Seçimlerin hemen ardından zuhur eden “Erdoğan gücünü ispatladı, artık daha makul, daha yumuşak bir aşamaya geçebilir” beklentisi, yerini yavaş yavaş “olmayacak galiba, fakat bu kadar güçlüyken bunu yapmayarak kendisini sevmeyenlerin kalbine dokunabilme fırsatını da harcıyor” eleştirisine terk ederken gelen iki haber, bu beklentinin ne kadar naif ve kof olduğunu gözler önüne seriverdi. (Beklentinin baş tetikleyicisi, öncekine göre hayli ‘makul’ olan kabine bileşimiydi. Ben, “yeni kabine çok daha makul” tespitine hak versem de bu gelişmeyi rejimin niteliği açısından anlamlı bulmayanlardandım. 8 Haziran tarihli, “Yeni dönem: Kabine ‘havuç’, Erdoğan ‘sopa…’ Ya da ‘dava siyaseti’ Erdoğan’da, ‘teknik işler’ kabinede” başlıklı yazım buna dairdi.)
Yukarıda iki habere işaret etmiştim: Bunlardan birincisi gazeteci Merdan Yanardağ’ın tutuklanması, ikincisi de cezaevinde hastalıklarla boğuşan ve yaşı artık 80’i geçmiş emekli orgeneral Çetin Doğan’ın tahliye kararının Erdoğan’ın masasında bekletilmeye devam etmesiydi.
Bu iki tasarrufun ortak özelliği ‘insaf artık’ dedirten türden olmalarıydı.
Çetin Doğan’ın durumu açık; onun hâlâ neden tahliye edilmediğine dair gerekçe aranırken bulunanların, en sıradan insani hasletlerden soyunmadan dillendirilebilmesi imkânsız.
O nedenle Çetin Doğan’ın durumunu geçiyorum, fakat hepimizin bildiği köpürtülmüş hassasiyetler nedeniyle ilk bakışta “insaf artık” kategorisine uymayacağını düşünenler olacağı için, Merdan Yanardağ’ın durumu hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.
Soruşturma dosyasına göre Yanardağ, genel yayın yönetmeni olduğu Tele1’de yaptığı konuşmada a) terör propagandası yapmıştır, b) suçu ve suçluyu övmüştür.
“Terör propagandası” suçu 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 7. maddesinin 2. bendinde düzenlenmiş. Madde, “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi”lerin cezasını belirliyor.
Soruşturma makamına göre Merdan Yanardağ, Öcalan’ın tecrit statüsünü eleştirerek yapmış bunu. Evet, Yanardağ konuşmasında gerçekten de Öcalan’ın tecrit statüsünü eleştiriyor. Hem bunun cezalandırma sistemimizde yerinin olmadığını söylüyor (soruşturma makamları herhalde ‘vardır’ diyemez), hem de iktidarın, Öcalan’ın tecrit konumunu kendisi için siyasi yarar üretecek şekilde kullandığını söylüyor (iktidar makamları herhalde ‘hayır kullanmıyoruz’ diyemez).
Peki, Yanardağ’ın ‘tecrit’e dair sözleri buna uyuyor mu? Bunun neresinde “terör propagandası” var? Bu, nasıl oluyor da Merdan Yanardağ’ı “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi” haline getiriyor? Mesela hukukun tamamen dışına çıkılarak bir cumhurbaşkanı kararnamesiyle Öcalan’ın idam edilmesi gündeme gelseydi ve bir gazeteci buradaki hukuksuzluğa ve dolayısıyla idama karşı çıksaydı, terör örgütünün propagandasını mı yapmış olacaktı?
Bakalım savcılık nasıl bir izah getirecek bu duruma?
Şimdi de Merdan Yanardağ’ın suçu ve suçluyu nasıl övdüğüne bakalım… Orada da elimizde Öcalan için dile getirilmiş “okuya okuya filozof olmuş” ve “zeki biri” nitelemeleri var.
Bunlar suçu ve suçluyu övme kapsamına giriyormuş. Peki, bu suçu düzenleyen madde (TCK, 215) ne diyor? Şöyle diyor:
“İşlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan dolayı bir kişiyi alenen öven kimse, bu nedenle kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması hâlinde, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Evet, biri hakkında ‘zeki’ gibi, ‘filozof’ gibi sıfatlar kullanıldığında o kişinin övüldüğü söylenebilir. Fakat madde bir şerh koyuyor; suçlu hakkındaki her türlü övgüyü ‘suç’ olarak kabul etmiyor, ya onun işlemiş olduğu suçun övülmesini ya da o kişiyi işlemiş olduğu suçtan dolayı övmeyi şart koşuyor. Mesela hırsızlıktan hüküm giymiş birini “kendisi çok kültürlü, çok zeki biridir” diye övmek suç değildir, fakat “hırsızlık yetenekleri olağanüstüdür, hırsızlığı adeta bir sanat mertebesine yükseltmiştir, ayrıca onun hırsızlığının insani yönü de çok güçlüdür, çünkü o zenginden çalıp fakire veren biridir” diye övmek suçtur.
