Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIGazze’den dünya savaşı çıkar mı?

Gazze’den dünya savaşı çıkar mı?

Tarih şunu göstermiştir ki, halklar ve toplumsal meşruiyetin üzerine yönetimlerini inşa eden hükümetler savaş kararlarını çok kolay almamışlardır. Ancak zulmün seviyesi artıkça ve ABD ve Batılı ülkelerin bu zulmün destekçisi olmaya devam ettiği de dikkate alındığında, savaşın kaçınılmaz olacağı öngörülebilir. Nasıl ki II. Dünya Savaşı öncesi uluslararası kurumların işlevsizliği yeni bir savaşa yol açtıysa, Gazze Saldırıları da kapsamlı bir çatışmaya yol açabilir.

29 Aralık 2023’te Güney Afrika Cumhuriyeti  Gazze Şeridi’nde Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşmenin Uygulanması’na dönük Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD) doğrudan başvurdu. Başvuru metninde Mahkemenin, telafisi mümkün olmayan kayıpların engellenmesine yönelik geçici tedbirleri alması talebini de içermektedir. 84 sayfalık başvuru metninde İsrail Devleti’nin  bilinçli ve sistematik bir şekilde Sözleşmeyi ihlal ettiğine dair somut veriler ve deliller sunuldu. Ayrıca Sözleşmenin ihlal edildiğine dair İsrail Devleti adına karar veren Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Savunma Bakanı’nın yanı sıra bir çok üst düzey yetkililerin beyanları referans gösterilmiştir. Nitekim Güney Afrika’nın başvurusunun ardından BM üyesi diğer ülkeler de Sözleşme’nin 63. Maddesine istinaden davaya müdahil olmak için Adalat Divanı’na başvuruda bulundular. Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ocak 2024’de, Güney Afrika’nın hemen ardından Türkiye’nin Uluslararası Adalet Divanındaki dava için gerekli belgeleri sağladığını söylemiş ve resmi müdahil başvurusunun da gerçekleştirileceğini açıklamıştır. Bu bağlamda Türkiye’de Ağustos 2024’te davaya müdahil olmak için resmi başvurusunu gerçekleştirdi.  

SOYKIRIM SUÇUNUN ÖNLENMESİ VE CEZALANDIRILMASI SÖZLEŞMESİ BAĞLAMINDA GÜNEY AFRİKA’NIN BAŞVURUSU

II. Dünya Savaşı sırasında insanlığa karşı işlenen suçlar uluslararası toplumda suç ve suçlularla mücadelede etkin yapıların oluşturulmasına dönük beklentilerin artmasına yol açmıştı.  Bu kapsamda II. Dünya Savaşı’ndan önce evrensel insan hakları alanında önemli adımlar atılmasına karşın kurumsal yapıların eksikliği dikkat çekmekteydi. Savaşın sonlarında kurulan Birleşmiş Millet, I. Dünya Savaşı’nın bir ürünü olan Milletler Cemiyeti’nin yerini alırken, yeni dünya düzeninde insanlığa karşı sistematik işlenen suçlara dönük de bazı sözleşmelerin hazırlanıp taraf devletlerin imzasına sunulması söz konusu oldu. Bu bağlamda BM Genel Kurulu tarafından 9 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”  taraf devletlerin kabul etmesiyle 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin de taraf (23 Mart 1950) olduğu sözleşme toplamda 19 maddeden oluşmaktadır. Sözleşmenin giriş kısmında sistematik olarak işlenen soykırım suçunun uluslararası hukuk kapsamında devlet suçu sayıldığı ve önlenmesine dönük uluslararası işbirliğinin sağlanması gerektiği belirtilmiştir.. BM tarafından kabul edilen Sözleşmede anlaşmaya taraf devletlerin soykırım suçunu önlemek ve cezalandırmakla yükümlü oldukları, bu kapsamda iç hukukta gerekli yasal düzenlemeleri yapmaları gerektiği, suç işleyenlerin statülerinin yargılama süreçlerini etkilemeyeceği, soykırım suçunun siyasal suçlar kapsamında değerlendirilemeyeceği, soykırım suçunun önlenmesine dönük taraf devletlerin, BM üyesi ülkelere, suçun önlenmesi için çağrıda bulanabileceği ve uyuşmazlıkları Uluslararası Adalet Divanı’na başvurarak çözmeleri gerektiği ifade edilmiştir.

