Selçuk Orhan

Candy Crush ağlamaz

Gelecekte uykusunu alamamış ya da gece sevgilisiyle kavga etmiş bir yazılım mühendisi o kafayla yanlış paketi güncellerse akıllı otomobilinizin kapısını bir süreliğine açamayabilirsiniz. Şaka değil, komplo değil… Kapsamlı ağ servislerini sağlayan büyük kurumlarda da bu işleri insanlar yapıyor ve ne kadar kontrollü olunursa olunsun gözden kaçan bir ayrıntı nedeniyle açık kalp ameliyatınız sırasında hayati cihazların mavi ekran verme ihtimali var

Sağ sıla, sol gurbet

Basit görünen her şey gibi bu sol/sağ ayrımı oldukça karmaşık, daha doğrusu bulanık. Örneğin CHP’nin neden sağ bir parti sayılmadığını anlamak için Türkiye’de doğmuş olmak gerekiyor. Cumhuriyetçi, kurucu parti. Ülkenin kuruluş değerlerine tutunuyor ve kriz anlarında muhafazakar reflekslerle kuruluş değerlerine dönmeyi öneriyor. Solcu ya da sağcı olmak bazı insanların yazgısı, isteseler de değiştiremiyorlar.

Türkiyeli Türkler ya da Türk kökenli Türkiyeliler

Kayseri’de yaşanan olayları tasvip etmiyoruz, evet, ama tasvip etmemek ile bu meseleyi çözecek miyiz? Daha beteri, sığınmacı karşıtlığıyla başlayan reaksiyon toplumun başka meselelerdeki davranışını da belirleyecektir. Acil çözüm üretilmesi gerekiyor, ama at gözlüğüyle görüp karşılığı olmayan kavramsal önerileri konuşmak yerine toplum nezdinde ederi olan, insanların kendisi için bir yarar gördüğü değerler üretmek gerekiyor.

Bir Çirkin Adam

Yılmaz Güney’in hayatı film oluyormuş. Merakla, biraz da heyecanla bekliyorum. Yılmaz Güney, yakın tarihin anlaşılması, işlenmesi ve anlatılması en güç isimlerinden biri. Kimilerine göre büyük bir sanatçı, bir özgürlük savaşçısı, bir devrimci. Kimilerine göreyse katil, kadın düşmanı, şiddet faili bir manyak. Her şeye rağmen devrimci portresinin perdeye yansıması açısından Arkadaş ve Bir Gün Mutlaka filmlerinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Devrimci bir karakteri gerçek insan ilişkileri içinde, kendi çelişkileriyle işlemeye en yakın olan sanırım hala Yılmaz Güney…

Allahsızlığı Yayma Kürsüsü Gençlik Teşkilatı

Yakın zamanda Türkiye’de kökleri kısmen “Eski Türkiye”de olan bir çeşit ateizm doğdu. Genç, doğrudan ve yargılayıcı bir ateizm bu. Ateizmin merkezde göründüğü yüzeysel bir ulusalcılık, yabancı düşmanlığı, dozu belirsiz bir ırkçılık, Jakobenizm, militarizm ve güç/iktidar tapıncı iç içe geçmiş. Yani aslında 90’ların ekranlarında İslam’ı çağdaşlaştırma önerisiyle meseleyi halledebileceklerini düşünenlerin kuliste konuştuklarını doğrudan savunuyor. Türkiye’de ateizmin bu çeşidi her denemede “halkın cehaleti” inancının cazibesinde kayboluyor. Herhalde ateist (ya da agnostik her neyse) olmakla bir aydınlanma yaşadığını, tıpkı bilgisayar oyunlarındaki gibi bir üst karaktere geçtiğini sanma hali var. Dindarlığın bir insanı ‘iyi’ yapmaya yetmemesi gibi inançsızlık da daha akıllı kılmıyor.

Suç yahut CEZA

Kamu vicdanı özellikle siyasi figürler söz konusu olduğunda son derece iki yüzlü ve ölçüsüzdür. Örneğin Efraim Elrom’un katledilmesinden sorumlu olan Mahir Çayan’ın işlediği suç Ogün Samast’ın Hrant Dink’i öldürmesiyle yan yana konulduğunda ne söyleyebiliriz? Suçları ilericilik / gericilik ya da devrimcilik / milliyetçilik açısından tasnif etmeye mi başlayacağız?

