Adam uyanıyor, yer yatağını katlayıp kaldırıyor (‘yer yatağı’, çünkü Japonya’dayız). Beş adımda banyoya geçip (çünkü ev çok küçük) dişini fırçalıyor, küçük bir makasla bıyığının, sakalının fazlalıklarını alıyor. Balkonunda yetiştirdiği çiçekleri, bonzaileri suladıktan sonra arkasında “Tokyo Tuvalet” yazan tulumunu giyip sokak kapısının önüne geliyor. Kapının girişindeki küçük bir sette yan yana duran anahtar demetlerini kemerine asıyor, sokak kapısını açıp dışarı çıkıyor.
Mükemmel Günler filmindeyiz…
Adamın her sabah aynı ev içi rutinini tekrarlayacağını sonraki sahnelerden anlayacağız, ama böyle olacağını zaten ilk günden de sezebiliyoruz. Tuhaf olan, bu rutine eşlik eden ruh hali: Rutini ancak maruz kalmakla, mecbur kalmakla birlikte düşünebilen seyirci, adamın hal ve davranışlarından, en çok da yüzündeki memnuniyet ifadesinden, bu rutinden hiçbir rahatsızlık duymadığını, tam tersine onu mutlulukla ifa ettiğini hisseder. Bu hissinde hiç yanılmadığını, adam kapıyı açıp gökyüzüne baktığında kesinlikle anlar. Gözlerinde “Hayat ne güzel ve ben iyi ki şimdi size göstereceğim hayatı yaşıyorum”u anlatmak ister gibi bir bakış vardır.
Devamı da öyle gelir, o gün ve sonrası hep aynıdır: Evden çıkar, sokakta 10-15 metre ötedeki bir makineden kahvesini alır, tuvalet temizliği malzemeleriyle dolu ‘minimini’büsüne biner, artık antikadan sayıldığı için tanesi 70-80 dolara satılan bir kaseti kasetçalarına koyup dinlemeye başlar (o gün ve sonrasındaki tercihlerinden anlayacağımız gibi sadece 60’ların, 70’lerin rock-pop şarkılarını dinlemektedir), sonra sırasıyla Tokyo’nun umumi tuvaletlerini dolaşıp büyük bir özenle temizler, sonra aynı parkta aynı ağacın altında sandviçini yer, sonra bir tur daha tuvalet temizliği, sonra paydos, sonra eve varış, anahtarları aynı özenle yerlerine yerleştiriş, sonra mahalle hamamında banyo, sonra hep aynı lokantada yemek, sonra eve geliş, biraz kitap okuma ve yatma… Sabah kalkıştan sonrasını biliyorsunuz; hiç değişmeyecek, her gün aynı rutin yaşanacak.
Bir insan hayatı neden böyle yaşar? Daha doğrusu huzuru, mutluluğu neden ancak böyle bir hayatta, böyle ‘azaltılmış’ bir hayatta bulabileceğini düşünür ve onu seçer? Bu tercihin arkasındaki basit felsefe şudur: Hayatı ‘fetih’ duygusuyla, sunduğu bütün imkânlardan yararlanma hedefiyle yaşamak, yetinmemek, doymamak, hep daha fazlasını istemek, hayatı ‘doldurabilir’ fakat o hayatı yaşayana mutluluk getirmez. Mutluluğun kaynağı seçmek, vazgeçmek ve azaltmaktır. Kahramanımız Hirayama’nın da bazı şeylerin ‘çok fazla’ olduğu bir dünya algısı var: Çok fazla tüketim, çok fazla temas, çok fazla konuşma, hattâ çok fazla alternatif… Ve ne zaman bilinmez, hayatının bir döneminde bunları azaltmaya karar veriyor.
Her sabah aynı rutine uyandıran günler ‘mükemmel’ olabilir mi? Evet, olabilir. Kendini onaylamış, kendinden memnun bir insan için ‘rutin’, seçtiği hayattan memnun olma duygusunu bir daha, bir daha yaşamanın aracı haline gelebilir.
Kendini onaylamak… Bu ne demek? Hepimiz doğrudan kendimizden biliyoruz ki insanın doymak bilmez bir onaylanma, sevilme, beğenilme ihtiyacı var. İnsana yakışmayan, dolayısıyla kovulması gereken bir duygudan söz etmiyorum. Tam tersine, insanın doğası böyle ve belki de bu duygu, başkalarıyla birlikte yaşamanın başta gelen motivasyonu. Basitçe bir şey becermekten yüksek yaratıcılıklara kadar bütün üretimler de, bu manevi ihtiyacın doyurulması arzusundan kaynaklanıyor. (Yaratıcılığın ölümsüzlük arzusundan kaynaklandığı yanlış ve büyük bir ezber. Yaratıcılık ölümden sonrası için değil, ölümden öncesi içindir. İnsan ölümsüz olsaydı yaratmayla işi olmayacak mıydı?)
Fakat başkaları tarafından onaylanma, beğenilme, zenginlik gibi bir şey; hiçbir düzeyi yeterli olmaz, hep daha fazlası istenir ve bu da bitmez tükenmez bir kaygı kaynağı oluşturur. Peki bunun yarattığı huzursuzluk aşılabilir mi? Tümüyle aşılamaz, fakat bazıları başkalarının onayına nispeten daha az ihtiyaç duyar ve dolayısıyla eksikliğinin yarattığı huzursuzluğu daha az hisseder. Onlar, kendilerini onaylayan, kendilerinden memnun insanlardır. Böyle insanlar hiçbir rutine bana mısın demez. Hirayama böyle biri.
