Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDestanlar siyasete mani midir?

Destanlar siyasete mani midir?

Etyen Mahçupyan’ın “Mustafa Kemal’in Büyümeyen Çocukları” yazısı üzerine düşünürken, ben olsam başlığı şöyle atardım dedim: ‘Mustafa Kemal’i anlayamadığı için sekülerleşemeyen CHP cemaati’. Burada sekülerleşme kavramını şimdiki zamanı anlayabilen ‘zamane’ anlamında kullanıyorum. Bu yazıya itiraz etmek zor çünkü hem felsefesi hem metaforları yerli yerinde. Bereket epeyden beri en azından 2019’dan beri değişmeye ve destanların ötesine geçmeye çalışan bir Cumhuriyet Halk Partisi var. İmamoğlu, destanlara teslim olmuyor ama destanlarla da kavga etmiyor. Seküler bir lider profili olarak kendi zamanının mücadelesini ortaya koyuyor. Hem partisi içindeki dar bir kesim hem de iktidar kanadı içinde huzursuzluk yaratmasının ve çokça tartışılmasının nedeni de zamanlaması ve iyi düşünülmüş siyasi hamlelerinin her iki statükoda yarattığı değişim kaygısı olabilir.

Geleneksel toplumların “altın çağlarını” borçlu oldukları destanları, topluluğun birlik ve bekasının teminatı olarak nesilden nesile aktarılır. Destanlar, topluluğun kurucu mitleridir. Bir taraftan yeni nesillerin eğitimi ve topluluğa dahil olup kimliklenme ihtiyacını karşılarken, diğer taraftan destana uyumlu makbul kimliği kuşanmış topluluk üyelerinin savaş, sürgün, kıtlık, afet ve bunalım dönemlerini aşmasında sabır telkin edip psikolojik ihtiyacı karşılar ve topluluğu dağılmaktan koruma işlevi görürler.

Her toplumda farklı koşulların ürünü olan farklı kurucu destanlar mevcuttur. Toplumsal hafızanın biçimini, toplumsal ahlâkın niteliğini ve töre dediğimiz toplumsal normların meşruiyetini kurucu destanlar belirler. Zihniyet inşa edici karşı konulamaz ve tartışılması teklif dahi edilemez güçlerini, hiç kimsenin tek başına dönüp inceleyemeyeceği ve üzerine söz söyleyemeyeceği kadim zamanlardan alırlar ve hiç kimse tek başına destanlarla mücadele edemez; çünkü destan yazılırken orada yoktur. Bu ‘yokluk’ zamanlarımızda neşet etmiş büyük kahraman seleflerimizin destanı karşısında boynumuzu büküp teslimiyet göstermek, topluluğa aidiyet ibrazımızın vazgeçilemez unsurudur.

İnsanlık tarihi genel bir kategorileştirme ile kabaca 4 döneme ayrılabilir:

  1. Sihir çağı: Kutsal ruhlar, cinler, periler, bilinmek istenip de bilinemeyen ama bir açıklama beklendiği için açıklanamayanı rasyonelleştiren/aklileştiren yaratıcı imge çağı. Belki de dillerin ve soyut düşüncenin doğduğu çağ da diyebiliriz.
  2. Mitoloji çağı: Kutsal ruhlar, cinler ve perilerin üstünde yer alan yaratıcı tanrıların keşfedildiği çağ.
  3. Dinler çağı: Tek Tanrıcılığın doğuşu ama hangi tek tanrının esas tanrı olduğunda mutabık olunamadığı için tanrı adına savaşılan çağ.
  4. Bilgi çağı: Tanrılar adına yapılan ‘kutsal savaş’ yorgunlarının ve kaçkınlarının başlattığı akıl çağı/aydınlanma.

İlk üç çağda destanlar hem anlamlı hem de işlevseldi. Çünkü destan epistemolojiydi. Bilginin kaynağı da hakikati de şüphesizdi. Bilgi ya kutsal ruhlardan ya tanrılardan tartışmasız bir doğrulukla akardı. Kutsal bir geçmişten gelip bugünümüzü ve yarınımızı da güvence altına alırdı. İnsanlardan beklenen ‘parlak fikirler’ üretmeleri değil; tartışmasız hakikatle uyumlu bir yaşam sürmeleriydi.

