Bu yazının ilk bölümünde (Demokrasi derdinde samimiyet ve kararlılık sorunu: İspanya’nın Üçlü’sü, Türkiye’nin Altılı’sı, 9 Aralık) Türkiye’de Altılı Masa’nın demokrasiye geçiş tecrübesiyle İspanya’da 40 yıl önce yaşanan demokrasiye geçiş tecrübesi arasında biçimde büyük bir benzerlik, muhtevada ise büyük bir samimiyet ve kararlılık farkı olduğunu öne sürmüştüm. Ünlü İspanyol romancı Javier Cercas’ın Bir Anın Anatomisi’nde anlattığı üç siyasetçiyle bizim Altılı Masa’nın altı siyasetçisinin karşılaştırılmasından çıkan dersi de şöyle ifade etmiştim: Hayal kırıklığı, uğruna mücadele ettiği şeyde samimi ve kararlı olmayanı yıkar, samimi ve kararlı olanı ise sarsar ama yıkamaz.
23 Şubat 1981’de İspanya parlamentosunu basan darbeci askerlere karşı koltuklarının altına gizlenmeyip ayakta kalan üç kişinin sonraki açıklamalarına baktığımızda, o andaki davranışlarının nedeninin kişisel pozisyonları olduğu, o pozisyonların onurunu korumak için öyle davrandıkları intibaını edinebiliriz.
Önceki yazıdan hatırlayalım: Başbakan Suarez ‘hükümetin başı’nın, Başbakan Yardımcısı, eski general Mellado ‘bir komutanın’, muhalefet lideri Carrillo da ‘Komünist Parti Genel Sekreteri’nin başka türlü davranamayacağını söylemişlerdi.
Oysa üçünün diktatör Franco’nun ölümünü izleyen altı yıllık geçiş dönemindeki hikâyelerine baktığımızda, o ‘an’daki davranışlarının ‘kişisel’ olmaktan çok kararlı demokrasi mücadelelerinin bir çıktısı olduğunu anlarız. Zaten Cercas da her biri için ayırdığı uzun bölümlerde onların o altı yıllarını anlatıyor.
Bu bölümde İspanya’daki demokrasi mücadelesine öncülük eden üçlünün hikâyeleri üzerinden burada başarılamayanın orada neden başarıldığını yine Javier Cercas’ın anlatımıyla ele alacağız.
Adolfo Suarez: Kral’ın atadığı geçiş döneminin başbakanı
Romancı Javier Cercas, Kral’ın kendisini geçiş döneminin başbakanı olarak atamasından darbe ânına kadar geçen altı yıllık sürede Başbakan Suarez’in nasıl bir baskı altında olduğunu anlatırken şöyle diyor:
“Sağın gazetecileri her gün saldırırlar Suarez’e. Çünkü onu ortadan kaldırmanın demokrasiyi ortadan kaldırmakla aynı şey olduğu kanısındadırlar. Sayıları çok değildir ama önemlidirler; çünkü kışlalara yalnızca onların yazdığı gazete ve dergiler girmektedir. Durumun göründüğünden kötü olduğu; eğer sorumsuz, korkak ve bencilce bir tutumla İspanya’yı uçuruma sürüklemekte olan haysiyetsiz politikacı takımının suç ortağı olmak istemiyorlarsa, tehlikede olan vatanı kurtarmak için vakit geç olmadan müdahale etmeleri gerektiği konusunda askerleri ikna etmektedirler. Darbeyi azmettirme çabaları demokrasi döneminin başından beri kararlılıkla sürdürülmektedir, ama 1980 yazından itibaren apaçık sergilenmeye başlamıştır.”
