Cemile Bayraktar
Tutuklanma sırası kimde?
Kurana tekme atan lise öğrencisi, Atatürk’ün fotoğrafına çirkin bir harekette bulunan lise öğrencisi, camide alkol alan lise öğrencisi… Üç çocuk, üç ergen, üç saçma eylem… sadece üç. Bunlar istisna, bunlar kaide değil, görmezden gelinebilecek kadar dahi az örnekler. Ancak sanki dünya savaşı kopmuş gibi tüm ülke ayağa kalkıyor. Üç hormon mağduru ergene karşı, koskoca siyasetçiler, yaşını başını almış sanatçılar, hukuk, gazeteciler ayağa kalkıyor. Ama nasıl kalkıyor? Birkaç istisna hariç, üç ergene karşı üç binler, üç milyonlar, tutuklansın, sınır dışı edilsin, linç edilsin eşliğinde ayağa kalkıyorlar. Beddualar, hakaretler, küfürler havada uçuşuyor. Şimdi, bu üç ergen hatalı, yanlış, kusurlu peki onları tutuklamaktan, sınır dışı etmeye, küfürlere boğmaya kadar ileri giden yetişkinler ne, çok mu masumlar?
Mülteci meselesinde toplum alarm veriyor, duyuyor musunuz?
Suç, bir etnik gruba ya da toplumun “yabancılarına” has değil, suç bireysel, suçları Suriyeliler, Türkler ya da Afganlar işlemiyor, suçlular işliyor. Milyonlarca insan içinden suç işleyenlerin çıkması o etnik grubu külliyen suç makinesi yapmıyor. Ancak bugünlerde bunu anlatabilmek çok zor. Zira…Ekonomik sorunlarla patlama nokrasına gelmiş, ifade hürriyeti, demokrasi sorunlarıyla sağlıklı iletişim kuramayan bir toplum var. İnfaz düzenlemeleriyle suçlular dışarıya çıkarıldı. “Bizde öyle bir şey olmaz” eşiği çoktan aşıldı. Perşembenin gelişi çarşambadan belli oluyor.
Mesele Ayasofya değil, sen hala…
Karar gazetesi kültür sanat editörü Şule Demirtaş, Ayasofya’nın çok değerli bir sanat eseri olduğunu, ibadete açıldıktan sonra da korunması gerektiğini, çorap kokmaması gerektiğini, bir mabet olduğunu ancak Kabe, Kudüs gibi ilahi boyutu olan bir kutsal olmadığını yazdı. Normal şartlarda çok şaşırtıcı, Türkiye şartlarında oldukça olağan görülen bir biçimde yazı sonrası Şule Demirtaş linç edildi. Başörtüsü ona hatırlatıldı. Birilerinin işlerine geldiğinde başörtülü olmanız sizi dokunulmaz kılıyor, ters bir şey söylediğinizde ise en ağır ifadelerin muhatabı olabiliyorsunuz. Toplu taşımada başörtülü kadınlara “başını aç burası Türkiye” diye bağıran az gelişmiş türü kınayan kitle, başörtülü bir kadın diledikleri gibi konuşup, yazıp, davranmayınca küfürlerle, başörtülü kadınları hedef alabiliyor E sizin kınamaktan neredeyse hasta olduğunuz o saldırgan tipten farkınız ne?
Öteki mi lazım?
Şampiyon voleybol takımı oyuncuları, özel yaşamları, cinsel tercihleri ile gündemde değil. Hepimiz onları spordaki başarılarından tanıyoruz. Ancak garip gelse de, onları sürekli olarak LGBT konusuna iten, sadece onunla anan kesim, aynı zamanda LGBT karşıtı olan kesim. Ve bu kesim, sırf birilerini hedef gösterip, kendi varlıklarını devam ettirebilmek için karşı oldukları LGBT’nin PR’ını yapıyor. Cinsel tercih nedeniyle hedef aldıkları kişilerin böyle bir konuyu gündeme getirmek gibi bir çabası yok bu nedenle, “ihtiyaca binaen” kendileri getiriyorlar çünkü onlara bir öteki lazım. Telefon ekran fotoğrafı yapılacak kadar muhteşem bir görsele, fırsat bu fırsat nefret kusayım diyerek topun yerine fes yerleştiriyorlar. Gururumuz voleybol takımımızı kavgaları için araçsallaştırarak, emeklerine hakaret ediyorlar. Yine fırsatçılık bitmiyor çünkü bunlara da bir öteki lazım.