Zaten başka nasıl olabilir? Yasa koyucu suçlu hakkındaki her türlü olumlu nitelemeyi ‘övgü’ olarak kabul etseydi, o şerhleri oraya koyar mıydı?
Makyavel: Güçlü hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemser
Aslında başkaları da var ama ben Çetin Doğan ve Merdan Yanardağ örnekleriyle yetiniyorum.
Şimdi, bunları akılda tutarak başlıktaki sorunun cevabını arayabiliriz: Evet, aslında seçimlerin ardından dile getirilen “makul, şefkatli devlet başkanı” beklentisinin tümüyle temelsiz olduğu söylenemez. Çünkü karşımızda 20 yıllık iktidar yıpranmasına ilaveten artık saya saya ezberlediğimiz olağan dışı iktidar güçlüklerine rağmen, seçimle yeni bir beş yıl elde etmiş bir devlet başkanı var. Gücü de özgüveni de zirvede olan bir devlet başkanı hazır kendini ‘yenilmez’ hissediyorken, neden ‘cömert, şefkatli yönetici’ imajına oynamıyor, bu fırsatı neden kullanmıyor?
Aslında bu soru, hukukla ve yaşadığı çağın genel kabul görmüş insan hak ve özgürlükleriyle sınırlanmayı kabul etmeyen bütün iktidar sahipleri için sorulmalı. Yani soruyu daha direkt olarak şöyle sormalıyız: Kendisini hukukla ve yaşadığı çağın genel kabul görmüş insan hak ve özgürlükleriyle sınırlamayan, bunu reddeden iktidar sahipleri, neden ne kadar güçlenirlerse güçlensinler ‘cömert, şefkatli yönetici’ oyununu oynamazlar?
Bu sorunun cevabını bundan yüzyıllar önce ünlü İtalyan devlet adamı Makyavel vermişti. Makyavel, ünlü eseri Prens’te, iktidarla ahlakî ve dinî değerler arasında kurulan bağları reddetti, iktidarı kendi başına bir amaç olarak tarif etti. Ona göre bu amaç o kadar meşru idi ki, ona ulaşmak ve korumak için baş vurulacak bütün araçları da otomatik olarak meşru hale getiriyordu.
Makyavel’e göre iktidar sahibinin kullanması meşru olan araçların başında da ‘korku’ geliyordu; yönetilenler ‘hükümdar’dan korkmalıydı… Yine Makyavel’e göre bir hükümdar sevilmeyi değil kendinden korkulmasını önemsemeliydi.
Hukuka uygun suçlama ve cezalandırma, korku atmosferi yaratmada işe yaramaz
Erdoğan, iktidarının kritik bir aşamasında (2012-2013), algıladığı iktidar kaybı tehlikesi nedeniyle Makyavel’in öğrencisi olmaya karar verdi. (Yani, evet; bence Erdoğan ‘Makyavelist’ kişiliğine uymasa da, iktidarının ilk yıllarında ülke içi ve dışı koşulların zorlamasıyla Makyavel’in önerdiğinin tersine hukuki meşruiyet düzlemini önemsedi, öyle yönetti.)
Bu yazıda son olarak, başta Osman Kavala örneğinin ve akıl durdurucu gerekçelerle açılan Cumhurbaşkanına hakaret davalarının akla getirdiği bir soruya cevap vermek istiyorum… Deniyor ki, Erdoğan, haksızlığı-hukuksuzluğu apaçık olan uygulamaları neden gözünü kırpmadan hayata geçiriyor, bunun kendisine yönelik adaletsizlik suçlamalarına zemin hazırlayacağını bile bile neden böyle davranıyor?
Bu sorunun cevabı da Makyavel’de ve yukarıda aktardığım fikir ve önermelerinde: Erdoğan böyle yapıyor, çünkü amacı sempati toplamak değil korku salmak. Ve korku, hukuka uygun suçlama ve cezalandırmalarla sağlanamaz. ‘Hak eden’in cezalandırılması üzerinden korku salınamaz; “ne var canım, yasa açık, suç da işlenmiş işte” denilir ve geçilir. Korku, ancak haksız hukuki uygulamalarla sağlanır.
Erdoğan’ın 2012-2013’te başlayan “Makyavel’in öğrencisi” olma sürecini, iktidarı için algıladığı tehlikeleri hatırlatarak bir sonraki yazıda ele alacağım.