Sadece sağcı gazeteciler ve askerler değil, zamanla büyük iş çevreleri, kilise, öbür partiler ve hatta bizzat Suarez’in kendi partisi ona karşı entrikalara girişir, onu zayıflatmaya çalışır. Cercas, Suarez’in de hatalarının olduğunu kabul eder fakat ona karşı girişilen komplocu-entrikacı girişimlerin neden aslında demokrasiye karşı girişimler olduğunu şöyle anlatır:
“İçeriği meşru olsa da biçimi meşru değildir bu entrikanın. Hele o dönemin İspanyol siyasetinde, kırk yıllık diktatörlüğün ardından, demokrasiye geçeli daha dört yıl bile olmamışken, biçim muhtevadır: Demokrasinin kırılgan biçimlerini sınır noktasına varana kadar çekiştirip durmak, Suarez’in başbakanlığına son vermek amacıyla siyasal sistemi tahrip etmek, ayartılmış askerlere müracaat ederek siyaset sahnesinde tozu dumana katmak demokrasi düşmanlarının eline Suarez’in ve demokrasinin işini bitirecek enstrümanı teslim etmek anlamına geliyordu. Bu tehlikeli dalavereye katılmayı reddeden pek az insan vardı: Ön sırada yer alıp da başbakanın muhasara altına alınmasına iştirak etmeyen (…) az sayıda siyasetçiden ikisi, General Gutierrez Mellado ile Santiago Carrillo idi.”
Gutierrez Mellado: Darbenin karşısında bir darbeci
23 Şubat 1981’de İspanya Parlamentosu’nda yaşanan darbe girişiminde “yere yat” komutuna uymayan ve darbecilere direnen üçlünün en kararlısı, insanların değişmeyeceğine dair özcü önyargıların iflasını ilan eder gibiydi. Çünkü Başbakan Yardımcısı bu eski general, 1936-39 arasındaki iç savaşta Franco’cu güçler arasında yer alan demokrasi karşıtı, kralcı bir subaydı:
“Kırk beş yıl önce genlerinde taşıdığı disiplin zorunluluğuna itaatsizlik etmiş, demokratik bir hükümette vücut bulan sivil iktidara karşı isyan etmiştir. Diğer bir deyişle, General Guiterrez Mellado’nun öfkesi, belki de yalnızca birkaç isyankâr jandarmaya karşı takındığı görünür öfkeden ibaret değildir; onda belki, kendisine duyduğu öfkenin de payı vardır; onun darbecilere karşı koyma duruşunu, eski bir darbecinin pişmanlık duruşu olarak yorumlamak büsbütün yersiz değildir belki de.”
General Mellado’nun aradan geçen yıllarda değişip kararlı bir demokrasi savunucusu haline geldiğini anlamak için geçiş dönemi yıllarında çektiği azâba rağmen duruşundan hiç taviz vermediğini hatırlamak gerekir.
Mellado’nun çilesi hiç kuşkusuz Suarez’inkinden daha büyüktü. Çünkü o bir eski asker ve ‘vatansever’di, oysa şimdi Komünist Parti’yi yasallaştıran hükümetin iki numaralı adamı olarak kendisini asker arkadaşlarının nezdinde bir ‘vatan haini’ne dönüştürmüştü. “Kirli bir siyasi hırs ve şöhret merakıyla” orduya ihanet etmişti ve bu görüşü tekzip edebilecek itibar ve güçten yoksundu. Bu ağır psikolojik saldırı karşısında sığınabileceği yegâne şey demokrasiye olan inancıydı. İspanya bir daha asla bir askeri diktatörlüğün tutsağı haline gelmemeliydi.
Mellado’nun büyük ıstırabı 21 Eylül 1976’da General Santiago’nun yerine başbakan yardımcılığına atanmasıyla başladı. Hemen ardından Suarez hükümeti solcu sendikalar üzerindeki yasağı kaldırdı. General Santiago, Mellado’nun kendi yerine atanmasından birkaç gün sonra silah arkadaşlarına bir yazı göndererek askerlikten istifa ettiğini açıkladı. Gerekçe, Franco rejimi tarafından yasaklanmış olan sol eğilimli sendikaların yasallaştırılmasını askerlik onuruyla bağdaştıramamasıydı.
Oysa o kararın altında General Mellado’nun da imzası vardı ve General Santiago’nun ‘onurlu’ tavrının karşısındaki bu ‘süfli’ tutumu nedeniyle ilk vatan haini damgasını yemişti. İkinci damga bundan yedi ay sonra, hükümet Komünist Parti’yi yasallaştırdığında geldi.