Avcı toplayıcılık ve neolitik devrim yani tarım toplumları açısından bakınca bu epistemolojinin yanlışlanması neredeyse imkânsız; çünkü insanlığı bugüne taşıyan yolculukta başarılı olmadığını iddia etmek güç. En yaşlı üyenin en çok bildiği, yeni üyenin hiç bilmediği ve öğrenmek zorunda olduğu bir dünyada yaş ve tecrübe hiyerarşisi de yaşamsal bir öneme sahipti. Zaten en yaşlı üyenin bizatihi hayatta kalmayı başarmış olması, o yaşa erişmesi başlı başına kutsanmışlığının ve bilgisinin hakikâtinin deliliydi.

Bu çerçeveden bakınca, asrı saadet destanımız da Diriliş Ertuğrul destanımız da Kuruluş Osman destanımız da yerli yerine anlamlı biçimde oturuyor…

Sorun ‘aydınlanma’ ile başladı. Epistemolojik bir devrim ortaya çıktı. Bilginin kaynağı akıl, hakikati deney oldu. Buhardan dişli çarklara, teleskoptan mikroskopa ve bugün artık listeleyemeyeceğimiz denli bir yekûna dek yepyeni bir dünya doğdu. Ve ilginçtir ki; eski epistemolojinin doğrulama tekniği içinden baksak bile bu model çalıştı, dolayısıyla yanlışlanması neredeyse imkânsızlaştı. Hatta herkesi kuşattı. Destanlar çağı bitti ve deney çağı başladı. Peki sorun neydi?

Aslında başlangıçta sorun yoktu. Büyük tarım imparatorlukları daha da büyüdü, büyük toplar döktürdüler. Surlarla çevrili şehirleri feth ettiler, siyasal güçlerine güç kattılar. Daha geniş alanların tarımsal artık değerine eriştiler, daha kalabalık ordular kurdular ve destanlara bir süre daha devam ettiler…

Bu esnada sanayi şehirleri ortaya çıkıyor, tarımdan sanayiye hızlı bir geçiş başlıyor ve dünün plebleri, reayaları, kul ve kölemen taifeleri sanayi kentlerinde sözleşmeli emekçilere dönüşüyordu. Bu da ticari sözleşmelerin yanı sıra emek sözleşmelerini doğuruyor; kul taifesi sözleşme yapan öznelere dönüşmeye başlıyor ve mülkiyet bilinciyle beraber yepyeni, geleneksel dünyada görmediğimiz bir sınıf doğuyordu.

Bilgi, teknik deney tüpünden, toplumsal yapının içine sıçramıştı ya da bir şekilde bulaşmıştı. Metalin fiziğini ve metafiziğini/karbon yapısını yoğurup şekillendiren eller, kendi bireysel ve toplumsal fizikleri ve metafizikleri üzerine de ‘parlak fikirler’ geliştirmeye başlıyordu. Hak, özgürlük, eşitlik vb. siyasal talepler. Destanların binlerce yıldır siyasetten uzak tutmayı başardığı kul taifesi, büyük geleneğin kadim hiyerarşisini sarsmaya cüret edip eşitlenmek istiyordu. Bu işin sonu padişahla eşitlenmeye varıncaya kadar aldı başını yürüdü ve cumhuriyetler doğdu. Üzüm üzüme baka baka karardı ve herkes herkesten daha çok öğrenmeye ve yepyeni bir ahlâk içinden dünyayı okumaya başladı.

Eski ahlâk, nizamı aleme teslim olmak, riayet etmek, siyasete karışmamak ve işine bakmaktı. Bir başka deyişle tanrının gölgesi padişahın mülkünü sorgulamamak, mültezime artık değerini teslim etmek, çağrılırsa gazaya katılmak… Zaten gelenek ve töre, bu ilişkiyi kul taifesiyle sözleşme üzerine kurmamıştı. Destanlarla kurulmuş sorgulanamaz bir büyük düzendi bu ve “siyasal sözleşme hukuku” eşitler ve soylular arasındaki bir konuydu, reayanın konusu değildi. Zaten Padişah da hiç kimesnenin eşiti değil, tanrının gölgesi ya da naibiydi…

Deney tüplerinden topluma sıçrayan bilginin ürettiği yeni ahlâk tuhaftı ve o güne dek görülmemiş bir ‘bidatti’. Bütün insanları eşit görüyordu. Bir insanın, diğer insanlardan üstün olduğunu ya da aşağıda olduğunu iddia etmek gayrı ahlaki, gayrı hukuki, gayrı meşruydu. Meşruiyetini destanlardan alan hiyerarşik düzen çözülmüş, deney tüpünden sıçrayan bulaş destanları siyasal ve toplumsal alandan çıkarıp, antropolojinin konusu olarak kütüphane raflarına yerleştirmişti….

