Selçuk Orhan

Faşist ne demek?

Bizde de faşist ithamlarının sonu yok… Bu derece savrulan bir terim ister istemez anlamını yitiriyor. Ne milliyetçiliği ne de ırkçılığı içerebiliyor. Eleştirel anlamından soyunmuş, köyün delisi gibi ortalıkta dolaşan bir faşizm tanımı. Tükürük hokkası gibi bir şey… Gelen geçen söyleniyor ama artık bir şeye de yaramıyor.

Nöbette uykusunu alamayanlar

Savaş fikrinin verdiği büyük bir heyecan, doyum sağlayan bir ciddiyet olmalı. Savaşılsın. Kafirle ya da başka milletle. Yeter ki savaşılsın. Savaşılmıyorsa da insanlar savaşsızlık için suçluluk duysun. Nihal Atsız, subayların baskın olduğu bir aileden geliyordu. Askeri Tıbbiyeye girdi. Bu okuldan da üçüncü sınıfta “Arap” bir askere selam vermeyi reddettiği için atıldı. İsmet Özel’in askerliğiyle ilgili bildiğimiz Yıkılma Sakın şiirini yazabilecek zamanı bulmak için revire gidip sağlam dişini çektirdiği.

Bay alkolü takdimimdir

Rakı içmek muhtemelen Tanpınar’dan önce de bir çeşit işaret sayılıyordu. Hatta belki de elit çevrelerde mutaassıp olmadığını göstermenin bir yoluydu. Rakı içen birini içmeyene göre daha açık görüşlü saymak da bir çeşit taassup… Ancak insan olarak ön yargıyla malül mahluklarız. Böyle bakınca ana muhalefet partisi liderinin bu ayrımı, bu adı konmamış çizgiyi akla getiren açıklaması insanı şaşırtıyor.

Solu hatırlamak

Türkiye’de Sol’un geçmişiyle ilgili yayınların sayısında son dönemde bir artış oldu. Nehir söyleşiler, anı kitapları, arşiv çalışmaları, derlemeler… Belki de artık solgunlaşan ateşin alacakaranlığında bazı ayrıntılar belirmeye başlıyor. Bu anıları okudukça muazzam bir telaş ve acelenin olduğunu görmemek elde değil… Sanki devrim ellerinin ucundan kaçıvermiş gibi. Halbuki tarihe bugünün penceresinden bakınca aslında hiç yaklaşamadıklarını ama umutlarının değerli bir yanı olduğunu görmek mümkün.

Travma Tramvayı

İnsanlar “Kendi” ya da “Olmak” sözcüklerini içeren kitapları çok seviyor. Sanki bir şeyi yaşayamama, bir şeyden eksik kalma telaşı var. Hayat bir açık büfe gibi ve her şeyi tatma hevesi yüzünden burnuna kadar dolmuş olmasına rağmen psikolojik anlamda obezleşmiş bireyler kan ter içinde ellerinde çatal kaşık koşturuyor. Bitti bitecek… Roma’da zenginler daha çok yiyip hayattan tat alabilmek için doydukça vomitaryumda kusar, sonra yeniden sofranın başına otururlarmış. Bugün de psikolojik bir kusmuk seli içindeyiz.

Hakikatın karikatürü

Tavizsiz Kemalistler var elbette, ama halkın çoğunun gözünde Abdülhamit ve Atatürk karşıt görüşleri temsil eden kişilikler değil, ortak bir Türkiye ülküsünün başka görünüşleri artık. İnsanların gözünde tarihin bir parçası oldular, tıpkı Yavuz Sultan Selim ya da Pir Sultan Abdal gibi. Bugüne ancak simge olarak gölgeleri düşüyor, ama kimsenin eli gerçekten raftan indirmeye varmıyor. Çünkü tarihsel hakikatiyle ne Atatürk bugünün Kemalistlerinin işine yarar ne de Abdülhamit İslamcıların. İdeolojiler hakikatlerin karikatürünü tercih eder.