Hirayama ‘terk etmiş’ biri değil, ‘azaltmış’ biri
YouTube’da Dücane Cündioğlu’nun filmi değerlendirdiği bir videosunu izledim (Bir Filmin Yapısökümü: Perfect Days). Cündioğlu, filmi izlediğinde herkes gibi duygusal olarak etkilenip bağlandığını, fakat akılla ele aldığında Hirayama’nın hayatı yaşayış biçimine (ve tabii o hayatı onaylayarak filme yansıtan yönetmen Wim Wenders’e) söyleyecek sözünün olduğunu düşünerek, bir video çekmeye karar verdiğini söylüyor.
Cündioğlu ‘tersten çakarak’ (benim yukarıdan beri söylediklerime de tabii) seyirciyi afallatıyor:
“Adam hiç konuşmuyor, neyse sonra açıldı biraz. İnsana hasret, yalıtılmış bir yaşam, takıntılı-saplantılı kişilik bozukluğunun emareleri bunlar. (…) Asosyal olmak kibir değil de nedir? Kendi kendine yeterli olmak, yaşamda alanını eksiltmek, minimal bir yaşam, çelişkisiz bir yaşam… Siz hasta mısınız ya, böyle şey olur mu?”
Ben tadımlık bir parça aldım, bu çok ilginç yapısökümü mutlaka izlemelisiniz.
Fakat Cündioğlu’nun asıl eleştirisi, Wim Wenders’in Hirayama’yı ‘terk etmiş’ biri olarak sunup onaylamasına… Terk etmenin matah bir şey olmadığını, işin başı olduğunu, daha terkin terki ve sonra da başka imtihanların bulunduğunu hatırlatıyor ve Hirayama’yı ‘duygusal’ seyircinin yerleştirdiği mertebeden alıp yere indiriyor.
Bence Cündioğlu burada hatalı bir çıkarım yapıyor (Hirayama’nın ‘terk etmiş’ biri olduğu) ve eleştirisini onun üzerine kuruyor. Oysa ne Hirayama’nın ne de Wim Wenders’in böyle bir iddiası var. Hirayama ne insanları terk ediyor ne de şehri; sadece fazlalıkları törpülüyor, azaltıyor. Tümden bir medeniyet reddi yok, pastoral nostaljileri yok. Nitekim Wim Wenders, bir söyleşisinde kahramanının ‘güzel’ geçmişi özleyen ve o günlere dönmek isteyen biri olduğu izleniminin yanlış olduğunu, Hirayama’nın hayatı terk etmeyip içinde kaldığını, altını kalın kalın çizerek anlatıyor:
“Nostaljinin doğru bir duygu olduğunu düşünmüyorum, bence kimseye bir faydası yok. Eski güzel günleri anmak olumlu değil, bilakis olumsuz bir yaklaşım. Hirayama bugünün tüm imkânlarına uyum sağlamış birisi değil. Evinde televizyon yok, internet kullanmıyor, akıllı telefonu yok… Fakat günümüzde yaşıyor. Çok fazla olasılık arasında kaybolmaktansa, hayatında eksiltmeye giderek ve daha az tüketerek mutlu olmayı seçmiş. Önceden muhtemelen varlıklı olduğunu ve daha ayrıcalıklı bir hayat sürdürdüğünü tahmin etmek mümkün. Şimdiyse tuvalet temizleyerek geçiniyor. Bunun zorunluluktan kaynaklanmadığı, bir tercihin sonucu olduğu çok açık ve filmi izleme sürecinde Hirayama’nın ne kadar özgür olduğunu görüyoruz. Aslında bu, içten içe hepimizin özlemini çektiği bir şey.”
Wim Wenders, önceki gün (10 Mayıs) İstanbul’da verdiği söyleşide, Hirayama’nın ‘terk eden’ değil sadece ‘eksilterek mutlu olmaya çalışan’ biri olduğunu söyledi ve hayatı yaşama biçimini değiştirmekten neyi anladığını bir kez de kendi tecrübesi üzerinden anlattı: Bir zamanlar iflah olmaz bir koleksiyonermiş, fakat hayatını değiştirmeye karar verdiğinde işe onları elden çıkartarak başlamış.
Yani hayır, Wim Wenders o kadar da radikal bir şey önermiyor; önerisi öyle olsaydı o da şimdi bir metropolde yaşamıyor olurdu.
Son cümle, filme dair çok büyük bir merakımla ilgili. İstanbul’daki basın toplantısında olsaydım Wim Wenders’e mutlaka sorardım: Hirayama için “Önceden muhtemelen varlıklı olduğunu ve daha ayrıcalıklı bir hayat sürdürdüğünü tahmin etmek mümkün” dediniz, evet, orası belli. Fakat neden aynı parayı kazanmaya ve filmde gördüğümüz aynı hayatı yaşamaya imkân verecek başka bir işi seçmedi de tuvalet temizleme işini seçti?