Kamusal/toplumsal alanın tasfiye edilmek istendiği, siyasetin önemsizleşip yapıcı dinamiklerinden uzaklaştığı, büyük değişimlerin olabileceğine dair umutların şehirleri terk ettiği günümüzde bir gelecek inşasının zorluğu, hepimizin üzerinde düşünmesi gereken önemli bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bunların aşılamayacağına dair zehirli bir inanç, aşılması gereken bir ideolojik duvar gibi önümüzde dikiliyor.
Zygmunt Bauman, ‘Siyaset Arayışı’ kitabında, kendilerini güvensiz hisseden, geleceğin getirebileceklerine sakınarak bakan ve emniyetlerinden endişe eden insanların, kolektif eylemin gerektirdiği riskleri göze alacak kadar özgür olmadıklarının altını çizer (1). Böyle bir durumda insanlar birlikte yaşamanın alternatif yollarını hayal edemezler, ortaklaşa girişilebilecek türden işlere enerji ayıramazlar ve hatta bunlar üzerine düşünmeye bile ihtiyaç duymazlar. İktidarların çok sevdiği bu toplum yapılanması, özel ve kamusal hayat arasındaki köprülerin atılmış ya da hiç inşa edilmemiş olması üzerinden kurulur. Yani, kişisel kaygıları kamusal meselelere tercüme etmenin bir yolunun keşfedilmediği sürece çözümsüz kalacak gibi görünen bir sorundan söz ediyoruz.
Bireysel özgürlükler ile kamusal hayat arasındaki bu çatışmanın tam ortasında olan biz yurttaşlar farkında olmadan toplumsal alanı tahliye ediyor, bireysel özgürlüklerin bizi kurtaracağı yanılsamasının içinde kendi sığınaklarımızda zamanın geçmesini bekliyoruz. Bireysel olarak bugüne tutunmak ile kolektif alanda etrafımızı çevreleyen kötülükle mücadeleyi nasıl te’lif edeceğiz? Bunun yol ve yöntemlerini aramak ve bulmak zorundayız.
Pierre Bourdieu’nun, geleceğe dair devrimci bir proje tasarlarken bugüne tutunmanın önemine dair ifadesini hatırlayalım: “Tasarı gelecek ise bugüne olan bağlılığın nasıl olacağı en önemli meseledir.”
Herkesin yerini kolayca bir başkasının alabileceği bu belirsizlik ve güvensizlik çağında önemi apaçık olsa da pek az kimse “bugüne tutunmak”la ilgili görünüyor. Tam burada “an’ı yaşamak” ile “bugüne tutunmak” arasındaki farkı gözden kaçırmamak gerektiğini vurgulamalıyız. “An’ı yaşayan” kişi an’dan sadece alacaklı olduğunu düşünür; onun yarın için taşıdığı potansiyelin içinde mayalanmayı göz ardı eder. Oysa geleceği düşünürken “bugüne tutunan” kişi için ‘an’ bir eylem alanıdır.
İşte sadakat, bu ayrım üzerinde ve kurucu bir gelecek hakkında düşünürken bize yol gösterecek çok önemli bir kavram olarak çıkıyor karşımıza.
Arapça ṣdḳ kökünden gelen ṣadāḳa(t) صداقة “sadıklık, dostluk” sözcüğünden türetilmiştir. Arapça ṣadaḳa صَدَقَ “sadık idi, dost idi” fiilinin faˁāla(t) vezninde mastarıdır (2). Türk Dil Kurumu’na göre sadakatin iki anlamı vardır: İçten bağlılık ve sağlam, güçlü dostluk. Kendisine iyilik edene, lütufta bulunup koruyana minnet ve şükran duyguları ile bağlanma, bu bağlılığa yakışır şekilde davranma, hainlik ve döneklik etmeme, vefakârlık gösterme anlamını da içerdiği çeşitli sözlüklerde geçmekte. Tanıl Bora sadakati, doğruluk, yürek doğruluğu, erdemli, doğru olmak ve adil olarak nitelerken, kelimenin hak ve erdem anlamlarına da gelebileceğini vurgular (3).
Kelimenin karşılıklarını ve anlamlarını zihnimizin bir yerinde tutarak kurucu bir gelecek inşası için sadakatin neye karşılık gelebileceğini ‘Sadakat Felsefesi’ etrafında incelemek yol açıcı olabilir.
Sadakat Felsefesi’nin kurucularından ve idealist felsefenin önde gelen düşünürlerinden Josiah Royce, hiçbir felsefi konunun kötülük probleminin yanlış ele alınmasından ve yanlış ifade edilmesinden daha cesaret kırıcı olmadığını vurgularken, sadakat odaklı ahlak anlayışını kötülüğün üstesinden gelebilmenin bir yolu olarak önerir; bunu yaparken sorumluluk bilincini öne çıkartarak kötülükle mücadelede kolektif iradenin varlığının önemine dikkat çeker. Royce, kötülüğün insanın kendi özgür iradesinin bir sonucu olduğu şeklindeki görüşe karşı çıkar. Ona göre, bu görüşe itibar edilmesi durumunda herkesin kendi kurtuluşunun peşinde olacağını da kabul etmek gerekecektir. Royce, böyle bir yaklaşımın kolektif irade ve sorumluluğu dışta bırakacağına dikkat çeker (4). Burada kolektif iradenin ve sorumluluğun dışta bırakılmaması vurgusu önemlidir, çünkü kolektif iktidarsızlık tam da buradan neşet etmektedir.
