[19 Şubat 2023] Bunun gibi, 1970’li yıllarda da genç solcular, Marksistler bilirdi her şeyi. Forumlarda konuşmalar, yurtlarda tartışmalar, çoğalan fraksiyon dergilerindeki yazılar sık sık bu ifadeye yer verirdi: “Biz biliyoruz ki…” Neler bilmezdik, bu başlık altında! Politzer’den beş, Zubritski-Kerov-Mitropolski’den on sayfa okumuşluğumuz temelinde, zıtların birliğini ve her şeyi ekonominin belirlediğini bilirdik, örneğin. İlkel komünizmi kölecilik ve feodalizmin izlediğini. Kapitalizmi de sosyalizmin izleyeceğini. Ayrıca bütün toplumsal olayların sınıfsal olduğunu bilirdik, dolayısıyla sınıf mücadelesinin her yeri kapladığını. Yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülke olduğumuzu. İşbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak ağalarının toptan emperyalizme satılmışlığını. Millî burjuvazinin korkaklığını, küçük burjuvazinin kaypaklığını. Dolayısıyla kuvvete taptığını. Özellikle bu sonuncu sağlam bilgimiz, Dev-Genç’in ve türevlerinin, hâkim oldukları üniversitelerde kendilerinden olmayanları, hattâ Sosyal Demokratlar (yani CHP gençliği) gibi kendilerine en yakın olması gerekenleri dahi “döverek eğitme” politikalarına yansırdı.
Yani aslında bilmediğimiz, zerrece bilmediğimiz ama devrimcilik paradigması çerçevesinde inandığımız her şey toplanıyordu, bu hayattan ve dünyadan giderek kopan, sırf kendi içinde devinen, kendi kendini ispatlayan, “davulcunun şahidi zurnacı” misali “biz biliyoruz ki”lerin şemsiyesi altında.
Yaşadığımız şu son dönemin de kendi bildikleri, içe dönük kendi büyük anlatısı var kuşkusuz.
En başta, dünyadaki yalnızlığımız geliyor. 19. yüzyıl sonlarından bu yana, Türkün Türkten başka dostu yok. Herkes bize düşman, herkes bizim kuyumuzu kazıyor, güçlenmemizi istemeyen herkes bizi bölüp parçalamak için elele verip aleyhimizde çeşitli komplolar tezgâhlıyor. Burada kastedilen, Batı tabii. Batı gelişmiş, kapitalist, emperyalist, Hıristiyan, liberal, demokrat, azınlıklardan yana, Kürtlerden yana, insan haklarından yana. Velhasıl hoşlanmadığımız, bünyemize yabancı her şey. Kâh Haçlılar oluyor, kâh Aydınlanma, kâh Sèvres, kâh LGBTQ, kâh dolar spekülatörleri, kâh PKK. Terörle de üzerimize geliyor, darbelerle de, pozitivizmle de, feminizmle de, aile yapımızı bozmaya yönelik diğer sinsi girişimlerle de. İşte ABD büyükelçisi, hattâ gelmiş geçmiş bütün ABD büyükelçileri, bir türlü çekmiyor pis ellerini üzerimizden. Bilim dahi onların bilimi. Okullarımız taklit, üniversitelerimiz taklit, müfredatımız taklit. Bunu atıp bir şekilde bilimi ve bilgiyi İslâmîleştirebilmeli; kendi üstün medeniyetimizi buna dayandırmalıyız.
Karanlık, kasvetli bir âlem. İnsanlık neresinde acaba bu paradigmanın? O da bir safsata, bir aldatmaca mı?
Yarın 2023 Bahar dönemi başlıyor. 20 Şubat Pazartesi sabah 9 buçukta ve sonra 10 buçukta, peş peşe iki saat dersim var, 19. ve 20. yüzyıl tarihi hakkında. Günlerdir hazırlanıyorum. Dün akşam yoruldum, bilgisayarımı kapattım, biraz televizyon seyredeyim dedim. Açtım, karşıma günün Premier League maçları çıktı. Aston Villa – Arsenal, Chelsea – Southampton, Everton – Leeds, Nottingham Forest – Manchester City, Newcastle – Liverpool.
Sonuçları bırakın bir yana. Sonuçlar tatsız. Arsenal 1-2 geriden geldi, 4-2 kazandı. Manchester City hemen bütün maçı tek kale oynamışken son on dakikada defansta uykuya yattı ve gol yiyip beraberliğe düştü, 2 puan bıraktı, Arsenal’i yakalama şansını bu hafta da kullanamadı.
Fakat 90 dakikaların bitiminden çok önce, daha en başta, çok daha ilginç bir şey yaşandı benim açımdan. Spikerler Türkiye ve Suriye’deki depremi anlatmaya koyuldu. Deprem kurbanlarının anısına, takımlar kollarında siyah bantlarla sahaya çıktı. Santra yuvarlağının etrafına dizildi. Bir dakika saygı duruşunda bulunuldu. Sonra bütün seyirciler beş dakika alkış tuttu; kameralar dolaştı tribünlerde; evet, istisnasız herkes katılıyordu bu evrensel yas gösterisine. Maçlar ancak ondan sonra başladı.
Nasıl olur? Elin gâvuru benim yasımı nasıl tutar? (Mı demeliydim acaba?)
