8 Haziran tarihli yazıda Erdoğan’ın son seçim galibiyetinin tipik bir ‘dava siyaseti’ zaferi olduğunu söylemiş, bu siyaset türünü “toplumsal talepleri ve halkın refahını karşılamaya odaklanmış daha iddiasız (gösterişsiz), ‘mikro’ bir siyasetin karşıtı” olarak tarif etmiştim. Yine o yazıda, yeni Erdoğan kabinesinin ‘sorun çözücü’ kişilerden oluşmasının, Erdoğan’ın ‘dava siyaseti’nden (ve onun pratikteki yansıması olan kutuplaştırmadan ve sertlikten) vazgeçtiğinin ya da vaz geçeceğinin işareti olarak görülmemesi gerektiğini söylemiştim.
O yazıyı bu yazıya bağlayan final cümlesi de şöyleydi:
“‘Dava siyaseti’ ya da ‘mega siyaset’ diye tanımladığım siyaset biçiminin ‘200 yıllık bir geleneğinin’ olduğunu söyledim. Sonraki yazıda Türkiye’de demokratik kültürün ve demokrasinin serpilip yeşermesinin önündeki en büyük engellerden biri olan ‘dava siyaseti’nin bu 200 yıllık tarihini ele alacağım.”
Erdoğan tarihten mi öğrendi ‘toprak’tan mı?
“AK Parti miting meydanlarını (s)ihaların uçuştuğu, uçak gemisi ve TOGG’ların ortalıkta dolaştığı, arada tankların ve atlıların boy gösterdiği, bir yanda doğal gazın öte yanda petrolün fışkırdığı sürrealist bir sinema setine dönüştürerek toplumu etkilemeyi becerdi.”
Bu cümlelerin sahibi, Serbestiyet’in seçim sonuçlarını değerlendirme röportaj serisine konuşan, yazar Ümit Aktaş.
Ülkenin tek adamının, kendi ekonomik fantezilerini gerçek kılmak için yürüttüğü bir operasyon sonucunda yangın yerine dönen ülkesinde yapılan seçimi üstelik 21 yıllık bir yıpranmışlık döneminden sonra bir kez daha kazanmasını kavramak zor olabilir ama 14 ve 28 Mayıs’ta tam olarak bu oldu. İşin sırrı, ülkenin kahir ekseriyetinin içine yuvarlandığı büyük zorlukları perdelemek üzere o zorluklardan daha ‘önemli’ bir şey, o zorlukları ‘önemsizleştirecek’ bir şey bulmadaydı. İlk bakışta böyle bir şeyi bulmak da zor görünüyordu, ama böyle bir şey vardı: Kitlelerin gözünü büyük bir dava ya da büyük davalar ile kamaştırmak!
Peki Erdoğan, seçimin berbat bir gerçekliğe rağmen ‘dava’ satarak kazanılabileceğini nereden öğrendi? Bu bilginin büyük bölümünü muhakkak ki ‘topraktan’ yani -artık kabul edelim, hepimizden daha iyi tanıdığı- temas halinde olduğu kitlelerden öğrendi. Fakat tarihten öğrendikleri de var, çünkü Türkiye’nin 200 yıllık siyasi tarihi kısa aralıklar hariç ‘dava siyaseti’nin hükümfermâ olduğu bir tarih. Şimdi işin o kısmına bakalım biraz.
Yazının bundan sonrasında, bir zamanlar Sabah gazetesinde günümüzdeki kronik siyasi sorunların yakın tarihle bağları üzerine kaleme aldığı çok önemli yazılarla hatırladığımız tarihçi Şükrü Hanioğlu’ndan yararlanacağım.