Gelelim Royce’un kötülükle mücadelede sadakat kavramından nasıl yararlandığına…
Royce, öncelikle kesin bir tanımının olmadığını düşündüğü ‘sadakat’ kavramının kısmi ve geçici bir tanımını verir:
“’Sadakat’, bir kişinin bir amaca eylemleri ile içten ve esaslı bir şekilde bağlanmasıdır. Bir insan, ilk olarak onu sadık kılacak bazı amaçlara sahipse, ikinci olarak bu amaca içten ve esaslı bir şekilde bağlıysa ve üçüncü olarak, bağlılığını tutarlı eylemleri ile pratik olarak doğruluyor ve dışarı vuruyorsa sadıktır” (5).
Fikir ve eylem birliğini içeren bu tanım, tasavvuftaki hikmet kavramına yakın duruyor.
Joyce, dayanışma ve sorumluluğun fikir ve eylem birliği içerisinde, sadakatle örülmesini salık verirken, kötülükle mücadele etmenin iyiliği oluşturabilme gücünü ayrıca vurgulamaktadır. Bu yaklaşımda kötülüğün gerçekliğini görmezden gelmek veya yok saymak yerine kötülüğün farkında olmak, onunla mücadele etmek; kötülüğü, iyi olanı gerçekleştirerek bastırmak ön plana çıkmaktadır.
Kötülükle mücadele ve ortak iyiyi çoğaltma çabası, başkaca erdemleri ortaya çıkarması açısından da ayrıca kıymetlidir. Cesaret ve umut gibi büyük erdemlerin en fazla, kötülüğün ve kötülüğe karşı mücadelenin karşı karşıya geldiği zamanlarda ortaya çıkması bundandır. Bugünün zulüm ve kötülüklerine karşı ortaya çıkacak cesaret ve umut bilmeyi, bildiğini hayatla sınamayı, hatırlamayı ve doğal olarak belleği de içinde barındıran yönleriyle kurucu bir gelecek için olmazsa olmaz erdemler olarak öne çıkmaktadır.
Kötülükle mücadelede kolektif bir bilinç ve kolektif bir sorumluluk olmazsa olmazdır. Royce, kötülüğün üstesinden gelmede sadakatin bireysel irade ile sosyal irade arasında uzlaşmaya imkân veren yönüne tam da bundan dolayı dikkat çeker. Bireylerin kötü eylemleri ile insanlığın kötü kaderi arasında kopmaz bir bağ vardır, o nedenle iyi bir gelecek için dayanışmacı bir bakış açısına ve sorumluluk üstlenmeye ihtiyaç vardır. Burada sorumluluk, bireyin kötülüklerden ve olumsuzluklardan dolayı başkalarını suçlamak yerine kendi ödevlerini ciddiye alması, kötüyü iyiye dönüştürebilmek için çaba sarf etmesidir (6).
Royce’un sorumluluk tanımı, bir duygu durumu olarak sadakati eylem sahasına çekmesi anlamında önemli ancak eksiktir. Andre Compte-Sponville Büyük Erdemler Risalesi kitabında bu eksikliği şöyle tamamlayacaktır: “Sadakat, bellek erdemidir ve erdem olarak belleğin ta kendisidir.” (7)
Belleğin sadakat ile olan bu alışverişi onu önemli erdemlerden biri haline getirmekle kalmaz onu ahlak’ın hemen yanı başına konumlandırır. Sadakat burada artık var olan ve yaşanan kötülüklere karşı durmak için sığınmamız gereken bir kavram biçimine bürünüyor.
Cesaretin insanların kalbinden, zihninden, dilinden ve elinden zorla alınmaya çalışıldığı bir zamandan geçiyoruz. Korkunun evlere, sokaklara, caddelere ve bulvarlara sindiği, insanların kendilerini çaresiz hissetmesi için bütün olanakların seferber edildiği bir zaman bu… Kötülerle ve onlardan neşet eden kötülüklerle mücadele etme cüretimiz ellerimizden alınmış durumda.
Kamusal/toplumsal alanlar tahliye edildi, çünkü insanlar ötekileştirildiğinde ve kendilerini üvey evlat gibi hissettiklerinde susmayı öğrenmeye başladı, öğrenmek kanıksamaya dönüşünce de susmak kemikleşti.
