Portresini yazdıklarım arasında bir grup var ki, ne zaman grubun yeni bir örneğiyle karşılaşsam hayret içinde aynı soruyu soruyorum. “Allah Allah” diyorum, “nasıl olur da bir insan aynı anda hem bu kadar sevilir, hem bu kadar dövülür.
Şuna bakın:
“Belli bir siyasi duruşu olmasa da hep bir görüşün arkasındaymış gibi görünen, bu sebeple de kim ne kadar severse sevsin pek sempati duyamadığım, Yeşilçam’da yeri ne kadar büyük olursa olsun samimiyetsizliğiyle bende ikrah duyguları uyandıran oynak aktör…”
Bir de şuna:
“Çocukluğumuzun en büyük efsanesi. Gerçek bir süper kahraman. Çok da iyi bir aktördür. Bizim Al Pacino’muz, Bruce Lee’miz, Clint Eastwood’umuzdur. Onun filmleriyle coştuk. Bize şairane bir gurur aşıladı. (…) Ne zaman ekranda bir Cüneyt Arkın filmine rastlasam, durur seyrederim. Adını Unutan Adam diye bir kitap yazdı. O da şahanedir. Cüneyt ağabeyimizin hakikatli bir jön, fiyakalı bir delikanlı, eli kalem de tutan bir sanatçı olduğunun kanıtıdır. (…) Binlerce sebepten ötürü, Cüneyt Arkın başımızın tâcıdır. Ellerinden derin bir hürmetle öpüyorum.”
Cüneyt Arkın örneğinde, bu büyük değerlendirme farkının en önemli kaynağını bildiğimi düşünüyorum: Sevdiğimiz şeylere gerekçe bulma çabası ve onun mütemmim cüzü inkâr.
Çocukluğumuzda sevdiğimiz şeyleri sonradan da sevmeye devam etmek sorunlu bir durumdur. Çoğu kez de etrafımız nedeniyle belirir bu sorun. Onlar büyümüştür, çocukluklarında bağlandıkları “aptalca” tutkularla bağlarını kopartmışlardır. Çocukluklarının sevgi nesnelerine utangaç bir sevgiyle bağlı kalmaya devam edemeyeceğini hissedenlerimiz, utancımızla baş etmenin yolunun o çocuğu öldürmekten, böylece sosyalleşip etrafımızdakilere katılmaktan geçtiğini düşünürüz ve öyle yaparız. Bir kısmımız ise zevklerimiz bambaşka alanlara kaymış olsa da, topraktan edinilmiş bir bilgiyle böyle bir inkârın insanı mutsuz kılacağını sezeriz. Bu çocuksu (çocuk değil!) insanlar, çocukluklarını inkâr ederek olgunlaşmış berikilerden çok daha mutludurlar.
Çocukluğunda Cüneyt Arkın’ı sevmeyen var mıdır? Yoktur. Ama onun, göğsüne saplanan üç oku söküp eliyle elli metre ötedeki “kahpe Bizanslı”nın iki gözüne ve gırtlağına isabet ettirişini çılgınca alkışlayan çocukluğumuz, büyüdüğümüzde sorun teşkil etmeye başlar.
Cüneyt Arkın “nefreti”ni hep “çocukluğumda çok severdim” rezerviyle dile getirenler bana böyle şeyler hatırlatıyor ve onlar adına üzülüyorum. İçimden onlara keşke devam etseydiniz sevmeye, keşke direnebilseydiniz diye seslenmek geliyor.
“Cüni” ve “Cüneyt abi”
Cüneyt Arkın parçası çekilip çıkarılsa, anlamlı bir bütün olma iddiasını epeyce kaybedecek eski Türk sinemasının anlamı konusunda kendisinin yaptığı değerlendirme hayli abartılı. Bu değerlendirmeye inanacak olursanız, toplumdan çıkan, onu yansıtan bir sinemadan değil; sinemadaki ilişkileri taklit eden, tabir caizse sinemanın biçimlendirdiği bir topluma inanmanız gerekir. Şöyle diyor:
“Türkiye’de ben sinemaya başladığımda 30 milyonun 20 milyonu filmimi izlerdi. Türk sineması öğrenme aracıydı, moraldi. Kadınlar, yaşlılar, dullar gelip ağlar rahatlardı. Yiğitliği, cesareti öğreniyordu insanlar. Komşuluk ilişkileri, karakter oyuncularla veriliyordu. Türk toplumu o nedenle bir arada çok güzel yaşardı. Türk sineması o dönem işlediği konularla, değerlerle Türk toplumunu bir arada tutuyordu. Her hafta yeni bir film izliyorsun, her hafta bir değer öğreniyorsun.”