Alimin ölümü: Hüseyin Atay (1930-2023)
Önceki gün 93 yaşında hayatını kaybeden Kelam profesörü Hüseyin Atay’ın çalışmalarını en doğru özetleyen cümle “Kuran’ın ve Allah’ın ne dediği üzerine çalıştı.” Mezhep imamlarını yok saymamakla birlikte o, geleneğin, ulemanın ne dediği değil, Kuran’ın ne dediği üzerine çalıştı. Onu tartışmalı yapanın bu olması ne garip değil mi?
Kendi yaşamında parya
Türkiye gibi bir yerde en korkulası durum zannediyorum ”kavgayı bırakalım” teklifidir. Çünkü ülkede aşırı derecede politize olmuş kesimler için kavga, varlık sebebi, yaşam biçimi. Teoman, sadece kavgayı bırakalım demekle okları zaten üzerine çekecekti, çünkü Türkiye’de sulh gibi bir ihtiyaç sosyal, tarihi, siyasi kodlar nedeniyle yenilgi gibi anlaşılıyor. Kendimiz olduğumuz, buna bağlı olarak güçlü hissettiğimiz tek yer cephe, Ama aslında olan şu; kendimizi çoğu bir bilgisayar oyunu kadar bile gerçek olmayan savaşlara hiç farkında olmadan kurban ettik. Sakarya gibiyiz artık, ayağa kalkamıyoruz. Bu, kendi yaşamında, kendi yurdunda parya olmak değildir de nedir?
Aile, kiralardan da korunacak mı?
İktidar sık sık “aileyi korumak”tan bahsediyor. Hatta bu uğurda İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçildi. Ama ailenin durumu şu durumda hiç iç açıcı değil. Her gün ev sahibi tarafından taciz edilen kiracı ailede huzur mu kalır? Bir ailenin en elzem ihtiyacı ve korunağı olan konut konusunda o aile sürekli tacize ve şiddete uğruyorsa ve o ailedeki çocuklar buna şahit oluyorsa o aile net şekilde korunmuyordur. E, hani aileyi koruyacaktık?
İran sineması, İran rejiminden büyüktür!
Bugün İran’la ilgili en güçlü şey nedir diye sorsanız, Ayetullah Hamaney, uranyum zenginleştirme projesi, velayeti fakih doktrini vesaire değil Mecid Mecidi, Asgar Ferhadi, Abbas Kiyerüstami gibi yönetmenlerin isimleri filmleri, filmlerinin oyuncuları sayılır. Çünkü İran baskı rejimine rağmen İran’da radikalleşmemiş ancak haklı muhalefetini en zarif yöntemle dile getirmiş bir İran sineması var. Ama İran ve benzerleri için aslolan İslam değil rejimdir. İslam orada sadece bir bahane. Bugünün dünyasında İran gibi kötü bir rejime meşruluk kazandırmak için dini baskı unsuru olarak kullananlar, hem kendileri kaybedecek hem de dindarlık oranları düşecek, zaten de düşüyor.
Türk-İslam sentezi sürüm 2.0
İktidara yakın, sürekli polemiklerin içinde olan imam Halil Konakçı bir sohbetinde Hatay’ın Arapların da toprağı olduğunu, Türkçe ezan okutulan dönemde Fransızların Arapça olması gereken ibadet diline muhalefet etmemesine mukabil, o dönemin yöneticilerinin Müslüman halkın inançlarına aykırı olsa da “zorla” Türkçe ezan okuttuğunu söyledi. Konakçı’nın ifadelerinde hakaret yok, Hatay’ı Araplara vermiyor, Fransız sömürgeci güçlerini savunmuyor, yalan söylemiyor, o işgalcinin yapmadığının yapılmış olmasına hayretini dile getiriyor. Konakçı, görüp görebileceği en sert tepkilerle karşılaştı. Bugüne kadar siyasi, sert diline ses çıkarmayan Diyanet soruşturma açtı. Demek ki kadına, sanata, muhaliflere dokunmak kabul edilebilir ama milliyetçi hassasiyetlere dokunmak bugünün Türkiye’sinde çok ciddi yaptırımları beraberinde getiriyor.
