NetAnyahu’nun ABD Kongresinde yaptığı konuşma, Filistin’den taraf olan yahut kendini Batılı demokrasilere karşı konumlandıran dünya kamuoyunda bir infial yarattı. Netanyahu hiçbir tevil ve telife ihtiyaç dahi duymadan pervasızca yalanlarını birbiri ardına sıraladı. İsrail’in yıllar boyu tavrına en ufak bir aşinalığı olanlar için bu şaşırtıcı bir durum değildi şüphesiz. Ancak Netanyahu’nun konuşması sırasında mütemadiyen ve dahi ayakta alkışlanması, kabulü mümkün olmayan bir olaydı. Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin dillerine pelesenk ettikleri “demokrasi”, İsrail’in katliam ve yalanlarının ABD Kongresinde alkışlanmasıyla taşıdığı ideolojik içeriği de bir defa daha ifşa etti.
Batılı demokrasilerin İsrail’in Filistin’deki katliamlarına karşı suskun kalışı pek tabii haklı olarak “ikiyüzlülükle” itham edildi, yerden yere vuruldu. 7 Ekim’den bu yana Batılı devletlerin Filistin meselesine yaklaşımlarının ikiyüzlülüğü karşısında yaşanan irkilme hali, X’te yapılan bir paylaşımda şöyle ifade bulmuştu:
“Evrensellik, koca bir yalandır. Hukûk, insan hakları, demokrasi, barış, eşitlik, insanlık, Batı dünyâsının insanları uyutmak için kullandığı yalanlardır. Tek gerçek güçtür.
Soykırımcı İsrâil, bunu bütün dünyâya yine gösteriyor. Göstermeye de devâm edecek. Batı da savunmaya devâm edecek.
Buna rağmen hâlâ evrensellikten, uluslar arası hukûktan bahsedenlerin hiçbir sözünü ciddiye almamak gerekir.”
Burada yazılanlar şimdi Türkiye’de ve dünyanın daha birçok yerinde kitlelerin zihinlerinde ciddi bir karşılık buluyorlar. Ancak bu söylem yalnızca bir Batı sövgüsünden, bir tel’inden de ibaret değil. Hassaten iktidara yakın aydınlar ve köşeyazarlarının ifadelerinde dile geldiğinde Batılı demokrasinin karşısına bir başka politik biçimi de koyuyor.
Dünya politik olarak ikiye bölünmüş durumda desek abartmış olmayız: Bir yanda “Batılı demokrasiler”, öbür yandaysa yerli ve millici otokrasiler. Bir yanda Biden’ın Amerikası, Olaf Scholz’un Almanyası; öte yandaysa Putin’in Rusyası, Erdoğan’ın Türkiyesi, Orban’ın Macaristanı.
Batılı demokrasiler sistemik bir çıkmaza girmişken bu defa onun aleyhtarları Batı-karşıtı bir söylemle kendi otokrasilerinin payandalarını sağlamlaştırıyor, istinat duvarlarına bir kat daha örüyorlar.
X’teki paylaşımın son cümlesinde söylenmeyen daha pek çok şey var: “Buna rağmen hâlâ evrensellikten, uluslararası hukuktan bahsedenlerin hiçbir sözünü ciddiye almamak gerekir.” Evrensellik ve uluslararası hukukun yanı sıra neler gelebilir bu boşluğa? Elbette insan hakları, demokrasi, iç hukuk ilahir… İç politikada muhalefetin zorunlulukla demokrasiye yaslanan söylemlerine karşı böylelikle bir duvar örülmüş oluyor.
Bir irkilme, bir şok, bir akıl tutulması pek de sihirli olmayan bir abra kadabra ile kitleleri yerlilik ve milliliğin kıskacına, kapanına hapsetmek için işe koşuluyor.
Batı ve demokrasi karşıtı söylemin dayanağı olarak Aliya İzzetbegoviç’in o meşhur sözü de bittabii coşkuyla paylaşılıyor:
“Bunu hiç unutma evlat! Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.”