Sözleşmenin 2. Maddesi soykırım suçu tanımına yer vermektedir. Buna göre

“- Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

  1. Grup üyelerini öldürme, b) Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi, c) Grubun fiziksel varlığını tamamen ya da kısmen ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirme, d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla önlemler alma, e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletme.

Sözleşmenin 3. Maddesinde ise cezalandırılacak eylemler belirtilmiştir. Cezalandırılacak eylemler şu şekilde tanımlanmıştır: a) Soykırım, b) Soykırım işlemek için işbirliği yapma, c) Soykırım işlemek için doğrudan ve aleni kışkırtma, d) Soykırım işlemek için teşebbüs etme, e) Soykırıma iştirak etmek.

Öte yandan Güney Afrika’nın başvurusuna bakıldığında İsrail’in 7 Ekim sonrası ve öncesinde de bir çok eylemiyle “(1) Gazze’deki çok sayıda Filistinliyi – Filistinli çocuklar da dahil olmak üzere –  öldürdüğünü; (2) Filistinli çocuklar da dahil olmak üzere Gazze’deki Filistinlilere ciddi bedensel ve zihinsel zararlar verdiğini ve onların bir grup olarak yok edilmelerini amaçlayan yaşam koşullarına maruz bırakıldığını belirtilmiştir. Bu koşullar şunları içermektedir: (3) evlerin ve yerleşim alanlarının büyük ölçekli yıkımının yanı sıra evlerden çıkarmalar ve kitlesel yer değiştirmeler; (4) yeterli gıda ve suya erişimden mahrum bırakma; (5) yeterli tıbbi bakıma erişimden mahrum bırakma; (6) yeterli barınak, kıyafet, hijyen ve sanitasyona erişimden mahrum bırakma; ve (7) Gazze’deki Filistin halkının yaşamının yok edilmesi; ve (8) Filistinli doğumları önlemeye yönelik tedbirlerin uygulanması” politikaları.

Dolayısıyla Güney Afrika, İsrail’in Sözleşmenin 2. ve 3. Maddelerini açıkça ihlal ettiğini hükmüne atıf yaparak Uluslararası Adalet Divanı’na başvurusunu gerçekleştirmiştir. Öte yandan Güney Afrika’nın Gazze Şeridi’nde işlenen suçlara taraf olup olmadığı yönündeki sorulara ise başvuruda açıkça cevap verilmektedir. Buna göre hem Güney Afrika hem de İsrail aynı zamanda Soykırım Sözleşmesine de taraftır. İsrail, Soykırım Sözleşmesini 17 Ağustos 1949 tarihinde imzalamış ve 9 Mart 1950 tarihinde onay belgesini tevdi etmiş, böylelikle Soykırım Sözleşmesi 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girdiğinde taraf olmuştur. Güney Afrika katılım belgesini 10 Aralık 1998 tarihinde tevdi etmiştir. Sözleşme, 13. maddesi uyarınca, söz konusu tarihten itibaren doksanıncı günde taraflar arasında yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla Sözleşmenin uygulanmasına dönük her iki devletin de taraf olduğuna dikkat çekmektedir.

Türkiye, İsrail’deki Saldırıları Soykırım Olarak Tanımlama Yetkisine Sahip Midir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere bir çok devlet yetkilisi İsrail’in saldırılarını soykırım olarak tanımlamaktadır. Ancak uluslararası hukuk açısından sonuçlar doğurması, bu tür tanımlamaların ulusal veya uluslararası mahkemelerce yargısal kararlar verilmesine bağlıdır. Ancak, ulusal mahkemelerin bu türden kararlar almaları halinde, bu kararların uluslararası sistemde doğurabilecekleri etki tartışmalı olmaktadır. Diğer ülkelerin ulusal yargı kararlarını tanıması oldukça güçtür. Bu hususun uluslararası düzeyde kabul edilmesi Birleşmiş Milletler mevzuatına uygun olarak hareket etmeyi gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nin 2. ve 3. Maddelerinde belirtilen fiillerden birini işlediğine dair hakkında suç isnadı bulunan kimselerin, suçun işlendiği ülkedeki devletin yetkili bir mahkemesi veya yargılama yetkisini kabul etmiş olan devletler bakımından uluslararası nitelikteki bir Ceza Mahkemesi tarafından da yargılanmaları mümkündür.