Sorun saatlerde değil, Diyanet
Sanırım Diyanet de cumaya katılımın azaldığının farkında ve bu nedenle son cuma hutbesi cuma namazına katılım üzerineydi. Cuma’ya katılmayı teşvik ediyordu. Eğitim ve çalışma saatlerinin cuma namazına göre ayarlanması gerektiğini söylüyordu. Peki sorun saatlerde mi? Diyanet, esas şu soru üzerine düşünmeli: Dinin emirlerini anlatırken, hutbeden hakkı ve sabrı tavsiye ederken, bu hutbelerin muhatabı sadece toplum mu yoksa, devleti yönetenler de muhatap mı? Aşırı politize olmuş, haftada bir manevi rahatlamaya ihtiyaç duyan insanlar, huzur değil gerilim hissedeceği için Cuma’ya gelmiyor olabilir mi?
Bir başörtüsü meselesi: Örtüye veda
Başörtüsü inancın konusuyken, diğer yönüyle bireysel bir tercihken bu kez toplumun, siyasetin nesnesi ve ülkede neredeyse nefes alan her canlının üzerinde yorum yapabileceği bir konu haline geliyor. Başörtüsü uzun yıllar boyunca yasaklanarak kadınlar için çok ağır, taşıması zor bir “yük” haline getirildi. Sonra dindar kesim tarafından siyaset arenalarında bir savaş aracı olarak kullanılarak başörtülü kadınların yükü artırıldı. Buradan bakınca, “bu kadınlar başını niye açıyor?” gibi bir soru sormak, abesle iştigal olabiliyor. Çünkü o artık Allah’ın emri başörtüsü değil, garip biçimde, başını örtmeyen yığınlar tarafından ağır bir yük haline getirilmiş bir nesne!
Maddi yoksulluğa manevi reçete!
Maddi yoksunluğu olan kesimlerin maddi halleri bir dönem düzelmiş olsa dahi şimdilerde oldukça bozulmuş durumda ancak onlar kendilerini hiç “bozmuyor”, aynı istikametteler. Bunda şüphesiz, “haline şükret” gibi “sorunlu” bir teselli geleneğinin payı var. Ama asıl pay maddi yoksulluğun merhemi olarak manevi tedavi sunulması. Buradaki maneviyattan kasıt birilerinin tekrarladığı gibi sadece din değil. Gidilmemiş Ayasofya, binilemeyen TOGG ama en önemlisi seçim zamanları olsa dahi ülkenin yöneticisi tarafından “görülmek”, mesela kendisine kötü davranan devlet görevlisi memuru CİMER-BİMER’e şikayet edebilme kudreti. Bunlar, maddi yoksunluk içindeki insanlara, manevi bir güç hissettiren etkili motivasyonlar. Çünkü halen bir yerlerde o dar gelirli insanların “düşünemeyen” kesimler olduğu üstenciliği maalesef yaşamaya devam ediyor. Onunla vedalaşmadan seçim kazanmak, en azından dar gelirlinin oyunu almak zor.
Bir seçim kazanıldı ama bir seçim kaybedildi ve kaybedilmeye devam ediyor
Anlıyorum ki, bu seçim, evet bir yönüyle, iktidar ve muhalefet arasında, iktidarın kazandığı bir seçimdi. Ancak aynı seçim aynı zamanda Türkiyeli Müslüman dindarların kendi içlerinde de yaptığı bir seçimdi ve o seçim tümüyle kaybedildi, kaybettik. Şimdi artık devreye müjdeler ve ganimetler değil, külfetler girmeye başlayınca, sanki siyasi bir yönetime değil de -haşa- Allah’a eleştiri getiriliyormuş gibi susturma amaçlı “sus ve haline şükret, bak daha beteri var” anlayışı devrede. Yani din en azından bir süre daha kaybetmeye devam edecek.
