Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBir şeyhin iki düşman müridi

Bir şeyhin iki düşman müridi

Necip Fazıl’ın Erbakan’ın yanında olması, Hüseyn Hilmi Işık’ı kızdırır ve gazetesinde “Erbakan’ı ve Necip Fazıl’ı kumar masasında fahişelerin arasında gösteren” bir karikatür yayınlatmaya kadar ileri gider. Polemik üstadı Necip Fazıl da, Büyük Doğu dergisinde onları yerin dibine sokan yazılar yazar. Aynı şeyhin iki müridi birbirinin can düşmanıdır artık. Her ikisi de Şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin gerçek temsilcisi olduğunu iddia eder.

Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı’dan beri tarikatlar var oldu. Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki dönemde ise ülkemizde yasaklandı. Bu yeni dönemde, binlerce yıldan beri aynı hayatı yaşayan insanlar, birden bire bambaşka bir hayat tarzı yaşamaya başladılar. Bu tepeden inme yeni hayat tarzında Hilafet, Saltanat gibi dini yaşam da, “Eski geçmiş” olarak değerlendiriliyor, “Eskiyi unut, yeni yolu tut” nakaratları resmi törenlerde, resmi dairelerde ve okullarda tekrarlanıyordu.

Halkın içinden değil, tepeden inen bu yeni yol, halka ne kadar yabancı gelse de yaşamaktan başka şansları yoktu. Birinci Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’nın yorgunluğu, bıkkınlık, yoksulluk, çaresizlik, o yıllarda çoğu köylerde kasabalarda süren yaşam, insanlarda derman bırakmamıştı. Halk içine kapanmış, beklentisiz bir yaşantı içindeydi. O yıllarda artık tarikat toplantıları, sohbetler yapılmıyordu, zaten yapılamazdı.

Yıllar geçtikçe, zamanla “Eskiyi unut, yeni yolu tut” diyenlerin umduğu gibi, eski unutulmuş, yeni yol tutulmuştu. Fakat 1950’lerde durumun böyle olmadığı ortaya çıkacaktı. Artık yok sanılan tarikatlar, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası 1940’lı yıllarda gizliden de olsa zikir toplantılarına başlamış, 1950’lerde faaliyetleri açıktan arttığı gibi bazıları geniş kitlelere hitap eden cemaatlere dönüşmüştü.

Başta Nurcular ve Süleymancılar olmak üzere, tarikat ve cemaatler, 1960’lı yıllarda gazete, dergi ve kitap neşriyatına başlamış, yayınlanan kitaplar köy camilerinin avlularında satılacak kadar yaygınlaşmıştı. “Eskiyi unut, yeni yolu tut” diyenler, bu gelişmelere karşı haliyle tepkiliydi. Yargı, hükümet, basın araçlarıyla onlara yönelik ağır tepkiler verilse de, Anadolu’nun her yerinde tarikatların sayısı hızla artıyordu.

Aslında tarikat ve cemaatler birlikte hareket etmiyordu, homojen yapıya sahip değildiler. Hatta 1970’li yıllarda bazıları birbirlerine mesafeliydi, kimileri çatışıyordu, bazıları birbirini tekfir ederken, gruplara bölünenler de oluyordu. Türkiye’de cemaat ve tarikatlar bir yandan çoğalırken, bir yandan da her yapı en güçlü olmanın, öne çıkmanın mücadelesini veriyordu. Bu durum 1990’lara kadar sürdü, 2000’li yıllarda ise büyük çoğunluğu bir birbiriyle uzlaştı.

Şeyh Fehmi Arvâsî ve Şeyh Abdülhakim Arvâsî

Her cemaatin kendine ait bir mücadele tarihi var. Bugün TGRT televizyonu ve bir dönem 1.5 milyon gibi tiraja ulaşabilmiş Türkiye gazetesi ile tanınan, 22 Şubat 2013’te vefat eden liderleri Enver Ören’le anılan Işıkçılar, İhlas Holding’le anılan bir cemaat.