Elbette ki öyledir. Lakin yalnızca bunu söylemek, apaçık görüneni göstermek, malumun ilamıyla yetinmek ve sözü dahasına vardırmamak bugünün bağlamında ideolojik bir işlevi de kamilen yerine getirmektir. Batı böylelikle safi bir şeytan; kötülükten ibaret olan ve kötülük etmek için kötülük eden bir şeytan olarak resmedilir. Oysa Batı’nın tam da neden bu kötülük çarkına mecbur olduğunu sormakla ancak taş gediğine oturtulabilir.
Sömürmek ve bu sömürgenliğini demokrasi ile meşrulaştırmak kapitalizmin mecburi kıldığı bir hareket tarzıdır. Çarkların dönmesi için, siyasal bütünlüğün sağlanması için bütün bu şeytanlık gereklidir. Bu zorunluluk şimdiye dek öyle veya böyle Batılı devletlerce telif edilirken artık telif edilemez bir çıkmaza ulaşmıştır.
Bu çıkmaz, bu köşeye sıkışmışlık hali, Batılı ve İsrail yanlısı devletleri tamamıyla irrasyonel ve açıklanamaz bir eylem setine mecbur etmektedir. Columbia Üniversitesi’nin kitlesel öğrenci protestoları karşısında kampüsü polis sokmasının, okulu tatil etmesinin nedeni de, Almanya’nın Filistin temalı konferansları acelecilikle yasaklamasının ve konuşmacıları sınır dışı etmesinin nedeni de bu köşeye sıkışmışlıkta yatmaktadır.
Ancak Batılı demokrasileri böyle irrasyonel bir çıkmaza sürükleyen yapısal ve sistemsel zorunluluğu görmeyerek ve tüm kötülüğü kolaycılıkla “Batı’nın özsel şeytanlığına” iliştirmek Türkiye’de, İran’da, Rusya’da ve dahi demokrasi gibi bir kılıfa ihtiyaç duymayan yerlici millici devletlerde “Batı’nın zulmünü lanetleyin ve bizim zulmümüze sesinizi çıkarmayın!” demekten başka ne demektir?
Batılı demokrasilerin girdiği bu çıkmaz, her çıkmaz gibi bağrında ziyadesiyle imkanlar barındırmaktadır. Doğumunu bekleyen en temel imkan ise şu ana dek Batılı devletlerin elinde katıksız bir devlet söylemine, bir oyuncağa çevrilen demokrasi için sivilleşme ve evrenselleşme imkanıdır.
Yıldıray Oğur “Halide Edip ABD Kongresi’ni görseydi?” başlıklı son yazısında geçerli ancak ileri taşınması gereken bir noktaya işaret ediyor:
“Tam aksine modernleşmeci ajandayı, demokratik değerleri, liberal değerleri savunmakla Batıcılık arasındaki mesafenin açılması gerekiyor.”
Yıldıray Oğur demokrasi ile Batıcılık arasındaki mesafenin açılması gerektiğini ifade ediyor. Oysa Batıcılıktan ziyade bizatihi demokrasi ile Batı arasında reel bir ayrışma söz konusudur. Mesele yalnızca Türkiye’deki entelektüellerin kendi söz dağarlarını yenileyerek Batıcılıkla mesafelerini koyması değildir. Dünya çapında alabildiğine canlı ve gerçek bir ayrışma vâki. 7 Ekim 2023’ten itibaren kuvvetle birbirinden ayrılıyor demokrasi ve Batı. Herhalde mesafenin açılması sürecinin şahikasını da Netenyahu’nun ABD Kongresindeki konuşması oluşturuyor.
Yıldıray Oğur şöyle devam ediyor:
“Halbuki Batı’da pek çok insanın sürekli yaptığı gibi demokratik değerler, liberal değerler Batı’ya, ABD’ye, Avrupa’ya da karşı savunulması gereken evrensel değerlerdir.”