Bir sekülerleşme sebebi: Siyasi dindarlık
İslam, insana inmiş yaşam biçimi, yaşanılabilir bir formken maalesef fıkıhla dondurulunca yaşanılamaz hale geliyor. Müslümanlar mecburen ve doğal olarak ve hatta olması gerektiği gibi dünyevileştiler ama dini bu hayata dahil edemediler. Bunun nedeni de dini yaşanılamaz, aşırı derecede yüksek ve bir o kadar geride bırakmalarıydı. Hayat ileri doğru devam etti ama dini kendi elleriyle dondurdukları için din geride kaldı. İddia ediyorum ki, bu tavır en aşırı sekülerleşme örneğidir. Aslında faiz tartışması bunun son örneği.
Kılıçdaroğlu neden istifa etmemeli?
Metroda, sosyal medyada AK Parti seçmenine hakaret edip, halkı aşağılayarak iktidarın oyunu arttırmasına neden olanların Kılıçdaroğlu’nun emeklerine zarar vermesine gönlüm razı değil. Bu nedenle kısa vadede pragmatik bir kazanç sağlamasa da uzun vadede -en azından şimdilik- Türkiye için bir çeşit normalleşme emaresi sayılabilecek bir biçimde siyaset yapan Kemal Bey’in, CHP’li olmayan kesimleri, CHP’ye oy verecek hale getirmesi siyasi bir figürün ölçülebilen başarısıdır. Hiçbir şey için değilse bile sırf bu nedenden ötürü Kemal Bey, CHP’nin başında kalmalıdır. En azından ben böyle düşünüyorum.
Kutsal vatandaş efsanesinin sonuna geldik
Kutsal vatandaş efsanesinin sonunun gelindiğini, almak istediğimiz temel ihtiyaçlarımıza ve onları almamıza imkan vermeyen yetersiz bütçemize baktığımızda görüyoruz. Yetmiyor, bu pür melal halimiz içinde bir de bizimle dalga geçildiğini görüyoruz.
Bir oy benim partime, bir oy toplumsal öfkeye
Bir oy bana, bir oy toplumsal öfkeye siyasetini güdenler, her durumda “ülkem ve milletim adına” demelerine rağmen bunu ülke ve millet adına olmaktan çok imtiyazlı kesimler için yapıyor ve bu yaptıklarından imtiyazlı zümreler kazanç sağlayıp zarar görmedikleri için de çok rahatlar. Bu toplumu oluşturan her bir vatandaşın zarar görme ihtimali ve onları pek de düşünmeyen yöneticilerinin varlığı hepimiz için endişe verici, bu yüzden rahat davranamıyoruz.
Din ve siyaset: Bir ses kaydının düşündürdükleri…
Ses kaydını elbette doğrudan buraya yazmayacağım ancak o ses kaydını dinleyeli bir hafta olmasına, düşüncemin merkezinde bu ses kaydı vardı. Zira seçim, Türkiye seçmeninin ideolojik tutumu konuşulurken merkezde bir yerde hep din vardı. Siyaseti bir kenara bırakmak kolay da inanan bir insan olarak gözlerinizin önünde dinin, siyaset gibi neredeyse hiçbir sabitesi olmayan bir kurum tarafından parça parça tüketilmesine şahit olmak gerçekten çok ağır. En azından ben ve benim gibi bir azınlık için.
Toplumsal anksiyete
Neredeyse bir asırdır korkutularak yönetilen, korkutularak biçim verilen; bir dönem laik çevrelerin, şimdilerde ise muhafazakâr kesimlerin korkutularak konsolide edildiği bir ülkeyiz biz. Uzun süreli korkular sonuçta toplumsal bir anksiyeteye sebep oluyor. Sürekli olarak kötü bir şeyler olacağı, ülkenin elden gideceği, terör gruplarının ülkeye zarar vereceği zannı üzerinden politize ediliyoruz. Sürekli kaygılıyız, sürekli endişeliyiz, oldukça da öfkeliyiz. Hep bir düşmanımız var; o düşman bazen yabancı bir ülke, bazen iç tehdit, -garip gelse de- bazen siyaseten ayrı düşündüğümüz en yakınlarımız, ailemiz bile olabiliyor. Sizce bu normal mi?
Başörtüsü saçı mı örter yoksa her şeyi mi?