Yeni nesil, bu cemaatin lideri olarak iş insanı Enver Ören’i bilse de, Ören’in kayınpederi emekli albay, kimyager, yazar Hüseyn Hilmi Işık asıl faaliyetleri başlatan kişi. Cemaat adını onun soy isminden almıştır. Fakat bu yapıyı oluşturan gerçekte Şeyh Abdülhakim Arvâsî, aynı zamanda cemaatin manevi önderi. Şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin 1943 yılında vefatından sonra yerine Seyyid Ahmet Mekki geçince, Hüseyn Hilmi Işık ona bağlandı.

Işıkçıların tarihi, Şeyh Abdülhakim Arvâsî’yi yetiştiren Şeyh Fehim Arvâsî’den başlıyor.

Kaleme aldıkları bir biyografiye göre, Şeyh Fehim Arvâsî Irak’tan Doğu Anadolu’ya yerleşmiş ve çok sayıda âlim yetiştirmiş bir aileye mensuptur. 1825’te bugün Van’ın Bahçesaray kazasına bağlı Arvas köyünde doğdu. Önce dedelerinin kurduğu Arvas’ta, bilahare Müküs (Bahçesaray) Mir Hasan Veli medresesinde okudu. Cizre’de Şeyh Hâlid-i Cezerî’nin derslerine devam etti. Muş’un Bulanık kazasında Molla Resul Sübkî’den ilim icâzeti (diploması) aldı. Daha sonra Nakşî, Kâdirî, Çeştî, Sühreverdî ve Kübrevî tarikatlarından talebe yetiştirmek üzere mutlak halife oldu. Arvas’a dönerek Arvas medresesini canlandırdı. Burada 60 kadar talebe yetiştirip mezun etti. En meşhurları oğlu Van müftüsü Muhammed Emin Efendi ve Abdülhakîm Arvâsî’dir.

Abdülhakîm Arvâsî’nin iki müridi: Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Hilmi Işık

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Türkiye’nin ilk yıllarında (1860-1943) yaşayan Abdülhakîm Arvâsî de şeyhi Fehim Arvâsî gibi Moğol istilâsı sebebiyle Irak’tan Doğu Anadolu’ya yerleşmiş bir aileye mensuptur. 1860’ta o zaman Hakkari vilâyetinin merkezi olan ve şimdi Van’a bağlı Başkale kazasında doğdu. 1879’da Arvas’ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehîm Arvâsî’ye talebe oldu. Kendisinden 1882’de icâzetnâme (diploma) ve 1887’de Nakşıbendî, Kâdirî, Çeştî, Kübrevî ve Sühreverdî tarikatlarından hilâfet alarak memleketine döndü.

Başkale’de kendi parasıyla kurduğu medresede 29 sene talebe yetiştirdi. Sultan II. Abdülhamid tarafından taltif edildi. Mekke’de görüştüğü Şeyh Ziya Masum Müceddidî, kendisine Üveysî hilâfeti de verdi. Sultan Vahideddin tarafından 5 Ağustos 1919’da Süleymaniye Medresesi’ne tasavvuf müderrisi olarak tayin edildi. Aralık ayında da Eyüp Sultan’da münhal Kaşgarî Dergâhı postnişinliği kendisine tevdi edildi.

1924-1928 yılları arası Vefa Lisesi’ne din dersi muallimliği yaptı. 1925’te tekkeleri kapatan kanun gereği, Eyüp Sultan, semti, Kaşgari Murtaza Efendi Cami yanında bulunan Kaşgarî Dergâhı’nda ömür boyu oturmasına müsaade edildi. 1924 yılında İstanbul vâizliğine tayin olundu. İstanbul’da Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Ayasofya, Bakırköy Zuhuratbaba, Kadıköy Osman Ağa, Kasımpaşa Câmi-i Kebir, Üsküdar Yeni Câmi ve Beyoğlu Ağa Câmii kürsülerinden senelerle vaaz verdi.

Işıkçıların kaleminden çıkma bu biyografilerde bir şey eksiktir: Necip Fazıl Kısakürek. Oysa Arvâsî denince ilk akla gelen isim hidayetine vesile olduğu şair Necip Fazıl gelir. Bir başka deyimle, Şeyh Abdülhakîm Arvâsî popülerliğini biraz da Necip Fazıl’a borçludur. Necip Fazıl sadece talebesi değil, aynı zamanda yayıncısıdır da. Arvâsî’nin eserlerini bizzat üzerinde çalışarak Necip Fazıl yayınlayacaktır.

