Memleketin aslında çoktan alışmış olmamız gereken ama bize hâlen tuhaf gelen durumlarından biriyle daha karşı karşıyayız. Sokak hayvanlarını ya da tasarıdaki son haliyle sokak köpeklerini ne yapacağız? Yaptığımız şeye ne diyeceğiz?
Öldürelim mi? Hayır, bu sözcük fazla ağır. O zaman itlaf etsek? Fazlaca arkaik bir terim mi diyorsunuz? O zaman uyutalım? O da mı ağır geldi? O hâlde öldürmeyelim, itlaf etmeyelim, uyutmayalım ama ötanazi yapalım.
Neredeyse “eşanlamlı” birçok sözcük sayesinde seçeneklerin çokluğu duruma bir sakinlik katıyor gibi, değil mi?
Sözcüklerin temel anlamlarının yanı sıra farklı anlamları var. Yan anlamlar, çağrışımsal anlamlar, toplumsal hafızayı dürten sosyal anlamlar… Bir de duygusal anlamlar.
Öldürmek duygusal olarak ağırlık veren bir eylem. Örneğin, karıncayı öldürmeyiz, olsa olsa incitiriz. Küçücük karıncanın o incinmeyle ölüp ölmemesi değildir esas konu. Bizim “öldürme” işine karışmadığımız izlenimi ferahlatıcıdır. Çünkü öldürmek fena bir eylemdir. Ama mesela, gebertmek ya da katletmek duygusal olarak daha da fena eylemlerdir. Aslında temel anlam olarak, yapılan eylemin niteliği açısından aynı şeylerdir diyeceksiniz, doğru, ama hissettirdikleri farklı. Gündelik hayat kurnazları, işte bu duygusal anlamların arasında dolaşıp kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar, ama bunlar “eşanlamlı” dersek, onları incitiriz, kırarız, rahatsız ederiz, biliyoruz.
Yakın zamana kadar, evcil hayvanların kasıtlı olarak öldürülmesine “itlaf” denirdi. “Telef” olmakla aynı Arapça kökten geliyor. Yabancı dilden gelen bir sözcük olarak daha teknik bir çağrışım yapıyor belki, bu nedenle zaman içinde hayvanlarla bağlantısı güçlenmiş. Aslında özellikle hayvanlarla birlikte kullanılması için pek bir neden yok. Soyut kavramlarla birlikte de etkili bir tınısı var. “Bu yollarda telef olabiliriz” mesela. Yani “hayatımız helâk”, “emeklerimiz heder” olabilir. Ama “itlaf” etmek artık hayvanlarla eşdizime giriyor.
Öldürmek ya da katletmek belli bir ölçüde insanlarla ilgili gibi. Hayvanlar, bize sayıyla verilmemiş olduğundan (!) kolayca “telef” oluveriyorlar, kendiliğinden…
“Uyutmak” ilk anda daha şefkatli bir çağrışım yapıyor. “Kandırmak” yönüne sapmayın, o başka bir yan anlam. Ama “uyku” huzurlu bir sözcük. Sokak köpeklerini uyutabiliriz gibi (!). Bir daha uyanmayacaklarını aklımıza getirmezsek sorun hallolur mu dersiniz?
Peki bu “ötanazi” nereden çıktı? Bilmeyen kalmamıştır ama ben bir daha tekrarlıyayım: Antik Yunan’da “eu” iyi, hayırlı, güzel; “thanasia” ölüm anlamına geliyor. Dolayısıyla “ötanazi” olumlu bir çağrışım yapıyor o başındaki “ö” den dolayı. Ama yine bu sözcük de o istenmeyen “ölüm”ü güzelleştirmek, hayırlı hâle getirmek için en azından bir koşul gerektiriyor. Batı dünyası bunun için ölecek olanın isteğini ve rızasını ya da rıza bile veremeyecek kadar kendinde olmadığı iyileşmesi imkansız bir hastalığı olmasını ön görmüş. Fiziksel olarak ölüme yakın bir yerde, yaşamanın değil de ölümün uzatılmasının anlamsızlığı içinde alınabilecek bir “hayırlı” karar. Toplu olarak köpeklerin öldürülmesi için hiçbir şekilde uygun olmayan bir karar mekanizması bu. Zaten hayvanlar ile “ötanazi”nin bir araya gelmesi, muhtemelen çok kısıtlı bir gruba ait bir “öfemizm”.
Türkçede “hüsnütabir”, “iyi/güzel adlandırma” ya da (bence yavanlaşmış ve nüansını kaybetmiş bir Türkçeleştirmeyle) “örtmece” olarak geçen “öfemizm” de aynı “ö”yü kullanıyor. “Eu”ye konuşmak, söz etmek anlamında “pheme” ekleniyor, “ismos” ekiyle bir de adlaştırılıyor, bize “öfemizm” kalıyor.
Öfemizm en çok korktuğumuz kavramda neredeyse sınırsız bir hayal gücü sunuyor bize: Ölüm…
“Ölüm” kendimiz için ama daha çok da sevdiklerimiz için asla kullanmak istemeyeceğimiz bir sözcük. Bu nedenle, “emri hak vaki oduğunda” bunun bir son ya da inancınıza göre çok uzun ve müphem bir ayrılık olduğunun üstünü örtmek için elimizden geleni yapıyoruz.