İktidar yanlısı olunca başörtülü, iktidar yanlısı olmadığınızda başörtülü olsanız da başörtüsüz muamelesi görüyorsunuz. Başörtüsünün bir değer olduğuna inananlar, başörtülü kadınlar kendi tasarrufundan çıkınca, hiç imtina etmeden, “yazık o başındakine” diyebiliyor. Demek ki neymiş, mesele başörtüsüyle alakalı değilmiş, mesele başörtüsünü diledikleri gibi kullanabilme imtiyazıyla alakalıymış, aksi olsa hakaret edebilirler miydi?
Hakkım helâl olsun, hattâ Allah razı olsun
Alevi, CHP’li bir siyasetçinin “helalleşelim” söylemine toplumsal barışı hiçe sayarak sırf siyasi faydacılık için intikamla mukabele edilmesine bozuldum. E hani Ayşe Hanım da, AK Partililer de başörtüsü sorunu çözülsün istiyordu, alın size fırsat ayağınıza geldi, bu sorunu bitirelim, helalleşelim diyor ama siz “yok hakkım helal değil” diyorsunuz. Böyle mi çözülecek bu hem siyasi hem de toplumsal sorun? Başörtüsü sorununu çözmek istediğinize emin misiniz, ben çözmek istediğinizden artık emin değilim, kavgayı devam ettirmek isteyen bir haliniz var.
“Din elden gidiyor” ama bu kez fail laikler değil
Kilise o kadar yoğun biçimde “din benim” dedi ki, kendi yaptığı hatalar dine mal edildi, eleştirilmesi gereken Kilise iken, eleştirilen din oldu. Evet, hayattan tamamen silinip süpürülmedi ama sahibi, hamisi olduğunu, elden gitmemesinin garantörü olduğunu söyleyen Kilise eliyle zayıfladı, geriledi. Şimdi elbette anladığı halde anlamak istemeyecekler için açıklama yapayım, iktidar ve Kilise’yi aynı kefeye koymuyorum. Ancak, şunu söylüyorum; iktidar, dinin sahibi olmadığı halde dinin sahibiymiş gibi yapmaya devam ederse, dinin kaderini kendi kaderine bağlarsa, din benim, ben elden gidersem din elden gider demeye getirirse, kendi yaptığı hatalar dine mal edilir.
Biz kimden kaçıyorduk anne?
Meğer ne kadar da meraklıymışız o ana akıma kapılmaya, kurucu ideolojinin yanında konumlanmaya, onların yöntemlerini kullanmaya… Bakın, şimdi o kadınlardan biri, dizide “Senin de o huzurun bozulsun anne!” diye bağırdığında bozuluyorsunuz. O kadınlardan bir diğeri, “Bizler, kaçtığımızın ne olduğunu dahi unutmuşuz, İsmet Özel’in dediği gibi ‘savaş bitmiş ama biz cephede unutulmuşuz’. Ve dahası, biz kimden kaçtığımızı, artık kaçmamıza gerek olmadığını bile unutmuşuz. Çünkü o kadar uzun süre kaçtık ki, artık neyden kaçtığımızın önemi kalmadı, sadece kaçmaya odaklandık. Sahi, biz kimden kaçıyorduk anne?” diye yazdığında kızıyorsunuz.
CHP iktidar olursa başörtülü kadınların mağdur edileceğini düşünen Özlem Zengin’in durumuna baksın
AK Parti dışında bir partinin iktidara gelmesi ile başörtüsü yasağı olacağını iddia edenlere sormak isterim; önleri açılan bazı dini grupların, “Kadınların okuması, çalışması, sesi haramdır. Kadınlar erkekler aynı sınıfta ders göremez. Bu başörtülü kadın üniversitede bana ders anlatmaz, haramdır, dersi boykot ediyorum. 6284 var diye afetler oluyor. Kadının tek rolü anne olmak, eş olmaktır ve yeri de evidir.” yasaklamaları ile, dün başörtülü kadınların okuma ve çalışma haklarını yasaklayanlar arasında ne tür bir fark var da, birini yasakçı ötekini garantör olarak görebiliyorsunuz?
“Şahane mazlumlar” neden yüceltilir?
Zannediyorum, 14 Mayıs seçimini kendi varlığı ve iktidarı üzerine kurup aşırı kişisel bir mesele haline getirenler, vatandaşı başörtüsü yasağı, “bu mesele imani bir konudur” diyerek ahiretle korkutarak yürütmeyi düşünüyor. Adorno’nun dediği gibi “Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.”