Nitekim Türkiye’nin müdahil olması durumu da aynı Güney Afrika gibi sözleşmeye ve Adalet Divanı’na üye olmasıyla ilişkilidir. Adalet Divanı Sözleşmesi’nin 63. Maddesi “1. Uyuşmazlık halinde bulunan taraflardan başka Devletlerin (3. Taraflar) de katıldığı bir antlaşmanın yorumlanması sözkonusu olduğu takdirde, Yazman bu Devletleri keyfiyetten hemen haberdar eder. Kendisine duyuruda bulunulan her devletin yargı sürecine katılma hakkı vardır” ifadesine yer verilmektedir. Ayrıca 62. Madde ise doğrudan doğrudan hukuki nitelikli bir çıkarımı olan ülkelerin de başvuru yapabileceği ifade edilmektedir. Bu kapsamda Türkiye de Güney Afrika’nın açtığı davaya müdahil olmak için UAD Sözleşmesine istinaden doğrudan resmi başvurusunu yapmıştır.

Türkiye’nin davaya müdahil olması diplomatik, kültürel, siyasal ve evrensel insan hakları değerleri açısından önemlidir. Özellikle Filistinle dini, tarihi ve kültürel bağları olan Türkiye’nin başvurusu bir çok İslam ülkesini de etkileme potansiyeline sahiptir. Güney Afrika’nın başvuru metninde Türkiye’nin de İsrail’in eylemlerini soykırım olarak tanımladığı belirtilmişti. Başvuru metninde Türkiye’ye atıf yapılarak İsrail eylemlerinin uluslararası toplum tarafından da soykıırım olarak tanımladığı belirtilmekteydi. Türkiye tarafından gerçekleştirilen başvuru diplomatik sürecin uluslararası hukukla desteklenmesi anlamına da gelmektedir.

DAVA VE OLASI SONUÇLARI

Divan, Güney Afrika’nın başvurusu üzerine halka açık gerçekleştirdiği oturumlarda öncelikli olarak İsrail’in saldırılarını durdurması yönünde geçici tedbir kararı aldı. Ancak İsrail yönetimi karara uymayacağını açıkladı. Güney Afrika, 29 Aralık’daki başvurusunda Gazze’deki durumun telafisi mümkün olmayan zararlara yol açabileceği sebebiyle UAD’den ihtiyati tedbirlere hükmetmesini istemiş ve tedbir talebine ilişkin duruşmalar da 11-12 Ocak’ta halka açık oturumlarda karara bağlanmıştı. Uluslararası Adalet Divanı’nında 15 farklı ülkeden seçilen 15 deneyimli yargıç başkanlık ediyor.  Güney Afrika başvurusuna değerlendiren 15 yargıç arasında İsrail’in müttefiki ABD, Almanya, Fransa ve Avustralya’dan yargıçların yanı sıra Güney Afrika’nın yanında BRICS ülkeleri Hindistan, Çin, Rusya ve Brezilya da yer alıyordu. Güney Afrika Baş Yargıç Yardımcısı Dikgang Moseneke ve İsrail Yüksek Mahkemesi eski Başkanı Aharon Barak’da yargıçlar arasında yer almaktadır. Tedbir kararlarına karşı oy kullanan yargıçlar ise Ugandalı yargıç Julia Sebutinde ve İsrailli Yargıç Aharon Barak olmuştur. Diğer üyeler tedbir kararlarını desteklemişlerdir. İhtiyadi Tedbir kararları kapsamında her ne kadar saldırıların derhal durdurulması talep edilmemişse de  İsrail’in Soykırım Sözleşmesinin özellikle 2. ve 3. Maddesinde belirtilen fiillerin işlenmemesi için tüm önlemleri almasına, Filistinlilere yönelik soykırım çağrısı yapanları önlemek, engellemek ve cezalandırmak için gereken tüm adımları atmasına, insani yardımların sağlanmasını mümkün kılan acil ve etkili önlemleri almasına karar verilmişti.. Ancak İsrail Devleti hem suçlamaları reddetmiş hem de alınan kararlara uymayacağını açıklamıştı. Her ne kadar 26 Ocak’dan sonra yeni tedbir kararları alınmışsa da İsrail söz konusu kararları da tanımadığını beyan etmişti.