Vicdan antrenmanları

Müge Anlı, Esra Erol programlarındaki en kötü şey şu: İnsanlar en basit anlamda iletişim kuramıyor. Yalan söylemeyi bile doğru dürüst beceremiyorlar. “Yemin et!” dendiğinde “Hayır etmem!” diyecek kadar saflar… Ama masum da değiller. Fırsat ellerine geçince ezip geçmişler. Program sunucuları da bu insanlar arasında romantik aile bağları aramaya çaresizce devam ediyor. Ama bu insanlar için duygusal bağları sağlayan kayışlar kopmuş, çarklar boşa dönüyor, o dönüş içinde işitilen inlemelerle bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. Kişilikleri sakat bırakılmış, acıma, sevme hatta korkma becerileri körelmiş. Elleri ayakları yerinde, ama ruhlarında bir parçaları ampute edilmiş.

Sıvış çağı

Saatleri Ayarlama Enstitüsü boşuna yazılmamıştır. Osmanlı’nın son yıllarına kadar saat kullanmak yaygın değildi. İlk Meclis-i Mebusan’da toplantı saatlerinin belirlenmesi bile bu nedenle problem olmuştur. Belki “Vakit” kavramı dedelerimiz için ölçüden münezzehti belki de tam zamanında olmak beklenen yerde olmak insanımıza zor geliyordu.

Ölme köpeğim ölme

“Canlara kıymayalım” dememiz özünde anlamlı değildir. Canlara kıyarız. Yaşamak için bile değil, belli bir lezzete erişmek, bir çeşit gastronomi kültüründen pay almak için ihtiyacımızdan fazlasının bile canına kıyarız. Hatta sahiplendiğimiz hayvanın iyi beslenmesi için başka hayvanların canına kıyılmasından rahatsızlık duymayız. Nihayetinde köpek maması da ıspanaktan üretilmiyor. Pekiyi bazı hayvanlara tanıdığımız bu ayrıcalığın kökü nedir? Yanıtı basit: Kültür. Köpekleri zamanında insanlar bir yarar umarak evcilleştirdi. Evcilleşen tüm canlılarda olduğu gibi doğada kendi başına hayatını sürdüremeyecek ve insana bağımlı bir tür ortaya çıktı.

Bu millet eğitilmez

Türkiye’de insanların eğitime bağışıklığı var. Eğitim, bir çeşit formalite. Atatürkçü olmayan ailenin çocuğu İnkılap dersinden 10 alıp sınıfları geçiyor, İmam-Hatip okuyan abdestsiz geziyor, matematik çalışmak için test kitapları alınıyor, doktor olmak isteyen evrimi Youtube’dan öğreniyor… Okulda herkes devletin suyuna gidiyor. İdare ediyor. Anlayın artık kardeşim, bu millet eğitilmiyor. Bu milletin eğitime bağışıklığı var.

Noterden tasdikli rabıta: Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor

Şu soruyu sormalıyız: Yıllardır kol kırılır yen içinde kalır anlayışıyla, gözden ırak konaklarda, merdiven altı kurslarda, dershanelerin ya da yurtların bu iş için ayrılmış misafir odalarında fısıltılar içinde yönetilen bu cemaatler ne oldu da böyle uluorta sere serpe medyaya döküldüler? İnternetsiz yıllarda rivayetlerle, aslında delil olmayan delillerle idare edilmesi mümkündü cemaatlerin… Ama artık bu müphemlik kültürüyle yürüyemiyoruz. Terliğin tabanları sıyrıldı, ateş kefeni sardı. Galiba Türkiye’de cemaatlerin devri kapanıyor.

1 Mayıs kuşatması

1 Mayıs’tan ne bekleniyordu? Devrimci sol perspektifinden bakınca “zaferle” sonuçlanacak bir çeşit meydan savaşının umulduğunu görmek zor değil. Sendikaların ve CHP’nin kararına uymayan partiler ya da birlikler muhtemelen kendilerinin öncü olacağı büyük bir çatışma hayal ediyordu. DİSK, CHP’leşmekle suçlandı. Sosyal medyada suçlamalar DİSK’in 1980’de öldürülen başkanı Kemal Türkler’den beri işbirlikçi bir yapı olduğunu söylemeye kadar vardı.