Hanioğlu’nun ‘dava siyaseti’ ile otoriter eğilimler arasında kurduğu bağlar da bu fasıldandı: Türkiye’de son 200 yıldır otoriter iktidarların kısa aralar hariç birbirini izlediğini hatırlatıyor ve böylesi sürekli bir otoriterliğin “günah keçisi” söylemiyle anlaşılamayacağı tespitini yapıyordu. Hanioğlu’na göre bunun yapısal bir nedeni olmalıydı:
“(…) ‘Bâb-ı Âlî diktatörlüğü,’ ‘II. Abdülhamid,’ ‘İttihad ve Terakki,’ ‘Tek Parti dönemi CHP’si,’ ‘Demokrat Parti,’ ‘askerî vesayet’ benzeri ‘kötülüklerin anası’ olarak nitelendirilen kişilik ve yapılar, neden kesintisiz bir ‘otoriter/baskıcı siyaset’ geleneği yarattığımız ve sürdürdüğümüzü açıklayamadığı gibi bunlardan birisi ya da birkaçının ‘günah keçisi’ haline getirilmesi sorunun temeline inilmesini önlemektedir.
“Buna karşılık iki asrı aşkın süredir kısa teneffüs araları dışında sürekli biçimde otoriter siyaset üretilmesini, ‘özgürlük’ vaadiyle iktidara gelen değişik siyasal hareketlerin ‘tümü’nün süreç içinde ‘otoriter’liğe savrulmasını ancak yapısal nedenlerle açıklayabilmek mümkündür.”
Hanioğlu, “sürekli otoriterliği” açıklamak üzere bu noktada “mega toplumsal projeler ve söylemler” dediği yaklaşımları sorumlu tutuyordu:
“Bu açıdan ele alındığında, ideoloji ve programlarının farklılığına karşılık ülkeyi geniş zaman dilimlerinde yöneten tüm siyasal hareketlerin ‘otoriter’liğe kaymış olması, onların ideolojileri, temel yaklaşımları ya da lider kadrolarının kişilikleri ile açıklanamaz.
“Bu nedenle, ‘Doğu Despotizmi’ benzeri içi boş kuramlara başvurmadan yapısal nedenleri sorgulamamız ve onlara yönelik çözümler üretmemiz gerekmektedir.
“Bu nedenlerden ilki, mega toplumsal dönüşüm projelerinin kolektif hafızanın hatırlayabildiği dönemlerden beri ‘siyaset’ olarak kavramsallaştırılmasıdır. On sekizinci asır sonundan beri yukarıdan aşağıya ‘dönüşüm’ü hedefleyen mega projeler geliştiren liderlik ve hareketler, ‘mevcut gerçeklik’ ile iletişimi asgarî düzeye indirgemişlerdir.
“’Siyaset’in kitlelere yukarıdan bakan bir dönüşüm ve toplumsal mühendislik projesi biçimini alması, onun güncellik ile ilişkisini azaltmakla kalmamış, taleplere cevap verme özelliğinin de göz ardı edilmesine neden olmuştur. Bu ise mega projelerin sahiplerinin kitlelerle ‘hedefler büyük, karşılıksız destekleyin, mutlu sona ulaşalım’ temelli, ‘tek yönlü’ bir ilişki kurarak, otoriterliğe kayması neticesini doğurmuştur.
“Bâb-ı Âlî diktatörlüğü, II. Abdülhamid rejimi, İttihadçılık, Tek Parti idaresi değişik ‘mega’ söylemler çerçevesinde büyük dönüşümler gerçekleştirme iddiasıyla ortaya çıkmışlar, buna karşılık, ‘güncel’ ve kitlesel talepleri göz ardı etmişlerdir. Bunun, günümüze uzanan bir gelenek ve içinden çıkılamayan bir otoriterlik sarmalı yarattığı ortadadır.”
