Edebiyatta 90’lı yıllarda dergi yayıncılığı hala kültür, sanat ve siyasetin fabrikasıydı. Henüz tek bir kitabı çıkmadığı halde sadece dergilerde görünen ama yazdıkları tartışılan, konuşulan isimler olurdu. Genç yazarlar için dergiler bir basamaktı. Çoğu derginin kapısı gelen gidene açıktı, herhangi bir randevu gereği duymadan çat kapı uğradığım dergiler vardı. Belki bana kibarlık ediyorlardı ama edebiyle bir köşede oturup sohbeti dinleyenlere ses edildiğini hatırlamıyorum.
Sanırım aynı şey edebiyat dışı yayıncılığın da bir parçasıydı. Siyasi gazetelerin de kalem erbabı açısından bir çeşit okul olduğunu biliyoruz. Günlük gazeteler haber derler ve köşe yazılarıyla gündeme ya da an’a yanıt vermeye çalışır. Dergiler aylık ya da haftalık periyotlarda yayınlandığı için iyi düşünülmüş, araştırılmış ve çalışılmış dosyalar üretmek için elzemdi. Akademik yayıncılıkta dergilerin önemi tartışılmaz. Bilim çevrelerinde kabul görmek için bir akademisyen araştırmasını ve bulgularını belli bir yöntem ışığında makaleye çevirmeli ve itibarlı bir dergide sunmalıdır. Bilimsel bir makalenin güncelliği, yeni bir yaklaşımı ya da bulguyu ortaya ortaya koyması ve aldığı atıfların sıklığı niteliğini belirler.
Dergi ne gazetedir ne de kitap… Günlük olmadığı için ele aldığı konuları etraflıca sunma fırsatı sunar. Bir gazetede köşe yazılarını sabah kahvaltısında keyifle okumak mümkündür, bir derginin hakkını vermek için çalışma masasının başında mesai gerekir. Düşünün: Dergilerde yayınlanan polemikler en az bir ay arayla karşılık bulabiliyordu. Ama buna rağmen arşivde düşünce tarihimize damga vurmuş kapsamlı tartışmalar bulabiliriz. Okurlar ilgisini kaybetmez, yazarlar metinlerinin didik didik edileceğini bildikleri için daha dikkatli ve titiz çalışır.
Dergiler sadece siyasi, edebi ya da sanatsal konularla sınırlı kalmazdı. Meslek grupları da dergiler çıkarırdı. Örneğin berberlerin gazetesi yoktu ama dergileri vardı, hatta mahalle berberinde sıra beklerken uzanıp sehpadaki eski dergilerden saç modeli seçebilirdiniz. Tabi berberiniz muhtemelen bildiği birkaç modelden birini uygulayıp sizi gönderirdi, ama olsun! 1990’ların bilgisayar dergileri elinize geçerse bir karıştırın. Tertemiz bir Türkçe, güncel hatta bugünü öngören teknolojilere bakışlar, teknoloji şirketlerine dair haberler, programlama teknikleri, hatta program kodları bulabilirsiniz. Ya çocuk dergileri? Devamı hevesle beklenen çizgi romanlar, bulmacalar, etkinlikler, mektup köşeleri, mizah yazıları… Artık bu tür yayınlar bir poşetin içinde doldurulmuş ucuz oyuncaklar ve ebeveynlerin kapı doğramalarından topladığı çirkin çıkartmalarla dolu.
Üstelik dergi çıkarması uğraştırıcı olsa da imkansız değildir. Çoğu lisede en az bir dergi (fanzin) yayınlanırdı. Birkaç genç şair bir araya gelir, kazançlarını birleştirir, şöyle böyle yankı uyandıran bir dergi yaratabilirdi. Marjinal kültür konularına inen fanzinleri unutmuyorum. Sadece Thrash Metal seven gençlerin çıkardığı bir fanzin… Bu tür çizgi dışı yayınlar zaman zaman kültür dünyasında belirleyici bile oldular. Aklıma gelen en yakın örnek Murat Gülsoy’un Hayalet Gemi’si ya da Fatih Altınöz’ün Şizofrengi’si.
İnternet (uzun süredir ‘sosyal medya’ diyoruz ama) karşısında yayıncılığın darbe aldığı bir gerçek. Bana kalırsa bu darbeden en çok etkilenen dergiler oldu. Edebiyat yayıncılığında Varlık gibi köklü dergiler yoluna devam ediyor. Ancak basılı dergilerden hiç haberi olmayan yazar adayları var. Siyasi dergiciliğin eski ihtişamı kalmadı. Yakın zamanda Muazzez İlmiye Çığ meselesinde örneğin Nokta dergisinin bir dosyasına başvurulmuştu; böyle çalışmalar, bu tür habercilik için alan var mı? İnternet yayıncılığı basılı mecralara göre kayıt tutma, tarama ve geliştirme işini hızlandırmış durumda. Ancak arşivleme yapısı hala kuşku uyandırıcı. Herhangi bir haber ya da bilgi çok hızlı yayılıyor, fakat aynı hızda teyit edilemiyor.
Gazeteler, İnternet yayıncılığında bir karşılık buldu. Haber portalleri ya da benzer yapılar bu ihtiyacı karşılıyor. Hoş kahvaltıda gazete okumak muhtemelen telefonu kurcalamaktan daha keyifli, ama bunu hala hiç denememiş kuşaklar var. Habercilik artık çoğu portalde bir kopyalama işleminden ibaret. İnternet’le birlikte yorumculuk da genişledi, tabiri caizse “tabana yayıldı.” Ki belki de böyle olması çoğulcu demokrasinin ilk adımı olarak fena değildir- hoş gerçi bu “tabana yayılma” işinden en çok marjinal siyasi gruplar ekmek yedi. Gerici ideolojilerin yaygınlaşması için bir platforum kurulmuş oldu; ilerici saymak istediğimiz ideolojilerse meselelerini linç kültürüyle çözmeye çalışan aktivizm dünyasına kapandı. Evet, İnternet ilginç biçimde kapanan alt kültür alanları yarattı.