28 Şubat’ta neden hiçbir şey yazmadım?
28 Şubat’ı yaşayan, bu ülkedeki binlerce kadının da yaşadığına bizzat şahit olan ve bugün emeklilik planları yapacak yaşlara doğru yürürken yarı yaşındaki çocuklarla öğrenciliğe devam etmeye çalışan, istediği mesleğe dahi ulaşamayan yani 28 Şubat’ın etkileri kendileri için halen devam eden binlerce kadından biri olarak, yazı yazmaya başladığım dönemden bu yana, her 28 Şubat’ta, 28 Şubat’ı eleştirerek yazdım. Bu 28 Şubat, istisna… çünkü kendimde artık 28 Şubat’ı eleştirecek, ki eleştirilmeyi hak ediyor olsa da, haklılık göremiyorum. “Kendimde” derken aslında kast ettiğim doğrudan kendim değilim. 28 Şubat’ı yaşayanlar adına, 28 Şubat’ı eleştirecek yüz bulamıyorum, dahası içimden de gelmiyor.
Din, Diyanet’in memuru mu?
Evet, İslam’da koruyucu ailelik, evlat edinme, namahremlik, nikâh gibi konular Kuran ve sünnete bağlı olarak belirlenmiş. Diyanet fetvalar uydurmuş gibi yapmanın bir alemi yok ancak Diyanet’in de dinin kurallar bütünü olmadığını, İslami ilimlerin sadece fıkıh ilminden ibaret olmadığını öğrenmeye ihtiyacı var. Diyanet’in eski başkanlarından Ali Bardakoğlu’nun da işaret ettiği gibi aslında fıkıh ve ahlak arasında ayrılmaz bir ilişki vardır ancak fıkhın ahlaktan azade bir şekilde kurallar bütünü olarak ele alınması sonrası ahlak yönü geri plana itilmiştir.
Biz neden değersiziz?
Bu yazıyı, devleti yıpratmak için yazmıyorum. İktidarı, “bu acı durumdan fırsat bulup” eleştirmek için yazmıyorum. Siyaset yapmak gibi bir niyetim yok. Hain değilim. Şu durumda en son aklıma gelecek şey bunlar olurdu. Depremin fiziken ve ruhen dokunduğu her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi soruyorum; biz neden değersiziz? Evim barkım yıkıldığında, taşların altında kaldığımda aradığım devlettir, vatandaşı olduğum devlet. Ve beni, seni oradan ilk çıkarması gereken de devlettir. Bizler zaten ülkesinin korkuttuğu insanlarız, korunmaya en ihtiyaç duyduğumuz dakikalarda, her anlamdaki yoksunluk nedeniyle tir tir titrerken bizi neden daha fazla korkutuyorsunuz?
“Keşke Allah kadınları yaratmasaydı?”
Bakın ne diyor BBC’ye konuşan Afgan bir kadın; “Keşke Allah kadınları yaratmasaydı.” Bu nida Müslüman bir kadın olarak benim için o kadar ağır ki, hem İslam, hem kadın kimliğim yara alıyor. Afganistan’daki kadınlar, kardeşlerimiz, kaderdaşlarımız ters 28 Şubat yaşarken Müslüman kadınlar olarak, Türkiyeli Müslümanlar neden bu kadar sessiziz bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Kabil Havalimanı’nı kimin yöneteceğini kadınlara uygulanan baskıdan daha çok konuştuk. Konuşursak İslam baskıcı olarak görülür diye mi korkuyoruz? Taliban’a dokunmak İslam’a dokunmak değildir ki.
Sen de en az benim kadar mağdursun
Nebiye Arı, iki kesimin de lincinden geçmiş. Bu arada konuyla ilgili meşhur soruyu soracak olanlar varsa; yine mi mağdur oldunuz, evet yine mağdur olduk. On yıllardır otoriter ve baskıcı rejimler tarafından konsolide edilen kitleler olarak, küçük otoriteciklere dönüştük ve başkasının hayatı hakkında tasarrufta bulunmak bir utançken bunu kendimizde hak olarak görüyoruz. Bundan büyük mağduriyet mi var? O nedenle “yine mi mağdursun” sorusunun cevabını şu şekilde revize ediyorum; evet, mağdurum ama sen de en az benim kadar mağdursun.