“Sizlere ömür” oluyor, “Rahmet-i Rahmana kavuşmak”, “ebediyete intikâl etmek”, “ecel şerbeti içmek, “Hakka yürümek” diyoruz. Tıbbî olarak kullanılan ve kesin bir sona işaret eden “eks olmak” terimini hiç sevmiyoruz. “Kara haber” diyoruz, “dünya hayatı son buldu” diyoruz. Hiçbir şey diyemezsek, “ödünçleme” sözcüklerin serinliğine sığınıyoruz: “Vefat etti”, “Rahmetli oldu”…
Sokak köpeklerine geri dönersek… Bunca “örtmece” yapılmasının, öldürmek eyleminin adıyla çağrılmasından bunca kaçınılmasına rağmen, eylemin kendisinden vaz geçilememesinin bir nedeni olmalı. Öyle ya, üzerini örteceğimize bu işi yapmayalım. Ama olmuyor, hem yapacağız, hem de yapmamışız gibi algılanmasını sağlayacağız.
“Öldürmedik, huzurla başka bir aleme gönderdik, o köpek de bunu isterdi iradesi olsaydı.” gibi cümlelerin abartılı sayılamayacağını bütün bu süreçte gördük. Şimdi, hep birlikte anlamaya çalışıyoruz, bu azim nereden geliyor?
Türlü türlü tahmin var bu konuda. Özellikle muhalefet belediyelerinin başarı algılarını örtmek, hatta daha sonra başarılı olmalarını imkansız hâle getirecek zemini hazırlamak? Ekonomik krizin üstünü örtecek sert bir gündem oluşturmak? Düpedüz siyasal başarısızlığı örtmek için büyüklenmek ve kutuplaşmayı harlamak? İttifak içindeki çatlamaları örtmek? Yoksa, 5 yıl önce bile asla olmaz dediğimiz ama artık olabileceğini bildiğimiz bazı maddiyat meseleleri mi devrede? Muhtemelen hepsi ya da bir çoğu… Zaten biri için diğerlerinin de yapılması gerekiyor. Bu nedenle o alıştığımız “kutuplaşma” terimi çok kullanışlı bir terim olarak ortaya çıkıyor.
Evladını bir köpeğin sebep olduğu kazada kaybetmiş anne kutbun bir tarafına konuyor. Böyle her birimiz için hayatı zindana çevirebilecek bir acının karşısında sokak köpeklerinin yaşama hakkının savunulması lüks gibi gösterilmeye çalışılıyor. Kutuplaştırma, söz söylemenin ya da akıl yürütmenin meşruluğunu ortadan kaldırmaya yarayan bir mekanizma zaten. Bu konuda da yine, çocuklarımızla sokak köpekleri arasında keskin bir tercih yapmamız gerekiyor gibi bir hava oluşturuluyor.
Memleketimizde her birimiz kutuplara doğru özenle itilirken kutuplarda da adlandırma sanrıları yaşanıyor. “Sokak köpeklerinin öldürülmesine karşıyım” diyenler, “itperest” ilân ediliyor. Buradaki sözcük seçimi de takdire şayan. Çünkü “köpek” sözcüğü toplumsal hafızamızda çok daha olumlu bir çağrışıma sahip. Köpek deyince aklımıza ilk gelen sözcüklerden biri “sadakat” iken “it” deyince eşdizim “dalaş”a doğru kayıyor. Üstüne bir de “perest” eklenince, “hayalperest” çağrışımıyla birlikte, köpeklere sınırları belirsiz bir alanda bağlanmış, neredeyse meczup insanları canlandırıyoruz kafamızda. Zaten bu kutuptan karşıya bağırılan diğer sözcük de “ittapar.” Aşağı yukarı aynı anlama gelen birleşik sözcükler işte, ima edilenler açık: Karşımızda saldırgan ve insan hayatını tehdit eden bir hayvan ve her nedense ona tapan şuursuz insanlar var. “Herhangi bir grubun ya da canlının yaşama hakkını savunmak için ona tapmamız mı gerekiyor?” diye sormayı yasaklıyor kutuplaşmak. İnsan hayatına duyarsız olmakla suçlanmak an meselesi.
Oysa, bir ucunun varlığının, diğer ucunun çözüm için bulduğu öldürmenin bile çare olup olmayacağının şüpheli olduğu o kutupların merkeze doğru yaklaştığı her yerde farklı alanlar olabilir. Bunun için de konuşmak, düşünceleri ifade etmek, karşındakini dinlemek ve düşünmek gerekir.
Cinsiyetçilik, ırkçılık, türcülük… Hepsi aynı yere çıkıyor. Çıkılan yerde çok kabaca; erkek, hangi milletten olursa olsun makbul vatandaş zırhına sığınmış “beyaz” ve tabii “alemin gerçek sahibi” olduğunu sanan bir insan olmak var. Post-truth zamanlarda bu profile bir nitelik daha eklendi: Ara tonlardan korkmak. Bu âdeta bir fobi… Herhangi bir konunun üstü örtülmeden, sözcüklerin duygusal anlamlarıyla oynanmadan, çağrışımların tutarsız dünyasında sert manipülasyonlar yapılmadan konuşulmasından korkuyor bu “egemen” profil. Siyasî hesaplar için, birtakım güç oyunları için, çok kurnaz olduğumuz için, birtakım görevlilerin kişisel kriterlerinin hiçbir açıklama, hesap verme zorunluluğu olmadan kullanılmasına izin verdik ve köpekleri öldürdük, demek hiç de kolay değil çünkü.