O anda bu törenlerin çekemedim fotoğrafını. Ancak daha sonra internette kolayca başka örneklerini buldum. Çünkü çok yaygın; İngiltere’yle sınırlı değil; neredeyse bütün dünya paylaşıyor Türkiye’nin matemini. Nitekim en tepeye Bundesliga’dan Borussia Dortmund’un, altında Serie A’dan Lazio’nun, geçtiğimiz günlerdeki bir dakikalık saygı duruşu fotoğraflarını koyabildim. Bizzat TRT World websitesi, 11 Şubat’ta kapsamlı bir derleme yapmış, “Spor dünyası”nın Türkiye ve Suriye’ye gösterdiği dayanışma hakkında (Sports world unites in expressing solidarity with quake-hit Türkiye, Syria). UEFA’nın, basketbolda EuroLeague’in, Alman, İtalyan ve Fransız liglerinin, Real Madrid’in ve Barcelona’nın, Luka Modric’in, Bayern Munich’in, Paris Saint-Germain’in, Sergio Ramos’un, Liverpool’un, Muhammed Salah’ın, Manchester City’nin, David Silva’nın, Ronaldinho’nun, AS Roma teknik direktörü Jose Mourinho’nun, Formula 1 başkanı Muhammed Ben Sulayem’in, F1 sürücüsü Lewis Hamilton’un, gene ünlü futbolculardan Riyad Mahrez, Kaka Leite, Didier Drogba, Anderson Talisca, Lukas Podolski, Nicolo Zaniolo, Marcao, Felipe Melo, Alex de Souza, Robin van Persie ve Dirk Kuyt’un tweet’leri, duaları, başsağlığı dilekleri bu yazıda tek tek alıntılanıyor.
Yeryüzünün her köşesinden Türkiye’ye uzanan yardım ellerini, açılan kampanyaları, gönderilen kurtarma ekiplerini, milyarlarca dolarlık bağışları saymıyorum. Sırf işin bu spor dayanışması boyutuna bakıyorum. Diyeceksiniz ki, ne var bunda? Diyebilir misiniz acaba? Pek sanmıyorum. Çünkü var birşeyler, gerçekten. En azından formel bir jest olarak; asgari bir tavır, basit bir duruş olarak, bir fark var tabii, anmak ile anmamak, üzülmek ile üzülmemek, paylaşmak ile paylaşmamak, dostluk göstermek ile göstermemek, başsağlığı dilemek ile dilememek arasında. Dünyamız ötekileştirmenin, ırkçılığın, faşizmin, yabancı düşmanlığının, bu arada İslamofobinin kol gezdiği bir dünya. Buna karşı, kulüpler, federasyonlar, yöneticiler, taraftar grupları ve sporcuların kendileri de mücadele ediyor ellerinden geldiğince. Bu doğrultuda atılan her adımın, verilen her mesajın yararı var, insaniyet açısından, evrenselcilik açısından. Türkiye ve Suriye’deki deprem kurbanlarınıyla dayanışma törenleri de aynı nedenle, aynı derecede önemli. Çünkü maç başlamadan önceki 5 dakika için de olsa, hepimizin insan olduğumuzu hatırlatıyor. O kötü Batının seyirci kitlelerine, dünyanın Avrupa’dan ibaret olmadığını, Ortadoğu’sunun da olduğunu, Türkiye ve Suriye gibi diyarların ve toplumların da olduğunu, oralarda da insanların yaşadığı ve öldüğünü hatırlatıyor.
TRT World derlemiş bunların hepsini, çok da iyi etmiş. Tabii bunun satır aralarında, “bize gösterilen önem”e ilişkin bir duygu da yok değil. Olsun, ne olursa olsun; yeter ki dünyanın ve dünyaya aidiyetimizin biraz daha farkında olalım. Ve gelin şimdi biraz da tersten düşünelim isterseniz. Benzer bir felâket dünyanın başka, bizden uzak, belki Müslüman da olmayan bir ülkesinde meydana gelsin. Diyelim gene Pasifik’te bir tayfun ve tsunami. Ya da Japonya’da yeni bir nükleer santral krizi. Ya da doğrudan doğruya Amerika’da, Batı kıyısında muazzam bir deprem. Hiçbirinde, bizdeki kadar insan ölmez kuşkusuz (çünkü şimdilik 40,000 ölünün, bize mahsus, yerli ve millî nedenleri söz konusu). Gene de çok büyük bir âfet yaşansın ve bu, dünya çapında bir duygusal travmaya yol açsın. Ölü sayısı faraza 15-20 bini bulsun.
Türkiye’de nasıl algılanırdı? Devlet ve hükümet erkânının resmî mesajlarının ötesinde… Medya nasıl yansıtırdı bu diğer trajedileri? İnsanî boyutunu hissettirir, yaşatır mıydı izleyicisine? Yoksa kâh alay ettirir, kâh oh olsun mu dedirtirdi?
Konumuz açısından, Süper Lig’de ne olurdu? Takımlar kollarında siyah bantlarla mı sahaya çıkardı? Bir dakikalık saygı duruşları, beş dakikalık tribün alkışları yaşanır mıydı? Herkes vekarla, sükûnetle, ciddiyetle uyar mıydı, vahametin icaplarına?
Yoksa, bana ne elin gâvurundan mı denirdi?