“Bizim mimarlar ile daha çok ortak noktamız var; biz teori ve pratiği birleştiriyoruz. Okumayı bilmenin yanı sıra inşa etmeyi, yıkmayı ve bazen öldürmeyi de biliyoruz”
Emekli İsrailli Tuğgeneral Dr. Şimon Naveh
Kent, içinde yaşayan insanları birbirleri ile etkileşim içerisine soktuğu müddetçe var olabiliyor. Kentin ve kentli olmanın onlarca tanımı yapılabilir belki ama kent, binlerce hatta milyonlarca insanın her gün benzer temayüller, alışkanlıklar ve karşılaşmalar ile sayısız birlikte yaşama pratiğini sayısız defa yeniden üretip inşa ettiği büyülü, kaotik ama sistemli bir yoğunlaştırılmış insan topluluğuna denebilir.
Kent yaşamının dramatik kırılımları savaşlar, doğal afetler, salgınlar neticesinde yaşanabiliyor. Kent bölünüp, parçalanabiliyor ya da abluka altına alınabiliyor. Bunun etkileri ise hemen hemen tüm katmanlarda hissediliyor.
Kent yıkımlarının çatışmalar sebebi ile olması ise modern sayılabilecek bir durum. Kentlerin, savaş meydanına dönüşümü ile kentin kendisi de bir aktör olarak algılanıyor. Düşman, kentliyle değil kent ile de savaşıyor. Buna literatürde ise “kentkırım” / “urbicide” deniyor.
Aynı kentte yaşamak istemeyen birden fazla grubun olduğu çatışmalı durumlarda ise duvarlar ile kent paylaştırılıyor. Belfast, Berlin, Batı Şeria ve Gazze, bilinen önemli duvar şehirleri.
Duvarlar Belfast’ta Protestan İngilizler ile Katolik İrlandalıları birbirinden ayırıyor. Berlin duvarı ise uzun yıllar Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden ayırdı. Filistin’de ise durum daha karışık.
Duvar, muhtevası gereği katı ve net bir sınır çizmek için kullanılır. Sınırın bir tarafındaki hukuk, insanlar ve tüm toplum diğerinden farklılaşabilir. Bir yeri duvarlar ile ayırmak, orada yeni bir düzen ve kurallar bütünü tayin etme imkanı da tanıyor.
Sınır ya da duvar, bazen toprağını ve hukukunu komşuna karşı koruma imkanı sağlarken bazen ise ikinci sınıf bir muameleye maruz kalabilmenin hukuki zeminini fiziksel olarak mümkün kılan mimari elamanlardan oluşabilir.
Duvarları sadece kentleri bölmek için kullanmıyoruz elbette. Evlerimiz, kamusal yapılarımız ve tüm mimari üretimimiz aslında duvarların bir araya gelmesinden oluşuyor. Duvar, bize ait olan mahrem yaşam alanlarımızı sokaklardan, kentten ayıran bir set görevi görüyor. İsrail ise sadece duvarlar ile Filistin’i bölmekle kalmıyor Filistinlilere ait evlerin duvarlarına açtığı oyuklar ile de mekânsal sınırlarını zorluyor…
Filistin’deki işgal, İsrailli savaş mühendislerinin sofistike hamlelerinden oluşuyor. Filistin’de duvarlar durağan, sabit ve en azından sınırladığı yeri muhafaza eden meşru sınırlardan oluşmuyor. Yerine göre hareket edebilen “düşmanını”, bu bazen kentin kendisi de olabilir- sıkıştıran ve hareket kabiliyetini bir gelecek projeksiyonu içerisinde yok eden silahlara dönüşüyor.
Batı Şeria da yerleşimcilerin stratejik mimari hamlelerle yayılımının kolaylaştırıldığını biliyoruz..
İsrail’in 1996 yılında kurup 2006 yılına kadar aktif eğitimlere devam ettiği bir enstitü olan Operasyonel Kuram Enstitüsü (OTRI), bu bağlamda okumalar yapıp askerlere teorik eğitim veren bir kurum.
Emekli Tuğgeneraller Şimon Naveh ve Dov Tamari tarafından yürütülen kurum, İşgal Edilmiş Topraklar’da savaşa dair bilinen teorik yaklaşımları yeniden yorumluyor ve doğru stratejiyi doğru kavramsal şema içerisinde yeniden üretmek için kafa patlatıyor. Okuma listelerinde, mimarlık kuramına dair hemen hemen önemli tüm teorisyenler bulunuyor.
Weizman’ın Naveh ile yaptığı bir röportajda OTRI’nin misyonunu nedir sorusuna Naveh şöyle bir cevap veriyor:
“Biz Cizvit tarikatına benziyoruz. Dersler vererek ve uygulamalar yaparak askerlere düşünme becerisi vermeye çalışıyoruz… ‘Operasyonel mimarlar’ yetiştiren bir okul kurmuş ve bir öğretim programı geliştiriyoruz.”
Yine Weizmanın aktarımına göre Naveh sunumlarında Deleuze ve Guattari’den alıntılar yapıyor, onların kavramlarını tersten okuyor. Operasyonların “meşru zihinsel dayanaklarını” oluşturmak için akademik her türlü bilgiyi-o amaçla üretilmemiş olsa dahi- manipüle ederek kullanıyor.