Linç akbabalarının dümenleri

Oğuzhan Kayacan dergideki şiirini paylaşmış ve popüler söylenişiyle Kayacan’ı linç etmişler.  İnsanın herhangi bir meselede olumsuz görüşleri olabilir, bir kişinin ya da kurumun yaptıklarını kınamak isteyebilir, bunu ifade edebilir. Yalnız linç yorumları kendini bariz şekilde ele veren bir formatta yazılıyor: Çoğunlukla içerikte hedef aldığı kişi ya da meseleyle ilgili hiçbir hakiki referans içermiyor. Linç edilen bir kişi olduğundan herhangi bir eser ya da metinden çok o kişiyle ilgili ifadeler oluyor.

Üniversite? Öyle değil işte

YKS sonuçlarına göre sınavda derece yapan üstün başarılı öğrenciler imkanları çok daha yüksek sayılabilecek vakıf üniversitelerinde burslu okumak varken ısrarla Boğaziçi Üniversitesi’ni tercih etti. Yeni kurulan ve tartışmalara neden olan Hukuk Fakültesi de puanı en yüksek bölümler arasında. Diğer bir deyişle aylardır süren protestoların Boğaziçi Üniversitesi’nin adı, etiketi ve aday öğrenci ölçüsündeki değerine hiçbir etkisi yok. Yani, biraz bile etkisi yok. Hiç yok. Peki neden böyle?

Yersiz soysuz sosyal medya

Akla ilk gelen “yerli ve milli” sosyal medya geliştirmek. İmkansız. Bir sosyal medya platformu ilke olarak “yersiz”dir. Bir vatana, bir toprağa bağlı olamaz. Öyle kalarak hiçbir cazibe üretemez, kimseyi kendine çekemez, merak bile uyandırmaz. Biz kültür olarak bir sosyal medya platformu için elzem olan asgari ifade özgürlüğüne henüz erişmiş değiliz. Biz hala neyin söylenmemesi gerektiğine kafa yoruyoruz. Sağıyla soluyla durum bu. Dolayısıyla bir sosyal medya platformu “milli” hiç olamaz. Milli bir platform en fazla devlet kurumlarının iç iletişimlerinde kullandıkları sıkıcı portallere benzeyecektir.

Düz Dünya Olimpiyatları

Sağ yükselmiyor. Yerinde duruyor. Hatta toplumun alt yapı sorunlarını, ekonomik geleceğini anlama ve ihtiyaçlara yanıt verme açısından daha etkin. Ancak sol, belki tamamı değil ama günümüzde baskın sayılabilecek sol ideolojiler, toplumun varlığını yıkıcı bir dönüşüme uğratmayı teklif eden fikirlere insanların neden sıcak yaklaşmadığına şaşırmaya devam ediyor. Bunu da tehlike olarak etiketleyip önlem almaya çalışıyor.

Sokak insanları

Bir de başıboş sokak insanları var. Korkmayın, onlar da pek ısırmıyor. Bunların bir bölümü işsizler. Artık üniversite de bir çeşit işsizliğe hazırlık kursu haline geldi. Bir bölümü de emekliler. Ellerine geçen maaşla hiçbir şey yapamadıklarından sokakları arşınlıyor, parklarda bakınıyor ve sessizce evlerine dönüyorlar. Ara sıra onlara sövüyoruz. Kesin şu partiye oy vermişlerdir diyoruz.

Candy Crush ağlamaz

Gelecekte uykusunu alamamış ya da gece sevgilisiyle kavga etmiş bir yazılım mühendisi o kafayla yanlış paketi güncellerse akıllı otomobilinizin kapısını bir süreliğine açamayabilirsiniz. Şaka değil, komplo değil… Kapsamlı ağ servislerini sağlayan büyük kurumlarda da bu işleri insanlar yapıyor ve ne kadar kontrollü olunursa olunsun gözden kaçan bir ayrıntı nedeniyle açık kalp ameliyatınız sırasında hayati cihazların mavi ekran verme ihtimali var

Sağ sıla, sol gurbet

Basit görünen her şey gibi bu sol/sağ ayrımı oldukça karmaşık, daha doğrusu bulanık. Örneğin CHP’nin neden sağ bir parti sayılmadığını anlamak için Türkiye’de doğmuş olmak gerekiyor. Cumhuriyetçi, kurucu parti. Ülkenin kuruluş değerlerine tutunuyor ve kriz anlarında muhafazakar reflekslerle kuruluş değerlerine dönmeyi öneriyor. Solcu ya da sağcı olmak bazı insanların yazgısı, isteseler de değiştiremiyorlar.

