Aslında her şey, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasıyla başladı zannediyorsanız ciddi bir yanılgı içerisindesiniz demektir. Her şey, AK Parti’nin güç kaybetmeye başlaması, otoriter odaklarla açık ya da örtülü ittifaklar yapmaya başlaması, “her şeyin partisi benim” demeye getirerek laiklikten İslamcılığa kadar Türkiye’nin tüm meselelerinin çözümünün garantörü olduğunu iddia etmesi ve tüm bunların arka planındaki iktidarın otoriterleşmesiyle başladı. Her şeyden kastım da zaten bu, iktidarın günden güne daha da otoriter bir hale bürünmesi, işte her şey o zaman başladı.
AK Parti, kitle partisi olduğu dönemlerde İstanbul Sözleşmesi’ni hazırlayan, 6284’ü çıkaran, dezavantajlı oldukları gerekçesiyle kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık bile yapan bir partiydi. Ancak kadro partisine dönüşmesiyle birlikte –pragmatist ve popülist olması nedeniyle tam kadro özelliği göstermeyebilir- İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen, 6284’ü tartışmaya açabilen, hatta Yeniden Refah Partisi’ni Cumhur İttifakına katabilmek için kazanımları kaybetmek yönünde yasayı revize etmeyi sorun olarak görmeyen bir yapıya dönüştü.
Kadın haklarını konuşmak en modern ülkelerde bile kolay bir şey değil, iktidar ilişkilerinin her yerde olduğu düşünülürse, yönetici elit ve küresel ekonomiyi şekillendiren patronlar grubu, erkek egemen bir alanda iktidarlarını kadınlara kaptırmak istemiyor. Ancak bu durumun böyle devam etmeyeceği 21. yüzyılda çok net bir biçimde ortaya çıkmışken, fırsat eşitliği konularında olmasa bile hukuk konusunda iktidarlarından ödün verebiliyorlar. Ancak Türkiye gibi hem dine hem de geleneklere bağlılığın olduğu toplumlarda kadın haklarını konuşmak, modern toplumlara göre daha zor. Çünkü kadınlar hala yönetilmesi gereken, kendi başlarına hareket etmelerinin tehlikeli görüldüğü bir konumda.
Türkiye’ye özgü bir durum da var. Seküler kadınlar, seküler kadın hareketleri için konuşma alanı daha geniş ancak dindar kadınlar için konuşma alanı daha dar. Zira, konuşmaya kalkan dindar kadınlar sürekli olarak din referansı ile susturulmaya çalışılıyor. Neredeyse bir kadının feminist olması ile dinden çıkmış olması, Allah’a isyan etmiş olması aynı noktada görülüyor ve zaten feminist kavramı zihinlerde olumsuz çağrışımlar yapıyor. Bunun iki nedeni var; ilk neden Türkiye ve dünya ölçeğinde seküler feminizm yanlılarının bir kısmı, dindar kadınları dinin baskısından da kurtarmak gerektiğini savunarak, başörtülü ya da dindar kadınlara “kurtarılması gereken zavallılar” muamelesi yaptılar. Aslında bu bir çeşit oryantalizmdi, her şeyden önce dindar kadının Müslüman kimliğini yok sayarak bir hak ve adalet arayışına girişemezsiniz, kadının sorunu zaten yok sayılmaktan kaynaklanıyor, bu erkek egemen zihniyetin, kadın hareketine yöntemsel olarak rol model olması gibi absürt bir şey. İkinci olarak, bugün feminist olmasa dahi, birçok dindar kadının da ifade ettiği gibi dinin erkek bakış açısıyla, erkek egemen bir anlayışla oluşturulmuş olması. Aslında dinden ziyade, fıkhın erkek merkezli bir anlayışla, kadını ikinci plana iten bir anlayışla oluşturulmuş olması. Şu durumda dindar kadınların, kısmen de olsa aidiyet duyduğu dindar kesimler içinde hak arayışları “haram” referanslarıyla susturulurken –ki bu en büyük susturma yöntemidir-. seküler feminist hareket içindeki hak arayışları da din ile bağlantıları nedeniyle, bu kez din değillenerek susturuluyor ve dindar kadın burada kendisine bir alan bulamıyor.
