Türkiye’nin karanlık 90’larının en karanlık yılında -1993’te- Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) lideri Cem Boyner’in Artvin-Kars-Ardahan gezisini takip etmiştim gazeteci olarak… O gezide, Kars’ın Digor ilçesinde YDH liderinin açık hava toplantısını izlemeye gelen (gelebilen) bir avuç insanın halini hiç unutmadım.
Cem Boyner kısa konuşmasını bitirdikten sonra kendisini izleyenlere, üzerlerinde bir baskı olup olmadığını sordu ve onları konuşmaya teşvik etti. Yaklaşık 50 kişilik bir yarım daire oluşturan Digorluların etrafını, ellerinde uzun namlulu silahlar ve göğüslerine çaprazlama asılmış fişekliklerle ürkütücü bir görünüm arz eden ve iki metre ötede daha geniş bir yarım daire çizen özel timciler sarmıştı; sayıları en az izleyiciler kadardı.
Digorlular, Boyner’in davetine icabet edemediler. Halleri, bağırmak isteyen fakat kâbus görmekte oldukları için boğazlarından tek bir hece bile çıkaramayan insanları andırıyordu. Onların o hallerini, yazıişleri müdürlüğünü yaptığım Aktüel dergisinde kaleme aldığım “Digorlular çığlık çığlığa susuyordu” başlıklı yazıda anlatmıştım.
Yazının çıkmasından birkaç gün sonra bir okur mektubu aldım. “Hayatımda duyduğum en çarpıcı oksimoron” diyordu mektubunda okur…
Oksimoronun ne olduğunu bilmiyordum, yazımın başlığını da YDH minibüsüyle Digor’dan Kars’a dönerken aracın teybinden dinlediğim bir Yıldız Tilbe şarkısından kopyalamıştım: “Susma çığlık çığlığa, dön dayanamıyorum…”
Tabii ki bir aşk şarkısıydı ama Digorluların halini o kadar güzel anlatıyordu ki, zaten çok sevdiğim bir şarkıcı olan Yıldız Tilbe’ye gıyabi şükranlarımı sunarak alıp kullanmakta tereddüt etmedim.
Oksimoronun kelime anlamını işte o zaman öğrendim: İki zıt kavramın birlikte kullanılmasının adıymış. “Kendi içinde çelişkili ifade” ya da. Benim şimdiye kadar karşılaştığım ‘en bi’ oksimoronun belli bir tarihten önce ehliyet alanların gayet iyi bildiği ”Ehliyet işlemleriniz için Türk Polis Teşkilatı Güçlendirme Vakfına bağış yapılması zorunludur” ifadesi olduğunu söyleyebilirim. ‘Bağış’ malum, gönüllülük olmaksızın düşünülemeyecek bir kavram, fakat burada onun ‘zorunlu’ olduğu söyleniyor ki hakikaten, en az “çığlık çığlığa susmak” kadar ‘güçlü’ bir oksimoron…
Bu da benden: ‘Gönüllü dezenformasyon’ (tabir-i âmiyane ile: Zokayı gönüllü olarak yutmak)
“Gönüllü dezenformasyon” benim yıllar önce uydurduğum ve doğrusu hayli fonksiyonel olduğu için sık kullandığım bir kavram.
Biliyorsunuz, haber kaynaklarının kendi kişisel, kurumsal, zümresel, ideolojik menfaatleri doğrultusunda gazetecileri aldatmalarına, onları yalan-gerçek dışı enformasyonla donatmalarına gazetecilikte dezenformasyon deniyor. Gazeteci, bu yalana inanır da -yani zokayı yutar da- o enformasyonu haberleştirirse, ortaya çıkan şeye de “yalan ya da gerçek dışı haber” diyoruz.
Dezenformasyon buysa, “gönüllü dezenformasyon”, haklısınız, kendi kendini inkâr eden iki kelimeden oluşmuş saçma bir kavram gibi duruyor. Öyle ya, dezenformasyon bir “aldatma-aldatılma” ilişkisini ima ediyor ise, gönüllü dezenformasyon, gazetecilerin “gönüllü aldanan” pozisyonuna işaret etmekle, ilk bakışta gerçekten de saçma bir sadâ veriyor. Fakat değil; en azından bizim gazeteciliğimiz için değil…
Peki, neden bir gazeteci, kendisine iletilen “bilgi ve belge”nin gerçeği yansıtmadığını bilmesine; ya da en azından gerçekdışı ya da yalan olduğu konusunda çok ciddi şüpheler taşımasına rağmen onu yine de haberleştirir? Çünkü gazetecimiz “militan”dır; çünkü sözde haber kaynağının kendisine ilettiği sözde bilgi ve belgeler, haber kaynağı ile gazetecinin ortaklaşa paylaştıkları “mücadele”nin taleplerine uygundur.
Fakat siyasal-toplumsal kutuplaşma keskinleştikçe gazetecilerin tarafı oldukları siyasi örgütlenmelerin yararı için yapabileceklerinin sınırları da giderek genişliyor. “Gönüllü dezenformasyon” belki 10 yıl öncesine kadar ‘üst sınır’ı oluşturuyordu, fakat kutuplaşmanın savaş boyutlarına ulaşması ve işin içine sosyal medyanın da girmesiyle “gönüllü dezenformasyon” masum kalmaya başladı; artık ‘aldatan’ bir haber kaynağının olmasına gerek duyulmuyor; gazeteciler kendi kendilerini aldatıyor, yani masa başında uydurduklarını gerçekmiş gibi yazabiliyorlar. Yani bir nevi kendi uydurduğun enformasyonla dezenformasyon. Buna ne ad verilir bilmiyorum, belki ‘self dezenformasyon’ gibi bir şey olabilir.