Türkiyeli Türkler ya da Türk kökenli Türkiyeliler

Kayseri’de yaşanan olayları tasvip etmiyoruz, evet, ama tasvip etmemek ile bu meseleyi çözecek miyiz? Daha beteri, sığınmacı karşıtlığıyla başlayan reaksiyon toplumun başka meselelerdeki davranışını da belirleyecektir. Acil çözüm üretilmesi gerekiyor, ama at gözlüğüyle görüp karşılığı olmayan kavramsal önerileri konuşmak yerine toplum nezdinde ederi olan, insanların kendisi için bir yarar gördüğü değerler üretmek gerekiyor.

Bir Çirkin Adam

Yılmaz Güney’in hayatı film oluyormuş. Merakla, biraz da heyecanla bekliyorum. Yılmaz Güney, yakın tarihin anlaşılması, işlenmesi ve anlatılması en güç isimlerinden biri. Kimilerine göre büyük bir sanatçı, bir özgürlük savaşçısı, bir devrimci. Kimilerine göreyse katil, kadın düşmanı, şiddet faili bir manyak. Her şeye rağmen devrimci portresinin perdeye yansıması açısından Arkadaş ve Bir Gün Mutlaka filmlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devrimci bir karakteri gerçek insan ilişkileri içinde, kendi çelişkileriyle işlemeye en yakın olan sanırım hala Yılmaz Güney…

Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Gençlik Teşkilatı

Yakın zamanda Türkiye’de kökleri kısmen “Eski Türkiye”de olan bir çeşit ateizm doğdu. Genç, doğrudan ve yargılayıcı bir ateizm bu. Ateizmin merkezde göründüğü yüzeysel bir ulusalcılık, yabancı düşmanlığı, dozu belirsiz bir ırkçılık, Jakobenizm, militarizm ve güç/iktidar tapıncı iç içe geçmiş. Yani aslında 90’ların ekranlarında İslam’ı çağdaşlaştırma önerisiyle meseleyi halledebileceklerini düşünenlerin kuliste konuştuklarını doğrudan savunuyor. Türkiye’de ateizmin bu çeşidi her denemede “halkın cehaleti” inancının cazibesinde kayboluyor. Herhalde ateist (ya da agnostik her neyse) olmakla bir aydınlanma yaşadığını, tıpkı bilgisayar oyunlarındaki gibi bir üst karaktere geçtiğini sanma hali var. Dindarlığın bir insanı ‘iyi’ yapmaya yetmemesi gibi inançsızlık da daha akıllı kılmıyor.

Suç yahut CEZA

Kamu vicdanı özellikle siyasi figürler söz konusu olduğunda son derece iki yüzlü ve ölçüsüzdür. Örneğin Efraim Elrom’un katledilmesinden sorumlu olan Mahir Çayan’ın işlediği suç Ogün Samast’ın Hrant Dink’i öldürmesiyle yan yana konulduğunda ne söyleyebiliriz? Suçları ilericilik / gericilik ya da devrimcilik / milliyetçilik açısından tasnif etmeye mi başlayacağız?

Vicdan antrenmanları

Müge Anlı, Esra Erol programlarındaki en kötü şey şu: İnsanlar en basit anlamda iletişim kuramıyor. Yalan söylemeyi bile doğru dürüst beceremiyorlar. “Yemin et!” dendiğinde “Hayır etmem!” diyecek kadar saflar… Ama masum da değiller. Fırsat ellerine geçince ezip geçmişler. Program sunucuları da bu insanlar arasında romantik aile bağları aramaya çaresizce devam ediyor. Ama bu insanlar için duygusal bağları sağlayan kayışlar kopmuş, çarklar boşa dönüyor, o dönüş içinde işitilen inlemelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Kişilikleri sakat bırakılmış, acıma, sevme hatta korkma becerileri körelmiş. Elleri ayakları yerinde, ama ruhlarında bir parçaları ampute edilmiş.

Sıvış çağı

Saatleri Ayarlama Enstitüsü boşuna yazılmamıştır. Osmanlı’nın son yıllarına kadar saat kullanmak yaygın değildi. İlk Meclis-i Mebusan’da toplantı saatlerinin belirlenmesi bile bu nedenle problem olmuştur. Belki “Vakit” kavramı dedelerimiz için ölçüden münezzehti belki de tam zamanında olmak beklenen yerde olmak insanımıza zor geliyordu.

