Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI‘Fıtrat’ hep bana, bana mı düşer usta?

‘Fıtrat’ hep bana, bana mı düşer usta?

Soma’da 301 madencinin öldüğü kazadan sonra bölgeye başbakan olarak giden Cumhurbaşkanı Erdoğan ölümler için ‘madenciliğin fıtratında var’ demişti. Soma fıtratın gereğiyse Amasra da öyle olmalı. Fakat karşılaştırmalı rakamlar nedense ‘fıtrat’tan nasibini en fazla alan ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini gösteriyor. Son yirmi yılda dünyada meydana gelen büyük maden kazalarında beş kazayla liderliği elde tutuyoruz. Soma’nın 301 ölümle başı çektiği kazalarda dikkat çeken diğer bir nokta da büyük maden kazası yaşamış ülkelerin arasında Batılı gelişmiş ülkelerden hiçbirinin olmaması.

“Her defasında kelle koltukta iniyoruz madene” dedi, patlamayla yer altında mahsur kalan arkadaşlarını kurtarmak için yardıma koşan Amasra’daki madenci. Patlamayı mesaisini tamamlayıp evine döndükten sonra öğrenmişti. Göçük altında kalanlar arkadaşlarıydı. Madende çalışmanın dışında birlikte yer içer, hayatı paylaşırlardı. Kimi evli, kimi bekâr, kimi nişanlıydı. Yeraltında kalan arkadaşlarını kurtarma çalışmasından sonra 350 metreden çıktığı yeryüzünde gözleri dolu dolu konuşmaya devam etti güçlükle. “Hepsinin hayalleri, umutları vardı. İyi bir yaşam için yerin altında çalışıyoruz.” İyi bir yaşam için kelle koltukta çalışmak… Genç madencinin sözleri, bu kaza gibi, yaşanan diğer kazaların da tek cümlelik özeti.

13 Mayıs 2014’te Soma’da 301 madencinin öldüğü kazadan sonra bölgeye başbakan olarak giden Cumhurbaşkanı Erdoğan faciayı, “madenciliğin fıtratında var” diye değerlendirmişti. O fıtratın gereği idiyse, bu da öyledir iktidar açısından. Fakat karşılaştırmalı rakamlar nedense ‘fıtrat’tan nasibini en fazla alan ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini gösteriyor.

Son yirmi yılda dünyada meydana gelen büyük maden kazalarında beş kazayla liderliği elde tutuyoruz. Soma’nın 301 ölümle başı çektiği kazalarda dikkat çeken diğer bir nokta da büyük maden kazası yaşamış ülkelerin arasında Batılı gelişmiş ülkelerden bir tane bile olmaması. Bir ülkede sorgulanabilirlik, denetlenebilirlik azaldıkça ‘kaza’lar da aynı oranda artıyor.

10 yıl kadar önce yazdığım bir yazıda AKP’nin ülkeyi “Denk getir Allahım sistemiyle” yönettiğini, denk gelirse kendi başarıları olarak sunduklarını, gelmezse Allaha havale ettiklerini yazmıştım. Son yıllarda memleketin yaşadıklarına bakınca, o yıllardaki iktidara haksızlık ettiğimi fark ettim. Aynı iktidarın devamı olsa da özellikle ’Türk tipi başkanlık’ sistemine geçildikten sonra halka karşı sorumsuzluk, hesap vermezlik sınırsız boyutlara ulaştı. Bunu en tepeden bürokrasinin en alt kademesine kadar görebiliyoruz. Hesap vermezliğin bu kadar fütursuzca yaşandığı bir ülkede, haliyle hiçbir şey denk gelmiyor. Bu durumda toptan Allaha havale sistemi devreye giriyor ki, yaşadığımız da bu!  

Hesap vermezliğin memlekete getirdikleri

Başkanlık sisteminin ülkeye bir katkısı olmasa da yönetenlere büyük rahatlık getirdiği açık. Bu rahatlık, giderek, halka hiçbir konuda hesap vermemeye kadar vardı. Ülkenin son yıllarda yaşadığı büyük felaketlere bakınca bunu çok daha net görüyoruz. Çorlu’daki tren kazasının faturası sadece iki gariban makiniste kesildi. Bu da yetmezmiş gibi ölen çocukları, yakınları için adalet isteyen aileler adli kovuşturmaya uğradı. Hesap sormanın suç sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz çünkü. Ülkede son yıllarda yaşanan sel felaketlerinin sorumluları, yani dere kenarlarında ev yapılmasına izin verenler, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyor. Suçlular ise sel sularına kapılarak ölenler oldu. Soma’daki facianın neredeyse tek suçlusunun ölen madenciler olması gibi!

Balıklı Rum Hastanesinde çıkan yangının Cumhurbaşkanının talimatıyla söndürüldüğünün propagandasının yapıldığı ülkede, hangi kademede olursa olsunlar yöneticiler de o ‘kuşanılmış’ konforun sefasını sürüyor. Hal böyle olunca yaptığı işin ehli olmak, o işte bir tecrübe ve birikime sahip olmak anlamını yitiriyor. Aranan tek şart lidere ve onun yakın çevresine biat etmek olunca haliyle memlekette de işler sarpa sarıyor.

Daha önceki olaylarda olduğu gibi yine “ihmali olanlardan hesap sorulacak” diye büyük laflar edilecek. Bir süre sonra unutulup gidecek bu laflar. Geriye, ölen madencilerin ailelerinin uzun yıllara yayılacak adalet arayışları, mücadeleleri kalacak. Geciken adalet ne kadar adil olacaksa bu aileler de o adaletten payını alacak bir şekilde.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan, ülkenin yetişmiş insanlarını “süfli hevesler” uğruna ülkeyi terk etmekle suçladı. Başta gençler olmak üzere bilgi birikimine güvenenler, ‘daha iyi bir yaşam için’ Batılı ülkelere gitmenin yolunu arıyor. Bir zamanlar fakir ülkelerin insanlarının, savaştan kaçanların Batıya geçişlerinde köprü olarak kullandığı Türkiye’nin vatandaşları, bir şekilde kapağı Batılı ülkelere atmaya çalışıyor. Bunun farkına varan AB ülkeleri Türkiye vatandaşlarına vizeyi sıkılaştırdıkça sıkılaştırıyor.

Memleketten gitmek isteyenleri ‘süfli’ (aşağı, bayağı) hevesle suçlayan sınırsız yetkili Cumhurbaşkanı, yine bir toplantıda ülkede yolsuzluğu kısa sürede bitireceklerini söyledi. Duyunca önce şaka sandım ama şaşırmamayı da öğrendim. 20 yıldır iktidarda olan bir partinin lideri, hattâ son dört yıldır tek emir vereni olan Erdoğan, hangi dönemde meydana gelen yolsuzlukları bitirecek? İnsan merak ediyor haliyle… Dünya yolsuzluk endeksinde üst sıraları kimseye kaptırmıyoruz çok şükür. Bilginin, birikimin bu kadar değersizleştiği, her şeyin ‘biat etmek’ üzerine oturtulduğu bir ülkede insanlar daha iyi bir yaşam kurabilme özlemiyle gitmenin yollarını aramasın da ne yapsın?

Memleket insana başka bir tercih şansı bırakmıyor iyi bir yaşam için. Ya ‘süfli’ bir hayat sürmek için yurt dışına, Batılı bir ülkeye gitmek, ya da giderek özgürlük alanları daraltılan ülkede ‘kelle koltukta’ çalışarak geleceğe dair umut ve hayaller beslemek… 

- Advertisment -