Bir üst paragrafta bahsettiklerim hala geçerliliğini koruyor olsa da aynı zamanda ciddi bir değişim de var, yerel ve uluslararası boyutta seküler feminist hareketler de, Müslüman feministler de, feminist olmadığı halde kadın hakları üzerine düşünenler de ortak alanda buluşmaya başlıyor. Tabi bu yeni gelişme sonrası bir şey daha oluyor; dini referans alan partiler, kadını ikinci plana atsalar da kadın gücüne ihtiyaç duyan cemaat, tarikat ve kurumlar da bu kez “kadın hakları, kadının korunması lazım” diyen kadınlar, dindar kadınlar, başörtülü kadınlar olsa da onlara doğrudan cephe alabiliyor. İktidar ve destekçileri, aşırı biçimde “CHP iktidar olursa başörtüsünü yasaklar” üzerinden, dindar kadınları korkutarak, tekrar mağdur olacakları endişesi aşılayarak, bu kadınları kendine bağlamaya çalışsa da aslında başörtülü kadınları kendisi mağdur ediyor, mağdur rolüne hapsediyor, dini kadınları kısıtlamaktan ibaret görenlerin hedefi haline getiriyor. Biz dindar kadınlar, hep baskıcı laiklerle karşı karşıya gelmeye alışkınken belki de ilk kez dindar kesimler ile karşı karşıya geliyoruz. Sonuçta dindar kadınlar, başörtülü kadınların hedef alınabildiği bu ortamda kendisinden haksızca itaat bekleyen kesimlere itirazlarını sıralıyor. Aynı, Özlem Zengin olayında olduğu gibi…
Ne olmuştu?
“Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) Cumhur İttifakı’na katılmak için öne sürdüğü 6284 sayılı ‘Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un değiştirilmesi talebine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Deryan Yanık ve AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin’den gelen itirazlar parti tabanında rahatsızlığa yol açmıştı. Yeniden Refah Partisi, 6284’ün değiştirilmesi talebinin AK Parti tarafından kabul edildiğini savunmuştu.
AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin, konuyla ilgili konuştuğunda hedef haline getirildiğini ve tehdit mesajları aldığını söyledi. “Çok yalnızız. Bu konuya kimse girmek istemiyor çünkü hedef oluyorsunuz” diyen Zengin, “Artık bu kanunla ilgili hiçbir şey söylemek istemiyorum. Yorgunum. Yalnızlıktan da yorgunum, camiamızın içinde bulunduğu durumu değerlendirirken de hüzün duyuyorum. Ben tartışılamaz demedim. Keşke daha insani, seviyeli, İslami bir ortamda tartışabilsek” ifadelerini kullandı.” Serbestiyet (https://serbestiyet.com/haberler/ak-partili-ozlem-zenginden-6284-aciklamasi-hedef-haline-getirildim-tehdit-mesajlari-aldim-yalnizliktan-yoruldum-122101/ )
İşte tam olarak olan bu, iktidar partisinin grup başkanvekili, başörtülü bir kadın, kadınların korunması konusunda fikir beyan ettiği için tehdit ediliyor, yalnız bırakılıyor ve konuşmama kararı alıyor.
Hala CHP iktidar olursa başörtülü kadınların mağdur edileceğini düşünen varsa Özlem Zengin’in durumuna lütfen bir baksın. Başörtülü kadınların tek hak arayışı, tek mağduriyeti başörtülü okumak çalışmak mevzularında değil, başörtülü kadınlar dini referans aldıkları yaşamlarında, dinden çıkmadan da en gerekli olan korunma haklarını talep edebilirler eğer bunu talep ettiklerinde tehdit alıp susturuluyorlarsa o zaman tek korkunun başörtüsü yasağı olmadığını bir zahmet görmek gerekir.
Evet, iktidar ilişkileri her yerde, siyasi partilerde, iş yerimizde, tarikat ve cemaatlerde, aile içinde… iktidar ilişkilerinde iktidarını devam ettirmek isteyen her yönetici kadronun hedef aldığı kesim, kendilerine denk görmedikleri, her daim itaat etmelerini bekledikleri, sürekli yönetilebilir bir konumda olmasını istedikleri kesimler olur. Onlar üzerinde otorite kurarak kendileri dışındaki tüm kesimlere uyguladıkları baskıyı meşru hale getirirler, bu meşruluk zemininde din de oldukça iş görücüdür. Çünkü “ben senin üzerinde baskı kurmuyorum, bak din sana böyle olmanı söylüyor” demek itaati sağlayan bir iddiadır. Dolayısıyla başörtülü kadınların haklarının garantörü olduğunu iddia eden iktidar ve yanındaki destek grupları, başörtülü kadınların hak taleplerini sustururken, birkaç oy için riske atarken bir grup hala “CHP gelirse başörtüsü yasaklanacak” korkutulması içinde, kendilerine rağmen baskıcı iktidarları destekleyebiliyorlar.
AK Parti dışında bir partinin iktidara gelmesi ile başörtüsü yasağı olacağını iddia edenlere sormak isterim; önleri açılan bazı dini grupların, “Kadınların okuması, çalışması, sesi haramdır. Kadınlar erkekler aynı sınıfta ders göremez. Bu başörtülü kadın üniversitede bana ders anlatmaz, haramdır, dersi boykot ediyorum. 6284 var diye afetler oluyor. Kadının tek rolü anne olmak, eş olmaktır ve yeri de evidir.” yasaklamaları ile, dün başörtülü kadınların okuma ve çalışma haklarını yasaklayanlar arasında ne tür bir fark var da, birini yasakçı ötekini garantör olarak görebiliyorsunuz?