Arvâsî’nin biyografilerinde yer almasa da, cemaatin kimi yayınlarında Necip Fazıl kendilerine göre anlatılır. Bu anlatımlara göre Necip Fazıl sadece bir şairdir ve Arvâsî’nin şair Necip Fazıl’ı hak yoluna kazandırmasının hikâyeleri oldukça ilginçtir. Cemaate göre, Şair Necip Fazıl, Abdülhakim Arvâsî Hazretleri’yle tanışıncaya kadar aklın kalemiyle siyah yazılar yazardı. Zaman zaman Müslümanlar aleyhine de karalamalarda bulunurdu.

Yine kendilerine ait sitelerde yer alan anlatıma göre: “Necip Fazıl, bir akşam çalıştığı bankadan çıkar Eminönü’nden vapura biner. Kendisine İslami telkinlerde bulunacak esrarengiz bir adamla karşılaşır. Yanına oturan adamla önce zahiri meseleleri konuşur. Necip Fazıl tasavvuftan sorunca adam Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde Cuma günleri vaaz veren Abdülhâkim Arvâsî Hazretleri’ni işaret eder. Vapur Beylerbeyi’ne vardığında karşılıklı selamlaşıp ayrılırlar. O andan itibaren Necip Fazıl’ın zihninde hep Beyoğlu’nda yalnız Cuma günleri vaaz veren Büyük Veli vardır. Kiminle konuşursa konuşsun hakikatte aklı hep Ağa Camii’ndedir.”

Necip Fazıl, Abidin Dino ile Arvâsî’nin huzurunda

Bir Cuma günüdür ve yanında arkadaşı ressam Abidin Dino vardır. Bulundukları apartman Ağa Camii’ne yalnız birkaç yüz metre mesafededir. Birden aklına içinde bulundukları günün Cuma olduğu gelir. Arkadaşına “Haydi davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi göstereceğim” der. Ve Abidin Dino ile Ağa Camii’ne gidip şeyhin elini öperler.

Necip Fazıl, o günü “O ve Ben” isimli eserinde şöyle anlatır:

“Cami… Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı, beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat… Önünde, kitabını koyduğu küçük bir yer masası… Etrafında, diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan… Aralarına geçip oturduk. Son derece tesirli bir ses… Tane tane konuşuyor.

“Ders bitince ön sırada oturan bir gencin yardımıyla kürsüden indiler. Etrafındakilere şefkatle baktılar. Potinlerimizi giyip kendilerini kapıda beklemeye başladık. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini üzerimize diktiler.”

Necip Fazıl bu bakışlara çarpılmıştır:

Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;

Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!

Ben atıldım: “Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek saadetine erebilir miyiz?”

“Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli bir cankurtarana yapışırcasına kapıp öptüm.”

Necip Fazıl, Abidin Dino ile gittiği görüşmede şeyhine “adeta teslim olmuş”, eriyip gitmiştir. Bir kerametine de şahit olunca, daha çok bağlanır.

 “Abdulhakim Arvâsî, Süleymaniye Camii’nde vaaz vermektedir. Necip Fazıl da 10 soru yazar ve soruları cebine koyup Süleymaniye Camii’ne gider. Vaazdan sonra soruları kendisine soracaktır. Ancak, Arvâsî Hazretleri vaazı sırasında Necip Fazıl’ın sorularını birinciden başlamak üzere tek tek cevaplandırmaktadır. Üstad bir ara (acaba soruları cebimden düşürdüm de eline mi geçti?) diye şüphelenir. Cebine bakar soru kâğıdı yerinde durmaktadır.” (Ramazan Ayvalı hocanın bir sohbeti)

Necip Fazıl, O ve Ben kitabında, şeyhini mekânında ilk ziyaretini de anlatır:

“Sıcak bir ilkbahar günü… Kaşgari Dergahı… İkinci buluşma… İlk sualleri: “Ne iş yaparsınız?”

“Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şairim… İsmim Necip Fazıl…”

“Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu?”

Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. Semeretü’l-Fuad ve Divan-ı Nakşi’yi söyledim. Son zamanlarda da, karıştırdığım Marifetname… Nakşi Divanı’nın kimin eseri olduğu sualine cevap veremedim.

