1842’nin haziran ayında Ren bölgesinin Eyalet Meclisi, Prusya kralı Frederic-Guillaume tarafından Meclis’e sunulan ve odun hırsızlıkları üzerine yeni bir yasa tasarısının görüşülmesi için toplanmıştı. Yasa tasarısı fazlasıyla şoke ediciydi; fî tarihinden beri geçimleri için ormanlardan odun toplayan ve bu eylemleri de örfi hukukça tolere edilen köylüler, hukuki bir abrakadabra ile artık “hırsız” ilan ediliyordu.
Ağaçtan kopmuş ince dalların toplanması dahil orman “hırsızlıkları” suç olarak düzenleniyor; ödenecek para cezasının miktarının orman sahipleri tarafından tespit edilmesi ve “devletin kasasına değil, doğrudan orman sahiplerinin özel kasasına” ödenmesi öngörülüyordu. “Hırsızlar” yoksullukları sebebiyle cezaları ödeyemeyecek olurlarsa, elbette yine orman sahiplerinin emrinde, zorunlu çalışmaya mahkum ediliyorlardı.
Fransız Devriminden eşitlikçi ve liberal bir yargı reformunu devralan ve Prusya otokrasisine karşı liberal bir sivil toplumun gelişmeye başladığı Ren bölgesinde bu yasa tasarısı azımsanamayacak fırtınalar koparmıştı. Kopan fırtınaya o dönem Ren Gazetesinde yazı işleri müdürü olarak çalışan radikal demokrat genç Marx da bir dizi makalesiyle katıldı.
“Odun Hırsızlığı Yasası Üzerine Tartışmalar” başlığıyla toplanan makalelerinde Marx, hiçbir hukuk ilkesi gözetilmeksizin yaratılıverilen suçların ve keyfilikle verilen cezaların devletin kamu çıkarını gözeten ve evrenseli temsil eden niteliğiyle bağdaşmadığını, aksine devleti devlet olmaktan çıkararak orman sahiplerinin özel çıkarına indirdiğini ve kamu otoritelerini orman sahiplerinin hizmetçisine çevirdiğini söylüyordu. En öz haliyle söylersek, devleti devlet olmaya, devlet olmanın gerektirdiği haysiyetle davranmaya çağırıyordu.
Hem Sert Hem Müşfik Devlet Baba: “Döver de, Sever de”
Herhalde modern devletin temel dayanağının ve iddiasının evrensellik ve tüm aşağı özel çıkarlara karşı genelin, kamunun çıkarını temsil etmek olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Modern devleti diğerlerinden ayıran tam da bu evrensellik ve genellik iddiasıdır: Belli bir kişinin, ailenin, grubun çıkarına göre değil, yurttaşlarının tamamının çıkarını gözetmek ve temsil etmek. Evrenseli ve geneli temsil etmek üzere devlet, tarafsızlığın mekanı olarak iş görecek bir bürokrasiye ve hukuka sahiptir. İktidar, karmaşık bir sürecin içinde kralın bedeninden ayrılmış ve kişiliksizleşerek bürokrasi içinde kurumsallaşmıştır.
Devletin esrarengiz varlığının temelinde varlığına topluca duyulan inanç bulunur, der Bourdieu. “İnanıldığı için gerçek kabul edilen ve böylelikle de gerçeklik kazanan müşterek bir kurgu.” Soluduğumuz havaya dahi sızan yahut o havayı oluşturan devlet, bu müşterek inanç üzerine kuruludur: Hem varlığına hem de meşruiyetine (tarafsızlığına, adilliğine, genel çıkarın temsilcisi olduğuna) duyulan inanç.
Karmaşık görünen bu tez aslında hiç yabancı değil. Gündelik dile yerleşmiş deyimler, bu inancın hem içeriğini hem de etkililiğini gösteriyorlar. Devlet Baba denir sözgelimi. Devletin şiddet tekeli ona baba sıfatının atfedilmesiyle meşru addedilir. Ama aynı zamanda devletten bir baba gibi müşfik ve merhametli olması da beklenilir. Nihayetinde baba, evlatlarının iyiliğini gözetendir. Bu iki kelime, devletin varlığına ve onun meşruiyetine duyulan ortak inancın özünü de oluşturur.
Keza Türkçe’de devlet kelimesinin çok anlamlılığının da özel bir anlamı vardır: devlet, merkezi idareyi karşıladığı kadar hem ululuk ve yücelik hem de mutluluk, talih ve baht anlamlarına da sahiptir. Devlete duyulan inanç, hep bu tınıları taşır ve devletin varlığı da bu inanç uyarınca yapılandırılmıştır ya da devlet kendini bu inanca uygun olarak göstermeye mecburdur.