Bu bağlamda olası sonuçları değerlendirecek olursak;

  1. Divan’ın aldığı geçici tedbir kararları taraflar üzerinde bağlayıcı olmasına karşın devletleri alınan karara uymaya zorlayacak Güvenlik Konseyi dışında bir mekanizmanın olmadığını belirtmek gerekir. Ancak BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi arasında ABD, İngiltere ve Fransa’da bulunduğundan, İsrail’e yaptırım kararının veto ile karşılaşacağı açıktır.
  2. Öte yandan Divanı’nın Sözleşmeni’nin ihlal edildiğini hümetmesi durumunda gelecekte hem Uluslararası Ceza Mahkemesi hem de ulusal mahkemelerde İsrail aleyhine açılan ve açılacak tüm davaları etkileyecektir. Bundan dolayı Divanı’nın davayı kabul etmesi ve tedbir kararları alması önemli bir aşamadır.
  3. Israil’in UAD kararıyla soykırım suçunu işlediğinin kabul edilmesi halinde, Filistinlilerin meşru savunma hakkının da kabul edilmesi gerekecektir ki bu da uluslararası hukuk düzleminde İsrail açısından kabullenilmesi güç bir durum olarak ortaya çıkacaktır.
  4. En nihayetinde soykırım suçunun karara bağlanması İsrail yeönetiminin Yahudi soykırımcısı Almanlar ve Bosna soykırımını gerçekleştiren Sırplar gibi, tarih ve hukuk önünde hesaba çekilmelerine yol açabilecektir.
  5. Türkiye’nin Adalet Divanı’na başvurusu kelebek etkisi yaparak önce kamuoyu oluşturarak, toplumsal baskının etkisiyle özellikle halkı Müslüman olan ülkeleri davaya müdahil olmaya ve/veya İsrail’e karşı tavır almaya zorlayacaktır. Etkisi olmamakla birlikte Cezayir Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği üzere “Mısır bize sınırları açarsa İsrail’e müdahale ederiz” açıklaması bu tezi desteklemektedir.
  6. Tarih şunu göstermiştir ki, halklar ve toplumsal meşruiyetin üzerine yönetimlerini inşa eden hükümetler savaş kararlarını çok kolay almamışlardır. Ancak zulmün seviyesi artıkça ve ABD ve Batılı ülkelerin bu zulmün destekçisi olmaya devam ettiği de dikkate alındığında, savaşın kaçınılmaz olacağı öngörülebilir.
  7. Uluslararası Adalet Divanı’nın vereceği kararların uygulanmaması ve etkisizliği halkları çaresizliğe iteceğinden, kaçınılmaz olarak savaş baskısını artıracağından Dünya’daki egemen güçlerin İsrail durdurmaya yöneleceğini öngörebiliriz. Nitekim Biden’in 31 Mayıs 2024’te ateşkes talebini canlı yayında açıklaması ve İsrail toplumunu ateşkesi desteklemeye davet etmesi de buna referans olarak gösterilebilir.
  8. Nasıl ki II. Dünya Savaşı öncesi uluslararası kurumların işlevsizliği yeni bir savaşa yol açtıysa, Gazze Saldırıları da kapsamlı bir çatışmaya yol açabilir.
  9. Uluslararası Adalet Divanı kararlarının uygulanmaması durumunda uluslararası hukuk ve insancıl hukuka olan güven ve inanç derinden sarsılacaktır. Bu da BM dahil bir çok uluslararası kurumun sorgulanmasına ve belki de uzun dönemde dönüşmesine yol açacaktır.

Ez cümle İsrail’in 75 yıl süren apartheid, 56 yıl süren Filistin topraklarının savaş yoluyla işgali ve 16 yıl süren Gazze ablukası sırasında Filistinlilere yönelik katliamları ne İsrail’i ne de destekçilerinin uluslararası hukuku tanımadıklarını mahkemelerin sonuçlarını takmayacaklarını açıkça ortaya koymaktadır. Birinci Dünya Savaş’ından sonra oluşan ve İkinci Dünya Savaşı’nın neticeleriyle katmerleşen zulüm düzenin hukukla yok edilmesi ya da dengelenmesinin mümkün olmadığı bir asırlık tecrübeyle sabittir.

Coğrafyamıza karabasan gibi çöken geniş anlamda Batı’nın ( AB/ABD/İsrail/Rusya/Çin/İran) yarattığı kaosunun ve katliamların son bulmasının tek yolunun askeri, siyasi ve ekonomik olarak güçlenmiş içerde hukuk devletini ve toplumsal birliğini tesis etmiş güçlü Türkiye ile mümkün olacağı,  bunun da siyasi ve toplumsal olarak hepimizin sorumluluğundadır.

- Advertisment -