70’lerden beri güldürü dünyamızı sırtlanan mizah dergilerini düşünelim. Oğuz Aral’ın mirası tıpkı Dümbüllü’nün kavuğu gibi kuşaktan kuşağa aktarılırdı. Gırgır, Limon, Leman, Hıbır, Penguen, Uykusuz… derken bıçak gibi kesildi. Mizah dergileri haftalık çıkardı, kötü kağıda basılır, öğrenci harçlığıyla edinilebilecek tutarda mal edilirdi. Çok kıymetliydiler. Bir hatıra: Boğaziçi, orta kantin. Üniversite kantininde bu dergileri masasına yığmış okuyan başka bir öğrencinin masasına oturuyorum. O an okumadığı dergilerden birini okumak için izin istiyorum. “Ben hepsini okumadan paylaşmıyorum, kusura bakmayın” diyor, çok utanıyorum. Gerçekten hepsini okuduktan sonra bana bırakıp kalkıyor.
Bu dergiler çoğunlukla muhalifti. Bugün için aşırı sayılabilecek cinsel esprilerle dolup taşardı- ki bugünün mizahının naif bir muhafazakarlığa evrilmesi de tartışmaya değer bir konu. Reklam almazlardı. Yani tirajları bu yayınları çevirebilecek kadar yüksekti. Dahası mizahın işlediği başka alanların içeriğini de belirlerlerdi. Bugün Cem Yılmaz oyuncu, stand-up sanatçısı ya da sinema sanatçısı olarak biliniyor; benim kuşağım açısından hepsinden önce Korkunç Tilbe’nin çizeridir.
Aslında İnternet’le birlikte mizah dergileri de önce bir yükselişe geçtiler. Çünkü korsan yolla bile olsa karikatürler dolaşıma girince dergiler daha çok duyuldu, ya da ben böyle tahmin ediyorum. Ama galiba 2010’dan sonra büyük bir hız kaybettiler. Çünkü ‘reel’lerin dünyasında mizahın formu da değişti. Karikatür pek aranmayan, özlenmeyen bir türe dönüştü. Hele bir de Umut Sarıkaya gibi konuşma balonlarını vıcır vıcır paragraflarla dolduruyorsanız… Ancak benim gibi birkaç kişi yakın gözlüğünü takıp okumaya oturuyor olabilir. Karikatürle birlikte zamanında Galip Tekin’in hikayeleri ya da yakın zamanda Ersin Karabulut’un Sandık İçi gibi sayfalara yayılan çizgi roman kültürü de zayıfladı. Maalesef çizgi romanlarda ithal rekabeti çok yüksek, çeviri yoluyla Türkçeye muazzam eserler kazandırılabilir. Gırgır ya da Leman’ın ise bir benzerini başka yerde kolay kolay bulamazsınız. Avanak Avni’yi, Muhlis Bey’i ya da Zıçan Adam’ı sizin için başka memleketin insanları çizmez.
Bu dergilerin mirası kısmen Kafa, Ot gibi dergilerde sürdü. Şu an ne halde bu dergiler bilmiyorum, çünkü bir dergi meyhanelere logo olmaya başladığında galiba inişe geçmiş oluyor. Edebiyatın seviyesini aşağı çektikleri, kolaya kaçtıkları, ucuzlaştırdıkları iddiasıyla eleştirildiler. Açıkçası edebiyat söz konusu olduğunda ‘elitist’ sayılabilecek yazarlardan biriyim, ama okur neyi istiyorsa onu okur… Boynumuz kıldan ince.
Bununla birlikte dergilerin “hür tefekkürün kalesi” olduğu fikrine hep kuşkuyla baktım. Bir kere memleket insanı düşüncede ne kadar hürse entelektüeli de oralarda bir yerde oluyor… Hatta sık sık halkın gerisine düşüyor ama entelektüelin kendini toplama ve yazdıklarını gözden geçirme şansı var. Örneğin edebiyat alanında birbirini görmezden gelen, okumayan, umursamayan yayınlar az değildi. Sanılanın aksine bir dergi her düşünceye açık değildir, olamaz. Ama hiç değilse neyi savunduğunu bilir ve söylemekten çekinmez.
Dergiler; kültür, siyaset ya da sanat yolunda yolları kesişmiş entelektüellerin oluşturduğu çeşitliliğe sahip kadrolardan doğar. Gerçekten 90’ların dergilerinde yazanlara bakarsanız ayrı toplumsal köklerden gelmiş ve aynı odada toplanmayı başarmış özneler göreceksiniz. Belki o zamanın gazeteleri de böyleydi, bilmiyorum. 70’lerde insanların siyasi davalar adına dergi çıkararak örgütlenmesi sanırım boşuna değildir. Dergi, yazarı kadar okurunun da sahiplendiği bir yayındır. Dergi yayıncıları sıklıkla okurlarından eleştiren mektuplar alır, çünkü okur bazı yazılar için “sizin gibi … dergiye … içerikli yazıyı hiç yakıştıramadım” deme sorumluluğunu duyar. İşte bana kalırsa sosyal medyayla birlikte bu kadro fikri ortadan kalktı. Bugünün yayınları birçok yönden modern futbol takımlarına benziyor. Endüstrinin bir araya getirdiği iyi eğitilmiş üstün profesyonellerden oluşuyor bu takımlar… Ama insanın gözü hep Galatasaraylı Bülent ya da Fenerbahçeli Selçuk Yula gibi taraftar futbolcu arıyor.