Birkaç arkadaşım var, yakın arkadaşlarım, hepsi de çeşitli alanlarda “yönetici” konumunda çalışıyor. Yönettikleri insanlarla ilişkileri, benim ölçülerime göre tabii, bazen zalimlik boyutlarına bile varabiliyor. Onları en çok işsiz kaldıkları ve kendilerini yenik hissettikleri dönemlerde seviyorum. O dönemlerde insanlarla eşit ilişkiler kurabiliyor, başkalarını dinleyebiliyor, başkaları için üzülebiliyorlar… Biliyorum, başkalarının ilgisine büyük bir ihtiyaç duydukları için, bir anlamda bir tür hesaplılıkla yapıyorlar bunu, ama olsun. Onları öyle çıplak insan halleriyle görmek beni çok mutlu ediyor.
Ayrıca “hesaplı” da olsa sahte değil bu duyguları. Bunu, her işsizlik döneminden sonra sertliklerinin az da olsa törpülenmesinden anlıyorum. Gerçi ne kadar ilerlerlerse ilerlesinler patron duygusuyla “eşitlikçi”, patron duygusuyla “insansever”, patron duygusuyla “mütevazı” olmanın ötesine geçemiyorlar, ama olsun…
Hiyerarşide yükseklerde olan “iyi” insanların davranış biçimleri çok yanıltıcıdır. İlk bakışta gerçekten de eşitlikçi, insansever ve mütevazı görünürler. Hele ki aynı hiyerarşi basamağında yer alan “zalim” benzerleriyle kıyaslandıklarında… Fakat bir çizgi vardır; görüntüye aldanıp da “ileriye giden” aşağıdakileri uyaran bir çizgi: “Dur burada, daha fazla ileriye gitme” denir çizgiye basana; “Sana iyi davrandım diye bunu istismar etme. Nankörlüğü bırak, saygılı ol! Beni eleştirmek sana mı düştü, gerekirse ben kendi kendimi eleştirebilirim. Yerini öğren, haddini bil!”
Öğrenilmiş erdemler…
Fatih Terim bana böyle bir insanmış gibi geliyor. Terim’in sürekli olarak biribirini götüren “olumlu-olumsuz”, “iyi-kötü” davranış kalıplarıyla gündeme gelmesi, bizi sürekli olarak şaşırtması, bence onun otoriter karakteri ile zor zamanlarda öğrenilmiş “iyi” arasındaki sürekli bocalamasını yansıtıyor.
Bu bocalamayı, Terim’le ilgili olarak hiç gündemden düşmeyen “eleştiriye tahammül” mevzuu üzerinden örnekleyelim: Terimvari temel karakterlerde (otoriter kişilik) eleştiriyi daima tek bir duygu izler: Öfke… Fakat “eleştiriye tahammül”ün bir erdem olduğunu öğrenmiş otoriter bir kişiliğin eleştiri karşısındaki tepkileri, bunu öğrenmemiş olanlarla kıyaslanmayacak kadar karmaşıktır. Her eleştiriye öfkeyle cevap veren ve başka da bir şey bilmeyenler hiçbir psikolojik karmaşa yaşamazken, öyle yapmak istemedikleri halde gene de öyle yapanlar ilâve bir öfkeye daha sahip olur: Kendi kendilerine duydukları öfkeye… Kendisini eleştiren futbol yazarı Osman Tanburacı’ya telefon açıp ana avrat düz gitmesinden sonra Terim’in, insanı en fazla hırpalayan bu öfke biçimiyle bir kez daha boğuşmak zorunda kaldığına hiç şüphem yok.