Bizim küçük edebiyatımız

Modernleşme tarihi açısından - hemen hemen aynı yıllarda koşmaya başladığımız - Japonya’da ilk Don Kişot çevirileri 1890’larda ortaya çıkıyor. Rusça’ya Don Kişot ilk olarak 1838’de ‘tam haliyle’ çevrilmiş. Türkçe’ye, tam olarak çevrilen ilk Don Kişot nüshası ise 1996 yılında elimizdeydi. Rivayete göre Yaşar Kemal’e, 1957’de hayata gözlerini yuman Arif Dino üç adet Don Kişot hediye etmiş. Üç kere okusun diye! Arif Dino’nun hediye ettiği çeviri hangisiydi acaba? Reşat Nuri’nin eksik, kısaltılmış çevirisi mi?

Sınıfta kalan sınıfsallık

Bu bayramı sosyal medyada neyin sınıfsal olduğunu birbirimize öğreterek geçirdik. Denizden çıktıktan sonra Pınar hamburger yemek sınıfsal deniyor, Kuzguncuk’ta fıstıklı kurabiye almak, Melike Demirağ’ın meşhur şarkısındaki gibi balık ekmek yemek, tatile gitmek hatta Eminönü’nde volta atmak… “Sınıfsal” tabiri aslında kabaca “yokluğu bilmeyenler var” anlamında kullanılıyor… Yoksulluk bir çeşit lisans gibi. Herkes yoksulluktan mezun olduğunu söylemek istiyor. Halbuki romantik, kökü olmayan bir düşünce bu. Maalesef, çok açıkça yazacağım, yoksulluk insanı geliştirmiyor.

Üç aşağı beş yukarı sıfıra sıfır, elde var sıfır

Mücahit Bilici’nin, Türkiye’de felsefe ilgisinin artmasıyla ilgili görüşüne katılıyorum; hatta bu somut verilerle de ortaya konabilir. Bilici belki felsefe terimini daha geniş anlamda kullanmıştır, ama dar (belki akademik) anlamıyla da felsefe konusunda bir tomurcuklanma var. Aslında bizde felsefe eskiden beri - dönemin koşullarına göre değişen isimlerle elbette - okunur. Ama bir tartışma açmaz, ya da yaratıcı bir üretime evrilmez. Bizde bu okuma tamamıyla araçsaldır.

Tâ kim hatın ey mâh-cebînim yüze çıkdı

Özgürlüğün “seküler” bir hayat tarzıyla yakın ilişkisini gözden kaçırmamak, AKP’nin belediyelerde gerilemesinin nedenlerinin bir bölümünü de bütün “hayat” yatırımını tek bir anlayışa, sevk etmeye çabalayan yanında aramak gerekiyor. İstanbul’da CHP’ye geçen Üsküdar ve Beykoz gibi belediyelerin kent hayatına ne yönde yatırım yaptığını gözlemlemek sanırım bu fikrimi destekleyecektir. Bu beldelere tabiri caizse “direkten dönen” Fatih’i de eklemek gerek. Üsküdar mekanlarındaki Hilye-i Saadet, Gönül Bulutu, Yedi Güzel Adam başlıklı etkinliklerde salonlar hınca hınç dolmadı. Hesaba katılmayan Üsküdar’ın bu dokuya maruz kalmaktan belki de bunaldığı oldu.

Her gün tek başına

IŞİD’in üstlendiği Moskova saldırısı ile belki de bir eşiği daha aştık. Biliyorum, IŞİD’in bir çeşit CIA ya da MOSSAD kurgusu olduğunu akıl edecek kadar zekisiniz. Ama ya dünya sistemi sizin kadar zeki insanların düzenli komplo planları üstüne işlemiyorsa? Ya terör örgütleri gerçekten orada burada yapılanmış, istihbarat örgütleriyle psikopatların arasında dalgalanan kontrolsüz kanserojen hücrelerse? Ya nükleer tehlike satranç değil de tavla oyunuysa?

Akletmeyenler

Çevremde benim gibi İslam inancından sonradan kopmuş çok insan var… Hiçbiri mutsuz değil. Bu nedenle intihara sürüklenen birini tanımıyorum. Tutunacak bir şey arıyorlar mı? Hiç denk gelmedim. Bazı ateistler de dini tarihsel bir kurum olarak anlamaktan uzak kalınca en mutaassıp insanları bile yaya bırakan gerici savrulmalar yaşıyorlar: Arap karşıtlığı biçiminde tezahür eden ırkçılık…Sevmedikleri partiye oy verenleri aşağılayan bir kibir… Senin cehaletin benim yaşamımı etkiliyor çiğliği…Ateizmin bu türlüsünün yarattığı hikaye de yavan, tatsız bir idealizmden başka bir şey değil… Kitapta sorulduğu gibi soralım: Hiç akletmez misiniz?

