Türkiye’nin yeni ekonomik politikasının başarılı olması durumunda, ekonomi biliminin kökten bir değişime gideceği, dünya çapında bir anda iktisat profesörlerinin emekliliklerini isteyip resim yapmaya başlayacağı herkesin malumu.
Ekonomi dünyası bir olup, mevcut ekonomi politikalarının kısa süre içinde Türkiye’yi iflasa sürükleyeceği, halkı yoksulluğa mahkûm ettiğini iddia ediyor.
Peki, farklı bir yol çizmek neden hatalı? Kalabalıktan ayrılmanın bir çekiciliği yok mu?
Bu tür durumlarda hep aynı soru aklıma gelir: Herkes uçurumdan atlıyorsa sen de mi atlayacaksın?
Tabii, Türkiye’de liranın dolar karşısında birkaç hafta içinde yüzde 30’dan fazla değer kaybettiğini ve ekonominin durma noktasına geldiğini düşünecek olursak, bu soru pek doğru değil gibi görünüyor.
Herkesin uçaktan paraşütle atladığını görürken, “Uçaktan atlarken illa paraşüt mü lazım?” diye sormak, bu durumda daha doğru bir analoji olabilir.
Aslında Türkiye’nin, 18’inci yüzyılda Adam Smith’in endüstriyel devrimin hemen başında tekstil atölyelerine bakıp başlattığı modern ekonomi düşüncesinin son 300 yılda başardıklarına savaş açması, dünyada on yıllardır tanık olduğumuz ve son dönemde iyice öne çıkan akımın bir parçası.
“Sen profesör oldun diye, bu konuda benden daha fazla konuşma hakkına sahip değilsin!”
Küresel ısınmadan, silahlanma hakkına; aşılanmaktan, koronavirüse kadar her konuyu etkileyen bu akıma “anti-intellectualism” yani “entelektüellik karşıtlığı” adı veriliyor.
ABD’de halk her ay birkaç defa meydana gelen toplu katliamların silahlara yaygın erişimle alâkalı olduğuna bir türlü ikna olmuyor. En azından büyük bir azınlık ve onlardan oy koparmaya çalışanlar için bu böyle.
George W. Bush, 11 Eylül 2001 sonrası Irak ve Afganistan’a demokrasi getirmeden önce, ABD’de “bizden biri” olarak biliniyordu. Bush kesinlikle o elitlerden biri değildi. Konuşunca, dünyayı etkileyen konularda senden benden fazla bir şey bildiği söylenemezdi.
Barack Obama ise tam olarak o entelektüel liberal elitlerden biriydi. Obama o kadar “bizden biri” değildi ki, sonrasında Amerikalılar tam tersi istikamete gitti ve Beyaz Saray’a kızını, damadını getiren ve normalde sokakta karşılaşsanız korkacağınız kişileri üst düzey pozisyonlara atayan Donald Trump’ı seçti. Hayatında limuzinden başka bir şeye binmemiş ve altın varaklı tuvaletiyle meşhur Trump, entelektüel karşıtı halkı “onlardan biri” olduğuna ikna edebildi.
Son dönemde kononavirüsle mücadelede de bilindik furya başladı. Aşılardaki çiplerden koronavirüsün aslında otoriter yönetimlerin özgürlükleri sınırlamak için uydurduğu bir hastalık olduğuna inananlara kadar, pandemi aslında sağlığımızdan çok aklımızı etkilemiş gibi görünüyor.
Geçen gün Avustralya’da bir doktor, aşı karşıtı olan ve pandemiye inanmayan 40 yaşında insanlara, annelerinin, babalarının koronavirüsten öleceğini anlatmanın, onları buna inandırmanın ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Gözlerinin önünde koronavirüsten kaybettikleri babaları var, ancak onlar buna da inanmıyor!
ABD’de de geçen yıl yoğun bakımda “virüs yalan” diye bağırırken koronavirüsten ölenlerin hikayelerini de duyuyorduk.
Küresel ısınma hakkında da benzer düşünceler geçerli. Sen on yıllarca çalış ve insanlığın ürettiği emisyonun iklimi değiştirdiğini ispat etmeye hayatını ada, ama büyük resmi çözmüş olan dayını ikna edeme. Sen artan aşırı atmosferik olayları, orman yangınlarını, milyonları etkileyen kuraklığı anlat. O da yemek masasından kalkıp bilmiş bir gülümsemeyle sana musluğu açıp akan suyu göstersin.
“Hani kuraklık?”
Bilim karşıtlığını halka reform veya devrim diye satmak da yeni bir şey değil.
Çin’de 10 yıl süren bir “Kültür Devrimi” dönemi var. 1966 ile 1976 arasında Mao tarafından yürütülen devrim sırasında şehirdeki on milyonlarca entelektüel, yeniden eğitim için kırsalda çiftliklerde çalışmaya gönderildi. Kamboçya’da Kızıl Kmerler de gözlük takmayı entelektüellik göstergesi olarak algılamışlardı.
Çin’in ekonomik atılımı ancak Mao’nun ölmesiyle beraber Kültür Devrimi’nin sona erip devrim sırasında köşeye itilenlerin yönetime gelmesinden sonra başladı.
Türkiye’de entelektüellik karşıtlığının sadece son geliştirilen ekonomik stratejiyle ibaret olduğunu düşünmek de yanlış olur. Ülkenin önde gelen kurumlarının ve üniversitelerinin itibarını sıfırlamak da bunun bir parçası…
Liyakati hiçe sayıp Merkez Bankası’ndan Boğaziçi Üniversitesi’ne, istatistik kurumundan Anayasa Mahkemesi’ne kadar tüm kurumların içini boşaltmadan, bu ekonomik stratejiyi kabul ettirmek imkânsızdı.
Dün Melbourne’nun şehir merkezinde yüzlerce kişi pandemi kurallarını, birçok mekâna giriş için getirilen aşı şartını protesto için yine bir araya gelmişti. Kimse onlardan birkaçını alıp ülkenin koronavirüs stratejisini belirlemesi için yetki vermeyi düşünmüyor. Ancak Türkiye’de bu tür “alternatif” fikirler on milyonlarca insanın geleceğini şekillendiriyor.
Dayılar iktidarda!