Şüphesiz öyle. Zira “demokratik değerler” adıyla zikredilen ve genel oy hakkını, temel hak ve özgürlükleri, insan haklarını kapsayan demokratik ilkeler bütünü gökten Batılı devletlerin kucağına düşmüş değildir. Aksine hepsi tarihsel olarak halk kitlelerinin yoğun mücadelesinin kazanımlarıdır ve şimdi “demokrasiyi” kendilerine bir kılıf olarak kullanan devletler vaktiyle kitlelerin bu hak taleplerinin karşısına zebellah gibi dikilmiş, direnç göstermişlerdir.
Ancak demokratik hak taleplerinin bastırılamayacak yoğunluk ve şiddete kavuşmasıyla ve zafer kazanmasıyladır ki devletler bu hakları meşru olarak tanımaya mecbur kalmışlardır. Meşru olarak kabul eder etmez de kendi egemenlikleri altına almış ve sonrasında devlet söylemlerinde içererek bu hakları ideolojik bir kılıf ve silah olarak kullanmaya başvurmuşlardır. Bu hakları kendi çıkarları nâmına evrensel ilan ederek “uygarlaştırma misyonuyla” emperyalizme bir dayanak noktası kılmışlardır.
Batılı devletlerin devlet söylemindeki ideolojik “yalancı evrensellik” ile demokratik hak taleplerinin “gerçek evrenselliğini” ayırt etmek gerekir. Demokratik söylemin gerçek evrenselliği, kitlelerce ve kitleler için taşıdıkları özgürleştirici imkandan kaynaklanır.
Dolayısıyla Batı ile demokrasi arasındaki bu büyüyen mesafenin, derinleşen ayrışmanın adını koymak ve bu ayrışmayı en uç noktasına vardırmak gerekir. Zira demokrasi “yalancı evrensellik” kisvesini yırtmaya pek yakındır. Bir asır boyunca kitlelerin gerçek taleplerinin üstüne yoğun bir ideolojik çabayla gerdirilmeye çalışılan kumaş artık kifayetsiz kalmaktadır. Demokrasinin “yalancı evrensellik” kisvesinden soyunması, devlet söyleminden arınarak sivilleşmesi ve dünya kamuoyunca benimsenecek bir evrensellik kazanması için seferber edilmesi gereken bir imkandır.
Dünyanın pek çok köşesinde, İsveç’te, ABD’de, İspanya’da, Almanya’da halklar İsrail yanlısı devlet söylemini karşılarına alarak Filistin için sivil protestolara girişiyorlardı. Keza Türkiye’de de devlet söyleminden bağımsız olarak böylesine kitlesel protestolar gerçekleşti -her ne kadar kısa sürede yeniden devlet söylemi tarafından kuşatılsalar da.
Dünya kamuoyunda da Batılı demokrasilerin artık telif edilemeyecek çelişkileri gitgide daha çok karşılık buluyor. Sosyal medyada İsrail’in canice katliamlarının karşısında şoka düşmüş olarak insanlar, Batılı demokrasilerin sistematik ikiyüzlülüğünün ayırdına varıyorlar. Evet, bir şok hali içinde, zira bombalanan hastaneler, ateşe verilen çadır kampları, yüzlerce kurşun sıkılan çocuklar ve katledilen siviller karşısında böylesine bir şoka düşmemek elde değil. Ancak bu şok halinin bu defa Batılı olmayan ve demokrasiyi de bir kılıf olarak kullanmayan otokrasilere rıza ve meşruiyet yaratmasının önüne set çekmek gerekiyor. Zira, bir zulüm yek diğerine, “demokratik” sömürü “otokratik” sömürüye yeğ değil.
Demokrasiyi utançla bir kenara bırakmanın değil, yeniden ve sivil niteliğine kavuşturarak öne çıkarmanın ve savunmanın tam sırasıdır.