Böylece ‘normal’ ülkelerdekinin aksine bizde üç tür dezenformasyonun varlığından söz edebiliyoruz:
Bir: Bir yalana samimiyetle inandığı için zokayı yutan gazetecinin uğradığı ‘masum’ dezenformasyon (ki bu ‘normal’ ülkelerde de olabiliyor), iki: Yalan olduğunu bildiği halde bir kaynağın ilettiği bilgiyi “işe yarar” bulduğu için kullanan gazetecinin ‘gönüllü’ dezenformasyonu; üç: gazetecinin kendi uydurduğu enformasyon üzerinden yürüttüğü dezenformasyon! Bu sonuncuya dezenformasyonun en zelil türü diyebiliriz.
Kişisel bir tanıklık: Acaba 2003’teki o öğrencim şimdi sosyal medyada neler yazıyordur?
2000’li yılların başında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde hem Kürşat Bumin ve Ümit Kıvanç’la birlikte Medyakronik’i hazırlıyor hem de iletişim öğrencilerine ‘haber analizi’ adında bir ders veriyordum. Haber analizi, gazetelerin mukayeseli okuması üzerinden yürüyen bir dersti. O gün elimizin altında, merkez medyanın ‘şeriat’ın hızla gelmekte olduğuna dair malûm manşetlerinden biri vardı ve o da benzerleri gibi ‘ben dezenformasyonum’ diye bağırıyordu. Dolayısıyla ipliğini pazara çıkarmak zor olmadı, o kadar ki dersin sonuna doğru sınıfta ikna olmayan tek bir öğrenci bile kalmamıştı.
Artık meseleyi kapatıyordum ki, bir öğrencim söz istedi. Tıpkı öbür arkadaşları gibi haberin ‘uydurma’ olduğuna kendisinin de inandığını teslim ettikten sonra, “tamam da hocam” dedi, “sonuçta bu haber Türkiye’nin en etkili gazetelerinden birinde yer alıyor, haberi okuyanlar onun doğru ve gerçek bir haber olduğunu düşünecek ve bu da Türkiye’deki gericiliğin aleyhine bir sonuç doğuracak, dolayısıyla doğru ve gerçek olmasa da bu haberin o gazetede yayımlanmasının yararlı bir şey olduğunu söyleyemez miyiz?”
Öğrencim, sorusuna verdiğim, önerisinin değil gazetecilikle aktivizmle bile uyumlu olmadığına dair cevabımdan hiç hoşnut kalmadı. Belli ki, benim ders boyunca ‘gerçek’in hatırı için değil, ‘teknik detaylar’ uğruna dil döktüğümü düşünmüştü. Belli ki benden, “tabii ki sonuçta yararlı olmuştur bu haber, ben size sadece onun taşıdığı teknik zayıflıkları anlattım” gibi bir cevap beklemişti.
Öğrencimin davranışı, dozu çok yüksek, düşmanlık derecesindeki bir karşıtlık duygusunun, insanı hiçbir ahlaki sınır tanımayan savrulmaların gazetecilik adına yapılabilir olduğu bir noktaya sürükleyebileceğini gösteriyordu. O anda kendimi, geleneksel medyanın fren mekanizmalarının bir noktada devreye girip bu türden savrulmaları dengeleyebileceği düşüncesiyle avutmaya çalıştım.
2003’te, bir cep telefonuna sahip olan herkesin ‘medya’ haline gelebildiği koşullar yoktu. Bir gün bunun gerçek olacağını düşünseydim, o günkü dehşet duygum misliyle büyürdü.
O öğrencim şimdi cep telefonunu kullanarak neler yazıyor acaba sosyal medyada?
Kendimi kandırmışım! “Geleneksel medyanın fren mekanizmaları”ymış! Bugün iktidarın geleneksel medyasıyla sosyal medya trolleri arasında herhangi bir fark var mı? hiçbir farkın kalmadığı bir vasattayız artık. Hiçbir fren yok, hiçbir mekanizma yok. Eh, iktidarın ‘düşmana’ kaptırılmasından ödü kopan iktidar medyası okurlarının da bir itirazı yok ve bunun nasıl bir ahlaki erozyona yol açtığı henüz anlaşılabilmiş değil.
Yol açtığı tahammülsüzlük, öfke, saldırganlık, şiddet, siyasi düşmanlık gibi belirtiler satıhta görülebilir olduğu ve öne çıktığı için, kutuplaşmanın kötülükleri bahsi açıldığında hep oralara odaklanıyoruz. Oysa kutuplaşma derinde, çok derinde, çok daha kalıcı problemler üretiyor. Kutuplaşma ahlak ve özsaygı erozyonuna, hatta zekâ durgunluğuna yol açıyor.
Kasım 2022 tarihli bir yazımdan alıntı olan bu son paragraf abartılı gelebilir. Açımlamasını okumak isteyen okurlar yazının tamamına şuradan ulaşabilir: