri şart. Adaletli olmak da şart.

Son bir sözü de, güç elindeyken başkalarına gadreden bu yapının giriştiği usulsüz iktidar mücadelesinde mağlup olmasından sonra bir kısım cemaat mensuplarının maruz kaldığı mağduriyetlerin üzerinde tepinen, hatta buradan bir haklılık ve sempati devşirmeye çalışan kült mensubu kişiler için söylemem gerekiyor: 

Yanlış bir yoldaydınız. Muvazenesiz bir insanın peşinde kendinizden geçerken kollektif narsizm illetine düştüğünüzü hiç görmediniz. Bilakis bu kollektif narsizmin kibriyle sarhoş halde, kendisini ‘cemaat’le kamufle eden ‘örgüt’ün eriştiği güçle her eleştiriyi tehdit, her uyarıyı düşmanlık, size her muhalefet edeni deccal yahut şeytan olarak gördünüz ve kimseye acımadınız, hiçbir uyarıya da kulak asmadınız. Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez; siz hak ettiğinizi buldunuz. 

Ama bundan nedamet edecek yerde, bir şekilde etkilediğiniz masum insanların uğradığı haksızlıklardan yine kendinize bir ikbal yahut ajitasyon devşirmeye ve onların acılarını nesneleştirip manipüle etmeye giriştiniz. 

Hele ki kültünüzün başındaki ve merkezindeki kişi… Benim üstadım Bediüzzaman, tek parti döneminde, 1935’te Eskişehir’de yüz yirmi Risale-i Nur talebesi ile birlikte hapse atıldığında, mahkemedeki müdafaasını öncelikle bir kısmı çoluk çocuk sahibi o yüz yirmi insanın salıverilmesini temine odaklı şekilde yaptı. “Sizin derdiniz benimle. Benimle olan hesabınızı bu insanlardan görmeye kalkmayınız, hapse attığınız şu masum insanlara kıymayınız, onları serbest bırakınız. Bana ithamlarınıza ise benim elbette cevabım var ve cevabım da şudur” diye özetlenebilir bir çizgideydi onun savunması… Mert bir âlim olarak mertliğin gereğince davrandı. Peki F. Gülen, onun yüzünden yüzbinlerce insan işinden olur, onbinlerce insan hapislere düşerken; yahut bir kısmı Meriç’in yahut Ege’nin sularında boğulur, bir kısmı ise yaşadığı inkisârların tetiklediği ruh hali içinde intihar ederken zerre nedamet ifadesi gösterdi mi ve zerre sorun çözme iradesi sergiledi mi? “Onları bırakın, beni alın” diyebildi mi meselâ? 

Dün başkaları bu yapı tarafından mağdur edilirken alkışlamanıza rağmen bugün (kriminal işlere bulaşanların hak ettiği ceza müstesna) bu yapıyla bir şekilde irtibat ve iltisak sebebiyle mağdur edilenlere atıfla kendinizi ‘adalet savaşçısı’ gibi resmetme çabası içindesiniz. Gerçekten adalet savaşçısı iseniz, önderlerinizin sırtını dayadığı süper gücün temin ettiği silahlarla İsrail Filistin’de bir yılda yirmibine yakını çocuk olmak üzere elli bin masum insanı öldürürken niye, neden ve nasıl bu kadar suskun kalabiliyorsunuz peki? 

Özeleştiri herkes için şart… Gözler başka türlü açılamayacak.

Not: Yazı dizisi devam ederken, bu yapıyla geçmişte yolu farklı şekillerde kesişmiş birçok insandan makul tepkiler aldım. Sağolsunlar, bir kısmı kendi hikâyelerini açıkyüreklilikle benimle paylaştılar. Buna karşılık, güya F. Gülen’e muhabbet ve sadakat adına, önemli kısmı takma isimlerin ardına saklanmış şekilde hakkımda her türlü hakaret ve küfrü ‘caiz’ görüp birbiri ardınca sıralayanlara da maruz kaldık. Bir yazarın aşması gereken sınavlardan biri, övgüden de sövgüden de etkilenmeden kaleminin mizanını korumaktır, sekiz yazı boyunca bunu başarabildiğimi umuyorum. Çirkin ve edepsiz ifadeleriyle güya bana haddimi bildirdiklerini sanan ‘husumet fedaisi’ küfürbazlar ise, dile getirdiğim eleştirilerin isabetini bilfiil göstermiş oldular. Kült bağımlılığının insanı nasıl gerçeklerden kopardığını, en makul ve mutedil eleştirileri bile nasıl ‘saldırı’ olarak algılatabildiğini ve putuna dokunulduğu anda kişiyi nasıl edepten uzaklaştırabildiğini uğraşsam da ben onlar kadar iyi gösteremezdim. Ama elbette bunun için kendilerine teşekkür borçlu değilim. 

- Advertisment -