Devlet olmaya çağrı: “Halk cezayı görüyor ama suçu görmüyor”
Modern devletin varlığını etkililikle devam ettirebilmesi, kendisine ve meşruiyetine duyulan bu inancı ayakta tutmasına bağlıdır. Oysaki bugün devlet, bu inancı günden güne zedelemekle üzerinde durduğu zemini tehlikeye atıyor.
Sosyal medyadan yapılan boykot çağrıları, “nefret ve ayrımcılık” ile “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamalarını ve gözaltıları karşısında buluyor. Yine bir boykot “story’si” neticesinde bir oyuncu TRT’de oynadığı diziden çıkarılıyor. Suçlunun cezasının sınırı fiilinin sınırı olması gerektiği yerde bir post paylaşmak gözaltı ile, atılma ile, tutuklanma ile cezalandırılıyor. Yapılan gösterilerde keyfilikle gözaltına alınan ve gösterilere katılan diğer yüz binlerce insan gibi “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefet” suçunu işleyen 299 genç şimdi tutuklu bulunuyor.
İmamoğlu’nun tutuklanmasının yalnızca hukuki bir mesele olduğuna inandırması gerekirken “turpların büyüğü (vakti geldiğinde ve ihtiyaç görüldüğünde çıkarılmak üzere) heybede”, “yargımızla da üzerine yürüyeceğiz” deniliyor.
Mahir Polat’ın suçta ve günahtan bağışık, masum imam olduğunu kimse iddia etmiyor. Ancak kalp rahatsızlığına ve anjiyo operasyonu geçirmesine rağmen ve tutuklama yalnızca bir tedbir olması gerekirken yargılama bitmeden cezalandırmayı hedef tutarak tutuklu bulunuyor olması da kolay kolay sineye çekilemiyor.
Devletin yurttaşı, “cezayı görüyor ama (cezayı gerektiren) suçu görmüyor.” Devletin sertliğini görüyor ama şefkatini hiç görmüyor. Yerli sermaye denildiğini işitiyor ama ancak belli grupların sermayesini görüyor. Milletin huzuru dendiğinde kendinin bu milletin içinde sayılmadığını görüyor. Yoğun gözaltı ve soruşturma dalgalarıyla hukukun işlediğini keza görüyor ancak hukuka eşlik edecek ilkeleri, adalet hissiyatını hiç göremiyor. Hülasası, devletin devlet olduğunu unuttuğunu görüyor.
Bugün bunları gören yurttaşlar yalnızca muhalif, yalnızca kendi yönetimlerine ilişkin farklı taleplere sahip yurttaşlar değiller. İktidarı destekleyen, oy veren yurttaş da özele karşı genelin, özel çıkara karşı kamusal çıkarın gitgide silindiğini görüyor. Dolayısıyla mesele de yalnızca bir kesimin uğradığı haksızlık, hukuksuzluk ve türevleri olmaktan çıkıyor. Yurttaşların tamamının paylaştığı, üzerinde uzlaştığı kamu vicdanının da, devletin varlığını oluşturan inancın da temeli sarsılıyor.
Şu satırları hatırlatmanın tam yeri gibi görünüyor:
“Yurttaşlarından her biri, binlerce yaşamsal sinirle kendisine bağlı değil midir? Ve devlet bütün bu sinirleri bu yurttaşın kendi kendine tek bir siniri kesmiş olduğu gerekçesiyle kesebilir mi? Bu yüzden devlet orman ihlali gerçekleştiren herkeste [boykot story’si paylaşan her oyuncuda, anayasal hakkına dayanarak gösterilere katılan her öğrencide, en genel şekliyle yönetime ilişkin farklı bir tasavvura sahip olup bunu talep eden herkeste – y. m.] aynı zamanda bir insan, damarlarının kendi kanını taşıdığı canlı bir organ, vatanı savunması gereken bir asker, sesi mahkemede değerli olması gereken bir tanık, kamusal fonksiyonları yerine getirmesi gereken bir topluluk üyesi, varlığı kutsal olan bir aile babası ve hepsinin üstünde, bir yurttaş görmelidir. Ve devlet üyelerinden birini bu vasıflardan gelişi güzel dışlamamalıdır, zira devlet ne zaman bir yurttaştan bir suçlu çıkarsa, kendi kendisini budar.”