“Basın yoluyla günlük saldırılar, kişisel hakaretler, geçmişe dönük iftiralar ve periyodik isyanlarla zâlimce ve ısrarlı bir biçimde yıllarca sürdürülen bir kampanyaydı; görülmemiş bir kinle, ilişkisi mesafeli ya da yakın olsun, onunla çalışan herkese saldırıyorlardı. Elinden geldiğince hayata tutundu Guiterrez Mellado; ama bütün çalışma arkadaşları aynı şansa ya da metanete sahip değildi: General Marcelo Aramendi, kendisinden orduyu mahveden pislik, hain olarak bahsedilmesine daha fazla dayanamayarak karargâhtaki odasında bir kurşunla hayatına son verdi.”
Mellado, ETA saldırılarında ölen asker cenazelerinde subayların hakaret ve aşağılanmalarına da tahammül etmek zorundaydı. Hatta birinde fiili saldırıya da maruz kalmıştı:
“[ETA saldırısında ölen Madrid Askeri Valisi Constantino Ortin’in cenaze töreni…] General Ortin’in arkadaşı ve törene katılan tek hükümet üyesi olan General Mellado töreni yönetmektedir. (…) Tam bando ilahiyi ve piyade marşını çalmayı bitirip cenaze alayındakiler tabutu yüklendiklerinde başbakan yardımcısına hakaretler yükselmeye başlar. Hemen ardından, Guiterrez Mellado’nun yanında biten birçok subay onu tartaklamaya koyulur. Nihayet onu tören alanının güney kapısında sıkıştırıp hakaret ederler ve döverler.”
Santiago Carrillo: Darbenin karşısında bir komünist
Darbe ânında ayakta kalan üçüncü kişi, Komünist Parti Genel Sekreteri ve muhalefet lideri Santiago Carrillo da tıpkı General Mellado gibi demokrasiyi sonradan sevenlerdendi:
“Carrillo, tıpkı Guiterrez Mellado gibi savaşan kuşağın mensubudur; savaş sırasında demokratik cumhuriyeti savunmuş olsa da tıpkı Guiterrez Mellado gibi hayatının geç bir dönemine kadar demokrasiye inanmamıştır.”
İkisi arasındaki bir başka benzerlik de demokrasiye inanmaya başlamalarından sonra eski yoldaşlarının gazabına uğramaları ve dayanılması zor bir manevi baskı altına sokulmalarıdır.
Onun, hayatının bu döneminde işlediği ‘günah’ları şöyle anlatıyor Javier Cercas:
“Carrillo, Ortodoks komünistlerin lideri olarak, demokrasiyi mümkün kılabilmek için, geçiş sürecinde, savaşın galipleri ve diktatörlüğün yöneticileriyle siyasi mücadelede geçmişi kullanmama sözünü de içeren bir anlaşma imzaladı.”
Bu anlaşma, geçmişte büyük adaletsizliklere, kıyımlara neden olmuş kişilerin yargılanmaması şartını da içeriyordu. Carrillo’yu solcular arasında bir nefret objesi haline getiren esas nokta buydu. Peki neden böyle bir söz vermişti Carrillo?
“Franco rejiminin sorumlularının yargılanması ve kurbanlarının zararlarının eksiksizce karşılanması; bunların hepsinden feragat etti Carrillo. Yalnızca bunları sağlayabilecek güçten yoksun olduğu için değil, aynı zamanda insanlığın en yüce ideallerinin birbiriyle uyuşmaz nitelikte olduğunu ve o dönemde adaletin mutlak zaferini dayatmanın özgürlüğün mutlak çöküşünü kışkırtma, mutlak adaleti en kötü adaletsizliğe dönüştürme riskini taşıdığını anladığı için yaptı bunu. Fiat iustita et pereat mandus (Dünya yıkılsa da adalet sağlansın) yanlısı birçok solcu, ihanet olarak nitelendirdikleri bu ödünler için Carrillo’yu şiddetle kınamış, onu asla bağışlamamıştır; birçok sağcının Suarez ve Guiterrez Mellado’ya karşı takındığı tavrın aynısıdır bu.”
Suarez-Mellado-Carrillo üçlüsü 23 Şubat 1981’deki ‘an’a kadar işte böyle bir ortam içinde, birbirlerini destekleyerek geldiler ve yenilginin mukadder gibi göründüğü anda da noktayı büyük bir cesaretle koydular.
Türkiye’de benzer bir demokrasi mücadelesi içine giren Altılı’nın sergilediği performans, İspanya Üçlüsü’nünkiyle kıyaslandığında pek hazin görünmüyor mu?