1808 Senedi İttifak ayanlarla yapılan sözleşme, 1839 Tanzimat Fermanı gayrı müslimleri eşitleyen sözleşme, 1856 Islahat fermanı bürokratlara mülkiyet ve miras hakkı tanıyan, padişahın kulu olmaktan devletin bürokratına dönüştüren sözleşme, Kanuni Esasi Padişahı meclisle kayıt altına alma sözleşmesi ve Cumhuriyet ile şeklen de olsa herkesin eşit olduğunun kabul edildiği ilk sahici sözleşme… 1922 son ‘üstün insan’ sultanın ve 1924 sultanın üstünlük madalyonunun ikinci yüzü hilafetin, kütüphanedeki tarih bölümüne yerleştirilmesiyle bilgi çağı, destan çağını tahtından ediyordu…

Deney tüpünden sosyal yaşama sıçrayan bir bilgi türünün yarattığı etkiye bakarak bunun bir ‘destan’ olduğunu söyleyenler olacaktır. Cumhuriyet’in ikinci kuşağı ve Netekim Paşa (Kenan Evren) Mustafa Kemal Atatürk’ten mitolojik bir destan çıkarmayı başardı. Hem de ne pahasına biliyor musunuz? Mustafa Kemal’i hiç anlamamış olmak pahasına.

Yukarıda sıraladığımız sözleşmeler ve Cumhuriyet’e giden yol en az 250 yıllık tartışma ve mücadelelerin sonucuydu. Kesinlikle bir mucizenin ürünü değildi. Jön Türklerden İttihat ve Terakki’ye ve oradan Mustafa Kemal’e uzanan bir entelektüel tartışmanın, siyasal ve diplomatik mücadelenin sonucuydu. Böylesi bir mücadeleyi anlamamak, ancak bu mücadeleyi ‘destanlaştırmak’ ile mümkündür. Bugün CHP kurmayları, bu müktesebatı adam akıllı ele alabilse, destanlardan çok daha faydalı bir entelektüel zemin bulabilecektir. Bir yazının içine sığmayacak bu bilgiler için Niyazi Berkes ve Erik Jan Zürcher ile konuşabilir merak edenler…

Bunları yazma ihtiyacını şundan hissettim. 16 Eylül’de Etyen Mahçupyan’ın “Mustafa Kemal’in Büyümeyen Çocukları” yazısı üzerine düşünürken, ben olsam başlığı şöyle atardım dedim: ‘Mustafa Kemal’i anlayamadığı için sekülerleşemeyen CHP cemaati’. Burada sekülerleşme kavramını şimdiki zamanı anlayabilen ‘zamane’ anlamında kullanıyorum. Uzak geçmişin ‘altın çağını ya da asrı saadetini’ bugüne çekirdek kabuklarından köprülerle taşıyabileceğini uman destancıları ile uzak geleceğin devrim itakisiyle bugünden kopan hayalperestlerini ayrı bir inceleme konu yapabilmek için karıştırmak istemiyorum. Ama bunlara yanlış karışıp destan peşinde koşan Cumhuriyet Halk Partililere de durup düşünme çağrısı yapmak istiyorum. Bugün Oral Çalışlar’ın da ifade ettiği gibi “CHP ne yapsa karşıyız tayfası” değilim elhamdülillah. Dolayısıyla temyiz gerektiren bir hususu taa Nuh nebiden ele alma ciddiyeti gösteriyorum…

Mahçupyan özetle: “Ne yazık ki ülke yönetimi bir yandan küresel dengelerin, diğer yandan toplum ve doğrudan devletin yönetilmesi demek ve bu iş çocuklara verilemez.

CHP bugünün algısı içinde ‘sempatik’ bir çocuk… Ama hala bir çocuk. Büyümek için önünde kısa bir süre var. Yüz yıl sonrasının parti başkanına değil, bugünün insanlarına ve onların dünyasına hitap eden bir mektup kaleme almaları için…” dedi.

