Küresel tedârik zincirleri kırılıyor. Gümrük savaşları başladı. Ve jeopolitik gerilimler aşılmaz çelişkileri işâretliyor.
Tüm bu süreçler uzunca bir süredir algıda ve nispeten gerçeklikte kurgulanan “bolluk düzeni”nin sonuna geldiğimizi bize fısıldar cinsten.
Gerçekten de uluslararası tüm kurum ve kuruluşlarının (IMF, WEF, OECD, OXFAM, IPCC vb.) güncel raporlarında enflasyon tehdidinin keskinleştiği-keskinleşeceği, alım gücünün azaldığı-azalacağı ve borçlanmanın arttığı-artacağı vurgulanıyor. Dahası, küresel serveti elleri arasına alan yüzde 1’lik oranın daha da daraldığı, geriye kalan yüzde 99’un ise alabildiğine mülksüzleştiği ve hatta en basit, en temel ihtiyaçlara erişimde yadsınamaz sorunlar tecrübe ettiği mühürleniyor.
Şüphesiz ki sıradan insan bu dalgaların tamamını hanesinde ve akan günlük hayatının her şubesinde hâlihazırda zaten iliklerine kadar hissediyor.
En “zengin” ülkelerden, “gelişmekte” olanlara ve “az gelişmişlere” değin kapitalizmin bir çıkmazda olduğu ve burada debelendiği aşikâr.
Daha geçtiğimiz gün Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald J. Trump, kabine toplantısında çok yankılanan şu cümleleri sarf etti:
“Belki çocukların 30 bebek oyuncağı olacağına 2 bebek oyuncağı olacak. Ve belki bu iki bebek oyuncak normalde tutacağından birkaç dolar daha fazla tutacak.”
Bu “gelen”e dair bir psikolojik hazırlık aşamasının tezahürü değilse, nedir?
“Gelen” sırf ABD’ye gelmiyor tabii. Küresel plânda hepimiz için geliyor.
Üstelik iş “oyuncak bebek”lerle kalsa iyi. Son on yıllardır tüketim çılgınlığını tetiklemek, beslemek ve onu kökleşmiş bir “alışkanlık” hâline getirmek adına nakışlanan “ihtiyaç yanılsamaları”nın alacağı darbeyi düşünebiliyor musunuz?
“Yanılsama” deyip geçmemeli. Zaman içinde her biri alıştığımız “konfor” tasarımının işlevsel bir parçası oldu. Alışkanlığın ötesinde bir “bağımlılık” yaratıldı. Şimdi ise “yoksunluk”la sınanmanın eşiğindeyiz. Ve yoksunluğun “zihinlerde” sebep olacağı tahribatın kapsamını öngörmek çok zor.
Velhâsıl görünen o ki, dünya bir müddet yerlerde sürüklenecek.
Heyecanla müjdelenen “dijital devrim”in şafağında zaten “istatistikî veri” konumuna indirgenmiş olan sıradan insan ufukta beliren küresel çalkantıyla iyice sarsılacak, sarsılıyor.
“Sosyal durum”un – topyekûn insanlık açısından – dayanılmazlaşmasına ramak var.
Peki, bu salt kapitalist krizin teşhisi ve kritiğiyle “giderilebilir” bir sorun mu?
Doğrusu, sanmıyorum. Hakiki tıkanmanın daha üst, daha girift bir açılımı hâsıl.
Bence ışığı tutmamız gereken saha “Medeniyet” sahası.
“Ne pahasına olursa olsun ilerleme ve gelişim” mantığı kırılmadıkça “lokomotif” kuvvetin – ki, bu bizim çağımızda kapitalizmdir – kimliği, menşei, metodolojisi ve nihai gâyesi son kertede önemsizdir.
Nereye doğru bir ilerleme ve gelişim?
“İlerlemek” ve “gelişmek” insanlığın kahir ekseriyetinin kapısından adım atamadığı gökdelenler inşâ etmek mi? Dünya nüfusunun yalnızca yüzde 20’sinin alabildiği arabalar üretmek mi? Yine aynı nüfusun sadece yüzde 50’sinin kullanabildiği bilgisayarları programlamak mı?
“Ölçüm” hipnotizması müntesiplerinin diliyle devam edelim, belki anlaşılır.
UNDP’nin 2024 verilerine göre 1,1 milyar insan beslenme, barınma ve giyinme gibi en temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Keza aynı yılın verilerini esas alan Dünya Bankası 3,5 milyar insanın (ki bu toplam dünya nüfusunun yüzde 44’üne tekabül ediyor) yoksulluk sınırı altında yaşadığını (hayatta kalmaya çalıştığını) serdediyor. 2018 verilerinden itibaren yıllara göre hesaplandığında ve günümüze değin getirildiğinde, mutlak sayıların – nüfus artışı dikkate alındığında – sabit kalmaya yüz tuttuğu ayrıca not edilmeli.
Muhtelif levhalarda kaydedilen irili-ufaklı “iyileşmeler” yok değil, var elbette.
Var ama nasıl var?