İşte ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk fikir: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

Bana ilk günden son güne kadar: “Bizdensin!.. Seni mensup ve mahsuplarımızın arasına alıyoruz! Yola kabul edildin!” dediler. Bir yakınının ifadesiyle bana, “Sen gemidesin! Ayak silmeye mahsus bir paspas olsan yine gemidesin! Seni bırakmazlar! Aldıklarını bir daha bırakmazlar.”

Şöhretli şair Necip Fazıl artık yolunu bulmuştur:

“Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış,

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.”

Şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin vefatından sonra, şeyhin iki ünlü talebesi Hüseyn Hilmi Işık ile Necip Fazıl Kısakürek’in arası açılır. Necip Fazıl, dine dönüş yaptıktan sonra yazdıklarıyla ve konuşmalarıyla bütün muhafazakâr kesimin en meşhur ismi olmuştur. Milli Görüş fikrinin de alt yapısını oluşturur. Erbakan, Milli Nizam Partisi’ni kurarken, Necip Fazıl’a “fikirlerinizi partileştiriyoruz” demiştir. Erbakan’dan önce Necip Fazıl konuşur partinin kuruluş gününde.

Necip Fazıl, bütün sağın en büyük yazarı olarak geniş bir kesimin fikri önderi olurken, Hüseyn Hilmi Işık kendi cemaatini kurar. Hakikat Yayınlarında kitaplarını yayınlar, sonraki süreçte de damadı Enver Ören 22 Nisan 1970’de Hakikat gazetesi çıkarmaya başlar. Necip Fazıl’ın Erbakan’ın yanında olması, Hüseyn Hilmi Işık’ı kızdırır ve gazetesinde “Erbakan’ı ve Necip Fazıl’ı kumar masasında fahişelerin arasında gösteren” bir karikatür yayınlatmaya kadar ileri gider. Polemik üstadı Necip Fazıl da, Büyük Doğu dergisinde onları yerin dibine sokan yazılar yazar.

Aynı şeyhin iki müridi birbirinin can düşmanıdır artık. Her ikisi de Şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin gerçek temsilcisi olduğunu iddia eder. Oysa, bu düşmanlıklarına rağmen, her iki isim de kendilerinden başka herkesi eleştiren, hatta tekfir eden tavra sahiptir. Necip Fazıl’ın zaman içinde Arvâsî’den başka eleştirmediği, kavga etmediği isim kalmamıştır.

Ancak İslami kesim onun bu eleştirilerini, ağır hakaretlerini ciddiye almamış, Türkiye’deki İslami davanın en büyük aksiyon adamı kabul ederek saygı duymuştur. Erbakan’ı bırakıp mason dediği Demirel’i yanında yer aldığında, MHP’ye geçtiğinde bile ciddi bir eleştiri almamıştır. Onu davanın Üstad’ı olarak kabul etmiş, “Üstad’dır, hoş görmek lazım” anlayışına sahip olmuştur.

Hüseyn Hilmi Işık’ın başarılarla dolu hayatı

Şeyh Abdülhakim Arvâsî’nin 1943 yılında vefatından sonra yerine Seyyid Ahmet Mekki geçince, Hüseyn Hilmi Işık ona bağlandı. Mekki’den icazet aldıktan sonra Sıddık Gümüş müstear ismiyle kitaplar yazmaya başladı.

Hayatı başarılarla, birinciliklerle ve ilklerle doludur. Daha beş yaşındayken Eyüp Sultan’da Mihrişah Sultan İlkokulu’na başladı. Yazları Hakîm Kutbeddin, Kalenderhâne ve Ebussuud Sibyan mekteplerine devam etti. Yedi yaşında başladığı Reşâdiye Numûne Mektebi’ni, 1924 yılında birincilikle bitirdi. 1929 yılında Halıcıoğlu Askerî Lisesi’ni de birincilikle bitirdikten sonra, 1932’de Eczacılık Fakültesi’nden birincilikle ve teğmen rütbesiyle mezun oldu.

Gülhane Askerî Tıp Akademisi’ndeki stajını da birincilikle tamamladıktan sonra Askerî Tıbbiyeye müfettiş olarak tayin edildi. 1936’da İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ni bitirerek Türkiye’nin ilk kimya yüksek mühendisi oldu. Burada yüksek matematikçi Richard Von Mises, mekanik profesörü William Prager, fizikçi Harry Dember, teknik kimyacı Philipp Gross’dan ders aldı. Prof. Fritz Arndt’ın yanında çalışırken Phenyl-Cyanide-Nitrometan cisminin sentezini yaptı ve formülünü buldu.