Çok sesliliğe ve çoğulculuğa bir engel
Peki “’mega’ söylemler çerçevesinde büyük dönüşümler gerçekleştirme iddiasıyla ortaya çıkan, buna karşılık, ‘güncel’ ve kitlesel talepleri göz ardı eden” iktidarların çok seslilik ve çoğulculukla araları nasıldır? Şükrü Hanioğlu’na göre şöyle:
“İkinci temel neden siyasal hareketlerin çoğulculuk ve temsili bir ‘amaç’ olarak görmemeleri, onlara mega projelerin önündeki engel ya da onları uygulamak için yararlanılabilecek ‘araçlar’ biçiminde yaklaşmalarıdır.
“(…)
“Mega projeler ve ‘dava’lara odaklı, toplumsal talepleri ikinci plana atan, bunun yanı sıra ‘çoğulculuk’ ve ‘hukuk’u araçsallaştıran ‘yüksek siyaset’in otokratik karakter kazanmaması mümkün değildir.”
Şükrü Hanioğlu, sözünü ettiğim yazısında AK Parti için de ilginç bir değerlendirmede bulunuyordu. Hanioğlu’na göre bu parti de toplumsal taleplere odaklı bir siyasetten ‘dava’ odaklı otoriter bir siyasete evrilmişti:
“Toplumsal taleplere duyarlı, dolayısıyla çoğulculuğa ve çok sesliliğe açık” ilk dönem ile “Mega projeler ve ‘dava’lara odaklı, toplumsal talepleri ikinci plana atan, bunun yanı sıra ‘çoğulculuk’ ve ‘hukuk’u araçsallaştıran” ikinci dönem.
Muhalefet hangi ‘dava’ üzerine seçim kazanacak? ‘Dava’sız seçim kazanamaz mı?
Türkiye halkı büyük ve coşkulu ‘dava’ların peşinden gitmeye meyyal ‘romantik’ bir halk. Sağı da böyle solu da. Toplumsal taleplere ve refaha odaklı ‘mikro’ siyasetleri tabir caizse ‘ruhsuz’ buluyor. (“Biz dolar düşsün diye değil vatan düşmesin diye Reis’e oy verdik”in karşısında, şimdi biraz seyrelmiş olsa da “laiklik sen bizim her şeyimizsin” var.)
Peki ne olacak? Türkiye’de muhalefet ‘normal’ ülkelerde olduğu gibi ‘davasız’ bir program ve kampanyayla seçim kazanamayacak mı?
Türkiye’de kendisini sosyal demokrat ya da demokratik sol diye adlandıran, muhalefetin amiral gemisi konumundaki partilerin 1960’tan bu yana birinci parti olarak bitirdiği dört seçim var: Cumhuriyet Halk Partisi (genel seçim, 1973 ve 1977), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (yerel seçim, 1989), Demokratik Sol Parti (1999).
1973 ve 1999 seçimleri Kıbrıs ve terör (Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi) ‘dava’ları üzerinden kazanıldı, buna karşılık 1977 ve 1989 seçimlerinde birincilik bütünüyle toplumsal talep odaklı, refah vaat eden politikalar sayesinde geldi. Bu ikisi içinde de hiç kuşkusuz yüzde 42’yle kazanılan 1977 seçimlerinin özel bir yeri vardı.
Sonuç olarak, ‘davasız’ bir program ve kampanya olmaksızın seçimin kazanılamayacağını yakın tarih doğrulamıyor. Aynı şey, AK Parti’nin 2002’deki ‘mikro’ siyasetle elde edilmiş seçim başarısını düşündüğümüzde ‘sağ’ için de geçerli.
Ne var ki, iyimser olmayı mümkün kılan bu örnekler, üretilmiş ‘dava’lar üzerinden manipüle edilmiş, “mevcut gerçeklik ile iletişimi asgarî düzeye indirgenmiş” kitlelerle seçim kazanmanın mümkün olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Muhalefetin, ‘gerçekliğin’ bu denli yakıcı olduğu koşullarda bile bunun başarılmış olmasının hayli ürkütücü olduğu ‘gerçeğini’ kabul etmesi ve bundan sonrasını bu hakikati gözeterek düzenlemesi gerekiyor.