Sıradan insanın bazen hafta sonunu da içine alan çalışma saatleriyle var. Normal koşullarda ailesiyle, çocuklarıyla, kişisel zevkleriyle meşgul olarak geçirmesi gereken zamanı iki kuruş fazla kazanmaya adamak zorunda bırakılmasıyla var. Kan-ter içinde kalınarak, güneş ışığı bile görmeyen işyerlerinde verilen el emeğiyle ve daracık kutularda ekran karşısına çakılarak verilen zihin emeğiyle var.
Dramatik insanî, fizikî ve manevî maliyetlerin neticesinde elde edilen “minik” iyileşmeler mevzubahis.
Kısacası ilerleme-gelişim-bilimperestliğin ve bu akımın şekillendirdiği “Medeniyet” yaklaşımının en hafif tâbirle “sorunlu” olduğu açık. Dahası, insanların “reel mutluluğu” önünde cüsseli bir engel.
Kapitalizm girdiği pek çok krizden her defasında güçlenerek çıktıysa, bu ana “Medeniyet” çerçevesinin bozukluğuna delalet eder. Ve ne yazık ki üç aşağı beş yukarı tüm hususî “kültürel havzalar” bu çerçeveyi içselleştirmiş vaziyette, paylaşıyor.
“Anlattıkların iyi, hoş ama çözüm ne?” minvalindeki homurdanmalar şüphesiz meşru.
Buna ilişkin söyleyebileceğim tek şey şu: “Büyük” sosyal teorilerden, kolektif tasavvurlardan ve umutlardan, kayıp yahut gelecek “altın çağ” iddialarıyla bezeli formüllerden mutlak suretle vebadan kaçarmışçasına kaçmalı.
Alternatifi buralarda arayanları asla yadırgamıyorum. Bilâkis ayrı ayrı değerlendirildiğinde bu tip yönelimlerin her birinde bir “soyluluk” vardır, olabilir. Fakat hâkim “Zaman”da sonunun “hüsran” olması pek muhtemel.
Küresel “ağ”daki kurumsal güçlerin karşılıklılığı ve direnci yüksek. Toplumlar ise had safhada atomlara ayrılmış hâlde. Dolayısıyla “kitlesel” hareketlerin kendiliğinden, yozlaşmadan ve saf bir “istencin” yürütücüsü bir tarzda müspet değişimleri üretme ihtimalini çok düşük görüyorum.
Öte yandan ferdî plânda bakıldığında karşımızda birtakım kullanışlı (ve faydalı) gedikler göze çarpıyor.
Paradigma, iktidarının büyük bölümünü “atomlaştırma”dan devşiriyor. Başka bir deyişle birbirinden uzaklaştırarak tecrit ettiği “fert”lerin uzlaşmaz dağınıklığından. Oysa ben zayıf karnının da tam olarak burası olabileceği görüşündeyim.
Fertler ve toplumların hücre çekirdeği pozisyonundaki aileler “gelen”e nispetle “sıkı” tutunmanın yollarını arayabilir ve bulabilirler. Fakat “aile”yi aşkın topluluklar için – maalesef – perspektif iç açıcı sayılmaz.
Her koyunun kendi bacağından asılacağı orta vâdeli manzarada bir kilit-kavram (ve dahi bir kilit-pratik) beliriyor: Öz-yeterlilik.
Yeterliliğin ön-koşulu elbette “şuurlanma”. Yani önce dışarıda olan-bitenlere dair fert düzeyinde – Evola’cı bir ilhamla – “içsel mesafe”nin tesisi şart. Bu, ferdin kendi dışındaki çağdaş gelişmelerden, bozulmalardan, yozlaşmalardan ve hatta çözülüşlerden kendini (ve yakın çevresini) korumaya alma gayretinin bir yansıması.
İkincisi, gitgide “çürümesi” beklenen “sosyal durum”un kaçınılmaz ve menfî etkilerinden “doğal durum”a meylederek sıyrılmaya çalışmanın gerekliliği.
“Doğal durum”dan kastım karikatürleştirilen “mağaraya dönüş” olmasa da minimal, doğal ve dayanıklı yaşam tarzının benimsenmesi. İster köy ister kır isterse taşra olsun, bu her halükârda bir “toprakta sabitlenme”yle neticelenebilmeli. Dahası ve belki elektriksiz akşamları “ritüelleştirmek”, dijital “perhiz” yapmak ve trikoyu yeniden keşfetmek gibi örnekler de bunlara eklenebilir.
Nihayet ve belki de en önemlisi, beklentilerin aşağıya çekilmesi. Tamah etmenin, doyumsuz olmanın, “yeterlilikle yetinmeme”nin en şiddetli yıkımı fertlerin ve ailelerin üzerine çökeceği unutulmamalı. Alıştığı ve alıştırıldığı gibi yaşamakta (tüketmekte) diretenlerin doğal yasalarca seleksiyondan geçmesi (tükenmesi) fevkalâde beklenilir bir olay.
Hedefimiz olması gereken öz yeterliliğin “hap” özeti, düşünür Henri Bergson’un şu veciz sözünde saklı:
“Güzellik, yoksun olmakta ya da kendini yoksun bırakmakta değil, yoksunluğu hissetmemektedir.”
Kim bilir; belki de yerleşik Medeniyet, “öz-yeterlilik” ile, alternatifini aşağıdan yukarıya böylece bulabilir.