1936 yılında ordu kimyager sınıfına nakledilerek Ankara Mamak’ta gazdan korunma evi kimyagerliğine tayin edildi. Millî Savunma Bakanlığı’nın Almanya’dan getirttiği dünyaca meşhur kimyagerler, Dr. E. Goldstein, Auer Fabrikası Genel Direktörü Merzbacher ve optik uzmanı Neumann ile çalıştı. Zehirli gazlar uzmanı oldu. Kızılay maske fabrikasında, Millî Müdafaa Vekâleti adına müfettişlik yaptı. 1938’de yüzbaşı, 1945’de binbaşı oldu. 1946’da Bursa Işıklar Askerî Lisesi’ne kimya öğretmeni olarak tayin edildi. 1950’de lisenin öğretim müdürü oldu. 1951’de Kuleli, 1959’da Erzincan Askerî Lisesi’ne tayin olundu. 1960’da Millî Savunma Bakanlığı Tetkik Kurulu’na tayin edildiyse de, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra kıdemli Albay rütbesiyle emekliye sevk edildi. Bir yandan da kendisini ilmî çalışma ve teliflere verdi. Günlük ve haftalık gazetelerde aktüel ve kültürel yazılar yazdı.

Mesleğinde parlak başarılara ve ilklere imza atan, takipçileri artınca cemaat oluşturan Hüseyn Hilmi Işık, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ından esinlenerek Seadeti Ebediyye kitabını yazdı ve bu eser cemaat derslerinde okutulmaya başlandı. Cemaatin yayın organı önce Işık Yayınlarıydı, sonra Hakikat Yayınları’na dönüştü. Bu yayınevinden çıkan her kitap, cemaatin el kitabı hüviyetinde oldu. Özellikle cemaatin lideri Hüseyn Hilmi Işık’ın Seadeti Ebediyye kitabı, tekrar tekrar okunan, okutulan, girilmedik ev bırakılmayasıya gerekirse bedavaya dağıtılan en temel başucu eserdir. Hakikat yayınlarının ve Hüseyn Hilmi Işık’ın tanınan, bilinen diğer önemli kitaplarından bazıları, Nemaz Kitabı, Faideli Bilgiler, Eshab-ı Kiram, Cevab Veremedi gibi kitaplardır.

metin, kitap, yayımlama, neşir, neşriyat içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Necip Fazıl’ın her şeye rağmen gördüğü itibar, saygı, hoşgörü, Hüseyn Hilmi Işık’a onca başarısına rağmen diğer İslami kesimler tarafından gösterilmedi. Onlar nasıl çoğu İslami önderi “mezhepsiz, kafir” olarak itham ettiyse, başkaları da onları “vehhabilikle kafayı bozan, mason uşakları” gibi sözlerle itham etti ve büyük cemaatler tarafından dışlandı. Zaten halkın çoğu tarafından da pek bilinmiyorlardı. Hüseyn Hilmi Işık adını, genelde bedava dağıtılan, otobüslere, vapurlara, parklara bırakılan Seadet-i Ebediyye kitabının yazarı olarak görüyorlardı.

Herkesle kavga eden, dışlanan, hatta çoğu kişinin varlığından habersiz olduğu Işıkçıların kaderini, tarzı pek kayınpederi Hüseyn Hilmi Işık’a benzemeyen, herkesle sıcak münasebet kurabilen, geçmişteki kavgaları unutturan, başka cemaatlerle soğukluğu gideren, tatlı dilli, güler yüzlü, çocukla da büyükle de şakalaşabilen Enver Ören, biraz da Turgut Özal’ın sayesinde değiştirecekti. Öyle ki tirajı en yüksek noktaya çıkan Türkiye gazetesini kuracak, Kadir İnanır, Sibel Can, Gülben Ergen, Seda Sayan, Seren Serengil gibi sanatçılar TGRT kanalında yer alacak, Yeşilçam artistlerini Evliya filmlerinde oynatacak, cemaat şirketlerini İhlas Holding çatısı altında birleştirecek, cemaat bundan sonra daha çok İhlascılar olarak anılmaya başlayacaktı.

- Advertisment -