Ölme köpeğim ölme

“Canlara kıymayalım” dememiz özünde anlamlı değildir. Canlara kıyarız. Yaşamak için bile değil, belli bir lezzete erişmek, bir çeşit gastronomi kültüründen pay almak için ihtiyacımızdan fazlasının bile canına kıyarız. Hatta sahiplendiğimiz hayvanın iyi beslenmesi için başka hayvanların canına kıyılmasından rahatsızlık duymayız. Nihayetinde köpek maması da ıspanaktan üretilmiyor. Pekiyi bazı hayvanlara tanıdığımız bu ayrıcalığın kökü nedir? Yanıtı basit: Kültür. Köpekleri zamanında insanlar bir yarar umarak evcilleştirdi. Evcilleşen tüm canlılarda olduğu gibi doğada kendi başına hayatını sürdüremeyecek ve insana bağımlı bir tür ortaya çıktı.

Bu millet eğitilmez

Türkiye’de insanların eğitime bağışıklığı var. Eğitim, bir çeşit formalite. Atatürkçü olmayan ailenin çocuğu İnkılap dersinden 10 alıp sınıfları geçiyor, İmam-Hatip okuyan abdestsiz geziyor, matematik çalışmak için test kitapları alınıyor, doktor olmak isteyen evrimi Youtube’dan öğreniyor… Okulda herkes devletin suyuna gidiyor. İdare ediyor. Anlayın artık kardeşim, bu millet eğitilmiyor. Bu milletin eğitime bağışıklığı var.

Noterden tasdikli rabıta: Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor

Şu soruyu sormalıyız: Yıllardır kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla, gözden ırak konaklarda, merdiven altı kurslarda, dershanelerin ya da yurtların bu iş için ayrılmış misafir odalarında fısıltılar içinde yönetilen bu cemaatler ne oldu da böyle uluorta sere serpe medyaya döküldüler? İnternetsiz yıllarda rivayetlerle, aslında delil olmayan delillerle idare edilmesi mümkündü cemaatlerin… Ama artık bu müphemlik kültürüyle yürüyemiyoruz. Terliğin tabanları sıyrıldı, ateş kefeni sardı. Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor.

1 Mayıs kuşatması

1 Mayıs’tan ne bekleniyordu? Devrimci sol perspektifinden bakınca “zaferle” sonuçlanacak bir çeşit meydan savaşının umulduğunu görmek zor değil. Sendikaların ve CHP’nin kararına uymayan partiler ya da birlikler muhtemelen kendilerinin öncü olacağı büyük bir çatışma hayal ediyordu. DİSK, CHP’leşmekle suçlandı. Sosyal medyada suçlamalar DİSK’in 1980’de öldürülen başkanı Kemal Türkler’den beri işbirlikçi bir yapı olduğunu söylemeye kadar vardı.

Bizim küçük edebiyatımız

Modernleşme tarihi açısından - hemen hemen aynı yıllarda koşmaya başladığımız - Japonya’da ilk Don Kişot çevirileri 1890’larda ortaya çıkıyor. Rusça’ya Don Kişot ilk olarak 1838’de ‘tam haliyle’ çevrilmiş. Türkçe’ye, tam olarak çevrilen ilk Don Kişot nüshası ise 1996 yılında elimizdeydi. Rivayete göre Yaşar Kemal’e, 1957’de hayata gözlerini yuman Arif Dino üç adet Don Kişot hediye etmiş. Üç kere okusun diye! Arif Dino’nun hediye ettiği çeviri hangisiydi acaba? Reşat Nuri’nin eksik, kısaltılmış çevirisi mi?

Sınıfta kalan sınıfsallık

Bu bayramı sosyal medyada neyin sınıfsal olduğunu birbirimize öğreterek geçirdik. Denizden çıktıktan sonra Pınar hamburger yemek sınıfsal deniyor, Kuzguncuk’ta fıstıklı kurabiye almak, Melike Demirağ’ın meşhur şarkısındaki gibi balık ekmek yemek, tatile gitmek hatta Eminönü’nde volta atmak… “Sınıfsal” tabiri aslında kabaca “yokluğu bilmeyenler var” anlamında kullanılıyor… Yoksulluk bir çeşit lisans gibi. Herkes yoksulluktan mezun olduğunu söylemek istiyor. Halbuki romantik, kökü olmayan bir düşünce bu. Maalesef, çok açıkça yazacağım, yoksulluk insanı geliştirmiyor.