Teknoloji ve tavuk döner

Biz artık derin bir anksiyete toplumuyuz… Evet, biliyorum, anksiyete bozukluğu dünyanın sorunu. Herkes bu çileyi çekiyor. Ama bizde ayrı bir biçim almış durumda. Kitlesel bir heyecan duymuyoruz, coşkumuz ölmüş durumda. Daha doğrusu coşku sandığımız şey korku, heyecan sandığımız şey anksiyete… Muhalif entelektüeller bir aciliyet havasında. Hep bir son seçime gidiliyor, her şey her an kaybedilmek üzere, bitti bitiyor. Herkes ötekini sokağa davet ediyor, ama kendi konfor alanından hareket etmiyor.

Solun İslamı, sağın devrimciliği

İslam sağcı değildir, öyle olsun. Ama hangi İslam? 6. yüzyıldaki İslam mı? 13. yüzyıldaki İslam mı? İhsan Eliaçık’ın savunduğu İslam mı? Ebubekir Sifil’in savunduğu İslam mı? Yoksa İslamın zaman ötesinde evrensel olduğunu mu kabul ediyoruz? Yoksa İslam solcu mudur? ‘İslam sağcı değildir’ önermesi en fazla alçak hasır taburelere çöküp bir oturuşta aç karnına yedi bardak çay içen hevesli entelektüeller arasında lafı edilince biraz etki uyandırır. Bugünün sağ siyaseti halktan kopuk değildir. Türkiye’deki sol ise nafakasını, hayat tarzı nedeniyle kendisine mahkum olduğunu düşündüğü orta sınıf kentlilerden topluyor. Biraz Kemalizmden biraz 70’lerin sosyal mücadele kalıntılarından toparlanmış “tartışılması teklif dahi edilemez” bir değerler silsilesinin ‘andımız’ metni gibi ezberlenmesini bekliyor.

Bir lokma bir hırka bir de tiramisu

Birçok seçmen AKP’nin Nevmekân’larına baktığında kendisine konforlu bir dünya sunulduğunu görüyor. Dar bütçesiyle Nevmekân’a sadece ayda bir kez gitse bile orada çekip Instagram’a koyacağı fotoğrafın keyfini peşinen satın alıyor. Ve belki aynı kişi, Kent Lokantasına baktığında - karnını doyursa bile - hep CHP ile birlikte düşünülen uzun bir kuyruk ve tabldot menü görmeden edemiyor. Bu ayrımın siyasi bir stratejide anahtar olabileceğini seziyorum.

Siyasetin hayal perdesi

Nüfusu 600.000’i aşan Etimesgut gibi bir belediyeyi Erdal Beşikçioğlu’nun yönetebileceği sonucuna nasıl vardık? Daha önce “Vali” rolünü oynamış olması yeterli mi? Yoksa bütün mesele “gönüllere seslenmek” mi? Beşikçioğlu, Halk TV’deki söyleşisinde kendisine bu adaylık teklifi geldiğinde “Neden Etismesgut da Çankaya değil diye sordum.” dediğini aktarıyor. Kendi sözleri.. Bir belediye başkanı adayı böyle mi belirlenir? Yoksa burada umulan vitrine halkın seveceği bir ismi yerleştirip arka planda işleri başka kadrolarla yürütmek mi? Öyleyse vatandaşa bir illüzyon mu satılıyor?

Siyasetin hayal perdesi

Yıllardır muhalefetin dilinden düşürmediği eleştiri noktalarından biri: Liyakat. Öyleyse bir belediye başkanı adayından siyasetin istediği yönetim becerisi, teşkilatçılık, süreklilik, çözüm getirme yeteneği, kadro oluşturma deneyimi gibi konularda uygun vasıfları beklememiz gerekmiyor mu? Sadece gönül okşayan, heyecanlandıran birkaç söz etmesi, az çok tanınması, kimlik kriterlerine uyması veya vitrine yakışması yeterli mi?