Buradaki ayrım, İsrail askerlerinde salt bir teorik bilgi olarak durmuyor. Sistemsel rijitliği sağlayıp operasyonel esnekliği ve uyum sağlayabilmeye becerisini de bu sertliğin eleştirisinden ediniyorlar.
Nablus’a 2002 yılında yapılan bir baskından sonra Naveh’in İsrail ordusunun yaptığı manevrayı “ters geometri” olarak tanımlaması bu noktada oldukça ilginç. Çünkü askerler, operasyonun hareketini belirleyecek olan kentsel dokuların hiçbirini takip etmiyorlar. Operasyon alanına ulaşabilmek için cadde, sokak hatta iç merdiven ve pencerelerden de uzak durarak birbirini takip eden özel mülklerin duvarlarına tüneller açıyorlar. Bir eve giriyor bir anda duvarda devasa bir boşluk açıp diğer eve doğru ilerliyorlar. Bu şekilde, Nablus’ta 100 metreyi bulan devasa iç mekan patikaları oluşturuyorlar.
Her an evlerinin bir ordu güzergahı olarak kullanılma ihtimali bütün Filistin sakinleri için mümkün. Günün herhangi bir saatinde evinize girip operasyon bitinceye kadar sizi rehin alıp komşunuzun evine sizin salonunuzdan bir kapı açabilirler.
Bu askeri hareketlilik, “dışarıdan” hiçbir şekilde fark edilmiyor. Sokaklar ve kamusal düzen bundan etkilenmiyor. Kent, hareket eden orduyu özel alanlarında “muhafaza” ediyor. Özel alanları bir anda işlek geçiş noktalarına dönüşüyor.
Nablus’ta Balata mülteci kampında ilk defa uygulanan bu yöntem ile sokaklarda ve evlerin pencerelerinde, merdivenlerinde savaş için hazırlanan ve tuzaklar kuran direniş güçlerine karşı İsrail ordusu kampın her yerindeki evlerin duvarlarını yıkarak ilerleyip insanların sokaklara dökülmelerini sağlamıştı. Yerleştirilen keskin nişancılar ve hava desteği ile de İsrail, kampın kontrolünü ele geçirmişti.
Duvarları yıkıp onların içerisinden yürüyerek kente dair kavramları da bir yapı-söküme uğratan İsrail ordusu operasyonlarını yürütürken hiçbir insani hakkı gözetmiyor. Bir gece ansızın eviniz bir ordu güzergahına dönüşebilir. Sizi sokaktan, kamudan ayıran duvarlarınızın kendisi bir yer üstü tüneline dönüşebilir.
Bu ters kentsel geometriyi OTRI mezunu bir subay olan Kohavi şu şekilde tarif ediyor;
“gözlerinle gördüğün bu oda senin onu yorumlayış şeklinden başka bir şey değil.”
Sonrasında ise şöyle devam ediyor;
“Burada sorulması gereken soru, senin ara sokağı nasıl yorumladığın. Sen onu tıpkı her mimar ve planlamacının yaptığı gibi insanın içinden yürüdüğü bir yer olarak mı, yoksa içinden yürümenin yasak olduğu bir yer olarak mı yorumluyorsun?”
Bugün gelinen noktada, ayak oyunlarının, kanunu kendi lehine kullanan planlı kötülüklerin bile bir karşılığı kalmamış durumda. Refahta çadır kentler bombalanıyor, küçük çocuklara ve bebeklere ait olduğu anlaşılan uzuvlar dünya kamuoyunda İsrail’i durduracak bir tepkiye neden olmuyor.
Şehircilik, mimarlık ve daha birçok tartışmanın anlamını yitirdiği, koruma statüsündeki çadırların bombalanabildiği bir süreci yaşıyoruz.
Ne yaptığını bilen, tüm entelektüel, ekonomik ve askeri gücünü Filistin topraklarında yaşayan insanların hayatlarını her geçen gün biraz daha yok etmek üzere kullanan soykırım devam ediyor.
Buna karşı Filistin’de direnen bir avuç insan ile dayanışma içerisinde olan küresel eylemlilik ne istediğini biliyor. İsrail’i hem ekonomik hem de teorik olarak besleyip meşruiyet kazandırmak isteyenlerin ilişkilerini doğrudan hedef alıyor. Üniversitelerde, parlamentolarda eylemler yapıp İsrail’in kavramsal manevralarını yok ediyorlar.
İsrail ile ticaretin kesilmesi gerektiğine dair talepler gittikçe daha da meşru bir zemine oturup kazanıma dönüşmeye başlıyor, soykırım yanlısı akademisyenler bu katı gerçeklik karşısında sığınacak “istisnalar” bulmakta zorlanıyorlar.
Henüz bir ateşkes sağlanmadığı için ise soykırım devam ediyor.
Bugün Refah’ta çadırlarda yaşayan ve “duvarı” olamayan insanlar sadece İsrail lehine çalışan duvarlar arasında sıkışmış durumda.
Bir çıkış yolu mümkünse belki de bu artık Filistin’i kuşatan duvarların içinden geçmekle mümkün olacak.