Üç aşağı beş yukarı sıfıra sıfır, elde var sıfır

Mücahit Bilici’nin, Türkiye’de felsefe ilgisinin artmasıyla ilgili görüşüne katılıyorum; hatta bu somut verilerle de ortaya konabilir. Bilici belki felsefe terimini daha geniş anlamda kullanmıştır, ama dar (belki akademik) anlamıyla da felsefe konusunda bir tomurcuklanma var. Aslında bizde felsefe eskiden beri - dönemin koşullarına göre değişen isimlerle elbette - okunur. Ama bir tartışma açmaz, ya da yaratıcı bir üretime evrilmez. Bizde bu okuma tamamıyla araçsaldır.

Tâ kim hatın ey mâh-cebînim yüze çıkdı

Özgürlüğün “seküler” bir hayat tarzıyla yakın ilişkisini gözden kaçırmamak, AKP’nin belediyelerde gerilemesinin nedenlerinin bir bölümünü de bütün “hayat” yatırımını tek bir anlayışa, sevk etmeye çabalayan yanında aramak gerekiyor. İstanbul’da CHP’ye geçen Üsküdar ve Beykoz gibi belediyelerin kent hayatına ne yönde yatırım yaptığını gözlemlemek sanırım bu fikrimi destekleyecektir. Bu beldelere tabiri caizse “direkten dönen” Fatih’i de eklemek gerek. Üsküdar mekanlarındaki Hilye-i Saadet, Gönül Bulutu, Yedi Güzel Adam başlıklı etkinliklerde salonlar hınca hınç dolmadı. Hesaba katılmayan Üsküdar’ın bu dokuya maruz kalmaktan belki de bunaldığı oldu.

Her gün tek başına

IŞİD’in üstlendiği Moskova saldırısı ile belki de bir eşiği daha aştık. Biliyorum, IŞİD’in bir çeşit CIA ya da MOSSAD kurgusu olduğunu akıl edecek kadar zekisiniz. Ama ya dünya sistemi sizin kadar zeki insanların düzenli komplo planları üstüne işlemiyorsa? Ya terör örgütleri gerçekten orada burada yapılanmış, istihbarat örgütleriyle psikopatların arasında dalgalanan kontrolsüz kanserojen hücrelerse? Ya nükleer tehlike satranç değil de tavla oyunuysa?

Akletmeyenler

Çevremde benim gibi İslam inancından sonradan kopmuş çok insan var… Hiçbiri mutsuz değil. Bu nedenle intihara sürüklenen birini tanımıyorum. Tutunacak bir şey arıyorlar mı? Hiç denk gelmedim. Bazı ateistler de dini tarihsel bir kurum olarak anlamaktan uzak kalınca en mutaassıp insanları bile yaya bırakan gerici savrulmalar yaşıyorlar: Arap karşıtlığı biçiminde tezahür eden ırkçılık…Sevmedikleri partiye oy verenleri aşağılayan bir kibir… Senin cehaletin benim yaşamımı etkiliyor çiğliği…Ateizmin bu türlüsünün yarattığı hikaye de yavan, tatsız bir idealizmden başka bir şey değil… Kitapta sorulduğu gibi soralım: Hiç akletmez misiniz?

Teknoloji ve tavuk döner

Biz artık derin bir anksiyete toplumuyuz… Evet, biliyorum, anksiyete bozukluğu dünyanın sorunu. Herkes bu çileyi çekiyor. Ama bizde ayrı bir biçim almış durumda. Kitlesel bir heyecan duymuyoruz, coşkumuz ölmüş durumda. Daha doğrusu coşku sandığımız şey korku, heyecan sandığımız şey anksiyete… Muhalif entelektüeller bir aciliyet havasında. Hep bir son seçime gidiliyor, her şey her an kaybedilmek üzere, bitti bitiyor. Herkes ötekini sokağa davet ediyor, ama kendi konfor alanından hareket etmiyor.