Tamam, o kadar değil ama, Cüneyt Arkın’ı “cüni” ve benzeri sıfatlarla ananların bize söylediği gibi onun sinemasının salt dudaklarımızda müstehzi bir gülümsemenin eşliğinde izlenebilecek bir sinema olmadığını da bilelim. O filmlerden o filmlerle büyüyenlere az şey geçmemiştir yani. Unutmayın, üstelik gerçekle kurgunun sık sık biribirine karıştırıldığı o “naif” dönemlerden söz ediyoruz. Nitekim “bir dönem çektiği filmlerde çizdiği gazeteci profili nedeniyle bir nesle gazeteciliği karate bilen, gazete patronuyla birebir muhatap olan, gerektiği yerde gazetenin çıkmasını durdurabilen nefis bir meslek” olarak tanıtan da o değil midir?
Sevenleri, onun en “absürd” filmlerinde bile garip bir samimiyet sezer, bu tür filmler onun “Cüneyt abi”liğine asla gölge düşürmez. Bunu, Cüneyt Arkın’ın ne yapsa ciddiyetle yapmasına ve yaptığı şeylere her zaman saygılı olmasına bağlıyorum ben. Onu, her türlü saçmalığı sahici kılan bir aktör haleni getiren şey, sanıyorum bu kendini verme duygusudur. “Evet saçma, ama madem oynuyorum onu ciddiye almak zorundayım” diyerek oynayan bir aktöre saygıdan başka ne hissedebiliriz? Bir söyleşide, “saçma” filmlerin kralı Dünyayı Kurtaran Adam’ı şu sözlerle anlatmıştı:
“Dünyanın her yerinde ‘crash’ film olarak çok ilgi çekti. Ciddiye almıyorsun. Son derece saçma. Ama müthiş bir sıcaklık, samimiyet var. Cüneyt Arkın vardı bir kere orada.”
İngiliz Channel 4 için çekilen ve ağırlıklı olarak Yeşilçam’ın avantür ve fantastik filmlerini ele alan “Turkish Pop Cinema” belgeselinin yaratıcılarından Pete Tombs, Dünyayı Kurtaran Adam ve benzeri Cüneyt Arkın filmlerini anlatırken şöyle diyordu: “Filmleri izlemeye başladığımda çok etkilendim ve çok da zevk aldım. Çünkü gerçek bir enerjileri ve ‘mainstream’ sinemanın artık yitirdiğine inandığım eğlenceli bir yönleri var.”
Türkiye’yi kurtarmasa?
Bir keresinde “Dünyayı kurtardık ama Türkiye’yi kurtaramadık” demişti. Ben onun yerinde olsam, bu işe soyunsam bile sessizce soyunurdum. Çünkü birkaçına rastladığım “Türkiye’yi kurtarma” konuşmaları fazlasıyla derinliksizdi. Cüneyt Arkın hayattan konuşurken filozof gibi (“Vücudundan kurtul, sadece zihnin ve ruhunla yaşa… O zaman toprağın altında nefes alabilirsin”) ama siyasetten konuşurken pek naif… Biraz kahve sohbeti gibi… Her şeyin en abartılısını, en ağdalı bir dille dile getiriyor… Yani dinlerken, insanın, “Cüneyt abi n’olur girme şu meselelere” diyesi geliyor… Hayattan konuş, kendinden konuş diyesi…
Cüneyt Arkın’la “kurtarma” kelimesi birbirlerini ne büyük bir hızla çağrıştırıyor… Filmlerinde mutlaka en az bir kişiyi bir şeylerden kurtaran Cüneyt Arkın, biliyor musunuz, kendisini de, bir dönem yoğun bir biçimde arzuladığı kendi ölümünden kurtarmayı becermiş bir abimizdir:
“Yılda 24 film çektiğim dönemlerdi… Biri çarpsa da şu filmden yırtsam diye düşünürdüm. Ne yaşamaya, ne düşünmeye izin vardı.”
Şimdi 71 yaşında, güzel bir hayali var. Dileyelim ki yerine getirsin ve ondan sonra da uzun yıllar yaşasın:
“Son bir hayalim var: Köyüme gitmek, yaşlılığımı orada geçirmek. Kerpiç evimi, kırlangıçların yuva yaptığı ahırı, hep bunları düşünüyorum. Gençliğimdeki o hürriyet, o kaygısız, sorumsuz özgürlük… Eskişehir. Karaçay Köyü.”