Gelecek, muktedirlerin eliyle ümitsizliğe mahkûm edilmek istendiğinde, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler her gün katlanarak arttığında, yoksulluk insanların kaderi haline geldiğinde, tersanede ya da inşaatta işçi ölümleri bir ekmeğin kaderine yazıldığında, emekçinin, esnafın ve çiftçinin sesi soluğu kesildiğinde, gençlerin ve kadınların sesleri, haykırışları çoğu zaman sessizlik duvarlarıyla örülüp hapsedildiğinde insanların çoğu kör ve sağır olmayı bir erdem olarak hanelere yazmakta hiçbir beis görmedi.
Fakat heyhat, susmanın kemikleştiği yer aynı zamanda kıyametin hissedildiği yerdir ve orada kişisel özgürlüklerin ne garantisi ne de hükmü vardır. O kıyamette kimse kendini açıklamaya, suçlamaya ya da temize çıkarmaya yarayacak bir konfor alanına sahip değildir. Orada sadece kaos vardır ve böyle bir evrede başkalarının kişisel özgürlüklerine duyarlılık göstermeyenlerin kendi özgürlüklerini kurtarmaları ihtimal dahilinde değildir.
İşte biz de şimdi kötülükle mücadelenin ödev ve sorumluluk alanından tahliyesinin doğrudan ve dolaylı sonuçlarını tecrübe ediyoruz. ‘Biz’ çok sesli bir özne ama konuşması gereken alanlarda sessiz. Konuştuğunda da sadece şikâyet dilinden konuşuyor.
Ne yazık ki kötülüğe ve kötülere durmadan küfretmenin rahatlatıcı etkisi altında bugünü kurtardığımız, sorumluluğumuzu yerine getirdiğimiz yanılsamasından kendimizi alıkoyamıyoruz. Bu çok konforlu alanın terki, aslında kendini zahmetli bir içsel işkenceye yazdırmak demek. Ama kim içsel de olsa işkence görmek ister ki? Acı çekmenin, zahmet görmenin ve hayreti sürekli diri tutmanın ekonomik bir karşılığı yok; bu susmak ve durmak için geçerli bir sebep… ‘Ne kazanacağım günün sonunda?’ sorusu, modern zamanların en çürütücü armağanı değil mi bize?
Bugün hem toplumsal alanda hem bireysel alanda yaşadıklarımıza göz ucuyla da olsa bakalım. Kör ve sağır bir şarkıyı hep bir ağızdan, şehvetle söyleyişimizin hafızamızı ve geçmişimizi nasıl yok ettiğini hissederek, görerek ve en sonunda buna göz yumarak nasıl bir geleceksizlik kurduğumuza dikkat kesilelim. Sadakatini kaybetmek bir masumiyet yitimidir. Masumiyetin yitimi hafızasızlıkla malûldür; bu da bizi bugüne tutunmanın yollarından mahrum bırakır. Değişim tam da bundan dolayı masumiyeti yeniden kazanmak, belleği bir hakikat olarak kabul etmek ve kötülükle mücadelede iyiye sadık kalmaktan geçecektir.
Masumiyetin yitimi ve bu yitimin ‘doğal’ sayılması, insanın kötülüğün iştahına karşı hiçbir savunma aracı üretemediği ölümcül bir kabule karşılık gelir. Bu ölümcül kabulün en büyük zaafı hafızasızlıktır. Leibniz’in dediği gibi “Şimdiki zaman gelecekle yüklüdür.” Hafızasızlık dün bugün ve yarın arasındaki dinamik bağları işlevsiz hale getirir.
Bundan dolayı masumiyetin insandaki karşılığı olan yürek doğruluğunun ve adaletin, daha geniş bir tanımla sadakatin geri kazanılması, insanın takvime, zamana, eyleme dönüşüne, kirli akan kanın tazelenişine karşılık gelir.
1- Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, Metis Yayınları.
2- https://www.nisanyansozluk.com/?k=Sadakat&view=annotated
3- Tanıl Bora, Zamanın Kelimeleri, İletişim Yayınları.
4- Emel Koç, J. Royce’un Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü – Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. (http://sbe.gantep.edu.tr) 2011 10(1):323 – 350 )
5- Bahtinur Möngö, Josiah Royce’un Metafiziği – Erzurum 2014
6- Emel Koç, J. Royce’un Sadakat Anlayışı ve Kötülüğün Üstesinden Gelebilmede Sadakatin Rolü
7- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.
8- Andre Compte-Sponville, Büyük Erdemler Risalesi, İletişim Yayınları.
___________________
Cihan Ülsen, 1982’de Diyarbakır’da doğdu. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 2007 yılından bu yana Diyarbakır’da serbest avukatlık yapmaktadır. Şiirleri farklı zamanlarda farklı dergilerde yayımlandı. 2019 yılında ‘Kendinden Başka Herkes’ adlı şiir kitabı yayımlandı. Yokuş Yol’a Kültür ve Edebiyat Dergisi’nin yayın yönetmenliğini yapıyor. Deva Partisi Diyarbakır İl Başkanı olarak görev yapmaktadır.