Terim hep böyle kalacak, bizi hep şaşırtacak, bazen “bravo” diyeceğiz, bazen “insaf be hoca…” Bunu o da biliyor; ne kadar öğrenirse öğrensin temel karakterinden kaynaklanan problemleri aşamayacağını samimiyetle kabul ediyor:
“Zaten insanları kaybetmek istesem, 30 saniye! Herşey iki dudağımın arasında; tercihim onları kazanmak. Onun için şimdi bana çok değiştin diyorlar. Eskiden çok gaddarken, şimdi içimden 100’e kadar saymayı öğrendim. Toprağa girmeden huyumun değişmesi mümkün değil…”
Otoriter kişilik ile öğrenilmiş demokratik davranış kodları arasındaki gerilim, Fatih Terim’in gel-gitli karakterini önemli ölçüde açıklasa da mesela onun düşünce dünyasındaki gel-gitleri açıklayamaz. Bunun için onun yaşadığı hayata bakmalıyız. Adana’nın kapalı ortamından dünyaya açılan bu hayatın rotasını izlemeden, onun dünyayı kavrayışındaki gel-gitleri anlamanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Tanıdıkça düşmanları azaldı
İnsan, tanımadığının düşmanıdır… Basit şeylerin üzerinde düşünmemek gibi bir alışkanlığımız var. Neden kendimizi ülkemizde rahat hissederiz de yabancı bir ülkede huzursuzlanırız? Bunun temel nedeni ülkemizdeki insanları tanımamız, başka bir ülkedeki insanları ise tanımamamızdır. Terim, dünyaya açılıp insanları tanıdıkça değişti… Biraz Türkiye’ye benzer bu yönüyle… Türkiye nasıl “her tarafını kuşatan düşman ülkeler”le temas ettikçe düşmanları azalıyorsa, aynı süreci Terim de yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. “Futbol sayesinde dünyanın dört bir tarafında edindiğimiz dostlar”ı sürekli vurgulaması, bu sürecin onu nasıl değiştirdiğinin önemli bir işareti…
Bundan 20 yıl önceki Fatih Terim’in, bugün Ermenistan maçı öncesinde şu sözleri söyleyebilen adam haline geleceğini hangimiz tahmin edebilirdi:
“Bu bizim için sadece bir futbol maçı, savaş değil. Biz futbolu, ulusları birbirine yaklaştıran bir etkinlik olarak kabul ediyoruz. Tarihin yükünü omuzumuzda taşıyamayız bu maç öncesi. Biz futbolcular çabuk düşünürüz, çabuk uygularız, çabuk oynamayı severiz. Ama tarihin yükünü omuzumuza almaya kalkarsak, bu bizi maalesef yavaşlatır.”
Yukarıda Terim’in yaşadığı süreci Türkiye’ye benzettim. Şimdi, o noktadan biraz daha ileri gidip şöyle diyeceğim: Bana, “şu son 30 yıldaki hayatı Türkiye’ye en fazla benzeyen insan kimdir?” diye sorsanız, cevabım Fatih Terim olur. “Medeniyet”in görüntüsünü samimi bir benimseyiş ve onunla hiçbir probleminin olmayışı… Fakat özünü benimsemede ciddi endişelerin yaşanışı ve sık sık kendi “öz”üne dönme refleksleri…
Terim’in Avrupa’ya yaptığı çıkarmanın bazı kültürel engellere çarparak (da) başarısızlığa uğraması bile, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) macerasını andırıyor. Nilüfer Göle, Terim’in Batı’ya aşılayacağı “Doğu tarzı”yla ortaya çıkacak yeni futbol enerjisinden söz ederken, hiç kuşku yok ki Türkiyeli bir AB’nin kavuşacağı yeni ve dinamik kültüre işaret ediyordu:
“Terim’in İtalya’ya gitmesiyle Avrupalı-Türk modeli ortaya çıkıyor. Fatih Terim, futbolcularıyla hem sevecenlik, hem de sertlik gösterecek bir bağ kuruyor. Türk profiline fazlasıyla sahip olan Terim’e İtalyan kulübünün yöneticilik vasfı vermesi Terim’in otoritesini kullanabilmesi için tanınan önemli bir olanak.”
Olanları hep birlikte izledik: Beklenen başarı gelmedi. Ve Terim’le birlikte Türkiye de “Batı”ya doğru yolculuğunda uzunca bir “es” verdi… Fakat kervan, ite kaka da olsa yürüyor. Fatih Terim artık şöyle konuşabiliyor, ki yalnız bu bile futbol kültürümüzün bir yerlerden kalkıp başka bir yerlere ulaştığını gösteriyor:
“Biz yıllarca başaramadık. Ya hakem kötüydü, ya top direkten dönmüştü. Ama topun döndüğü direk 10 santim, kale yedi metre. Bu şanssızlık olamaz. Kendi vizyonumuz, birikimimiz, tecrübemiz yoksa kimse başarı beklemesin…”
Bu dönüşümde, her şeye rağmen Terim’in de bir payı var.