Bu yazıya itiraz etmek zor çünkü hem felsefesi hem metaforları yerli yerinde. Çocuklarımızı masallarla büyütüp, masallarla avuturuz. Ama ergenleştiklerinde masallar yeterli olmaz, nakit gerektiren bir dünya masraf kapısı keşfederler. Sanırım Mahçupyan da CHP elitlerine ‘çocuklar ergenleşti artık parayı konuşma zamanı’ hatırlatması yapıyor. Ben de katılıyorum. Çocuklar için masallar, destanlar büyümeye ne kadar faydalı iseler de büyüdükten sonra ayak bağı olmaya, işle güçle ilgilenmeksizin masala bağlanmaya da vesile olabilirler…

Bereket epeyden beri en azından 2019’dan beri değişmeye ve destanların ötesine geçmeye çalışan bir Cumhuriyet Halk Partisi var. Doğru yerden icraat yapıyor belediyelerle, toplumsal umudu artırıyor. İmamoğlu gibi alışılmışın dışında siyasi aktörler yaratabiliyor. İcraatle ve doğru siyasetle yola çıkan İmamoğlu, destanlara teslim olmuyor ama destanlarla da kavga etmiyor. Seküler bir lider profili olarak kendi zamanının mücadelesini ortaya koyuyor. Hem partisi içindeki dar bir kesim hem de iktidar kanadı içinde huzursuzluk yaratmasının ve çokça tartışılmasının nedeni de zamanlaması ve iyi düşünülmüş siyasi hamlelerinin her iki statükoda yarattığı değişim kaygısı olabilir. İstanbulluların 2. Defa tescillediği genç bir lider olarak, destanları aşabilecek ve öteden beri içinden çıkamadığımız sorunların çözümüne katkı sunacağı hissiyatı oluşturuyor. Hem gündelik İstanbul icraatleri ile hem uluslararası toplantılardaki performansı ile hem de ‘Big Brother’ ile kurduğu siyasi rekabet ve mücadele ile…

Ancak CHP siyasi elitlerinin alışılagelen destan anlatıları kamuoyunda, belediyelerin icraatlerinden ve meclis çalışmalarından daha fazla görünür oluyor. Çünkü Erdoğan tam da bu kısımlarla ilgilenip destan yarıştırarak kimlikleştirdiği ve kutuplaştırabildiği ‘arka bahçesine’ sahip çıkabiliyor. Çünkü ‘destancı CHP’ Erdoğan’ın hem hızı hem de ifadesi. Biri olmadan öbürü de olmuyor.

İmamoğlu profili tam da bu destan yarıştırma oyununu boşa çıkarıyor. Muhal bir CHP’liden çok yerli ve milli bir Türkiyeli gibi İmamoğlu ve bu haliyle Erdoğan destanının ‘CHPli monşer tipinin’ gerçekliğini sorgulanır kılıyor.

Bir kısım Cumhuriyet Halk Partililer de ‘CHP destanı’ içinden İmamoğlu analizi yapmaya kalkıştıklarında alıştıklarını bulamıyorlar ve İmamoğlu’nu Erdoğan’a benzeterek adını koyamadıkları bir hissiyatla konuşup tam tarifleyemiyorlar.

Erdoğan, ‘milli görüş destanı’ gömleğini çıkardığında seküler bir lider gibi zamanının dertlerine odaklandı ve siyaset yapabildi. Kısa bir süre de olsa boş işlerden arınabildi. Ne zaman ki işler ters gitmeye başladı, gömleği gardıroptan çıkarıp kuşandı ve bugünlere geldik, malum günlere…

Benzerlik arayanlar, gömleğe iyi bakmalılar. Destan gömleğini çıkarıp seküler gömleği giyen her lider kolları sıvar. Bu, destanı reddetmek değildir. Bu, destancılıkla bugün yönetilemez demektir.

Erdoğan ve İmamoğlu’nun tek benzerliği bu. Ha, İmamoğlu Erdoğan’a dönüşür mü Cumhurbaşkanı olursa? Dönüşür ya da dönüşmez demek hayali bir iddia olur. Kaldı ki bu, bugünün konusu değil. Böyle bir hayal içinden bakınca benim de üç vakte Papa olma olasılığım mümkün hatta herkes için mümkün…

Demek ki destanlar siyasete mâni değil ama destancılık siyasete mâni oluyormuş hatta belki en başta anlamaya…

- Advertisment -