Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIHoşçakal Ayşecim…

Hoşçakal Ayşecim…

Hep öyle olur ya, benim de Cuma günü aklımda hep Ayşe. WhatsApp mesajlarıma cevap vermiyordu bir süredir. Son giriş tarihi 20 Aralık. Durum açık, mutlaka cevap verir, arar çünkü. Urla’da bir toplantıdan çıktım, Ayşe’nin bana öğrettiği pastaneden nefis çöreklerden alıp yedim. Ömer’e mesaj yazdım. Kısa bir süre içinde haberi aldım. Ömer’in üzüntülü sesini de duydum üstüne.

Aldığım 2023 ajandasına yazdığım ilk kelime: Ayşe… Bir süredir haberleşemiyorduk, aklımdaydı.

Zaten sık konuşurduk telefonda ama hastalık haberinden sonra daha da düzenli konuşur olmuştuk. Kural basit: Pratik nedenler dışında hastalıktan bahsetmek yok. Onca tedavi süreci hiç yokmuş gibi. Torunu Kerem’le yaptıkları, en zor son döneme kadar İstanbul içinde ya da yakın çevresinde de olsa gittiği yerler. Tren yolculukları, yürüyüşler, vapurlar. Hep çok dirayetli, hep hayattan razı. Daha önce de duymuştum bunu, Ayşe de öyle söylüyordu: “Yaşayacağımı yaşadım.” Bir de gezgin olarak memnundu, gidebileceği her yere de, bazen defalarca gitmişti. Az buz değil… Dünyanın gitmediği yeri yok gibiydi. Bir Cezayir kalmıştı, ona da son yılında gitti Ömer’le. Bilmem kaçıncı tura gerek yoktu, öyle dedi.

“Ayşe Topbaş geçmiş zaman seyyahlarının hayalî rehberliğinde çok sık uğranmayan çekici Ortadoğu kentlerinde gezmeye davet ediyor okuru. İbn Battuta, Marco Polo gibi meşhur orta çağ seyyahlarının yardımıyla bir yol haritası çıkarıyor, Gerard de Nerval, Pierre Loti, Johann Burckhardt, Jean Chardin gibi Avrupalı gezginlerle yoluna devam ediyor. Roma’nın meşhur gezgin kralı Hadrian’dan Arap yarımadasında “Çöl Kraliçesi” olarak bilinen Gertrude Bell’e, Osmanlının parçalanmasında rol oynayan Arabistanlı Lawrence’den Yemen sevdalısı ünlü yönetmen Pasolini’ye kadar birçok tarihsel figür kitapta yerlerini alıyor. Ayşe Topbaş’ın kitabı bir gezi rehberi olarak okunabilir, ama aynı zamanda, Ortadoğu’daki hayatları anlamak için de çok iyi bir rehber niteliği taşıyor.”

Arka kapağına bunları yazmışız. Girişine de çok sevdiğimiz İhsan Oktay Anar alıntısını eklemişiz:

“Ama bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir, çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim.”

Kitabın adı “Hoşçakal Ortadoğu”. Ayrı yazılması gerektiğini biliyorduk hem “Hoşçakal”ın hem de “Ortadoğu”nun. Ama birleşik yazmak istedik. Bilerek yapılmış imlâ hataları imzamızdır dedik, çıktık işin içinden. Bunun içerdiği metaforu konuşmamıza gerek yoktu. Yazarı ve editörü olarak zaten, bu kitabın Ayşe’yi anlattığını da hiç dile getirmedik.

Birlikte birkaç aylık Arjantin seyahati planlamıştık. İki kere neredeyse kapısından döndük. Önce Kerem’in doğacağı haberini aldık. Doğum tam bizim seyahate denk geliyordu. Kerem bebek dünyaya geliyor, “Babaanne nerede?” diye soracaklar, “Dünyanın öbür ucunda Arjantin’de İspanyolcasını geliştiriyor” komik bir cevap olurdu. Bu ihtimale güldük, olacak şey değildi. Kerem’i karşılamak tabii ki, çok daha güzel bir seçenekti.

Sonra yeniden, bu sefer 10 ay önceden Arjantin bilet aldık, gidiş dönüş. Çengelköy’deki evde… Bileti aldığımızı idrak edince heyecandan bir süre oturamadım ben. Volta attım evde. Ayşe yaptığı güzel kahveleri içerek, çikolatalar yiyerek güldü hâlime.

Fakat, hayat tabii, pek ön görülebilir bir şey değil. Bu sefer de karşımıza pandemi çıktı. Her şey iptal. Kısmet değilmiş. İspanyolca öğrendik mi, öğrendik. Yanımıza kâr kaldı. Belki giderim Arjantin’e Ayşesiz. Ama artık, o başka bir Arjantin olur kuşkusuz. Kuşkusuz çok daha tatsız… Ayrıntılı planlarımız, Buenos Aires’te belirlediğimiz üç semtten birinde balkonlu ev kiralama, sabah yürüyerek dil kursuna gitme, Borges turlarımız, Ayşe’nin anlayamadığı ama katılmaya hazır olduğu Maradona merakım… Hafta sonlarında ve kurs bittikten sonraki birkaç haftada da Güney Amerika kazan, biz kepçe Ayşe’nin daha önceden çoğunlukla görmüş olduğu yerlere, yüksek dağlara gitmek… Neredeyse gidip döndüğümüze, bunları yaşadığımıza inanacağım. Güzel seyahatti…

Hep öyle olur ya, benim de Cuma günü aklımda hep Ayşe. WhatsApp mesajlarıma cevap vermiyordu bir süredir. Son giriş tarihi 20 Aralık. Durum açık, mutlaka cevap verir, arar çünkü. Urla’da bir toplantıdan çıktım, Ayşe’nin bana öğrettiği pastaneden nefis çöreklerden alıp yedim. Ömer’e mesaj yazdım. Kısa bir süre içinde haberi aldım. Ömer’in üzüntülü sesini de duydum üstüne.

“Busra, Rahibin Kehaneti” bölümü başlarken Goethe’den şu alıntıyı eklemiştik “Hoşçakal Ortadoğu”da: “Bir denge getirmek niyetiyle, tılsımları serpiştireceğim bu bahise.”

Sonra Ayşe anlatıyordu:

“Rüya mıydı, gerçek miydi hâlâ emin değilim. Siyah bazalt taşıyla inşa edilmiş tuhaf bir Roma kentindeyim. Tepemde asılı ay ışığı. Derinden müzik sesi duyuluyor. Müziğin kışkırtıcı çağrısına uyarak sesin geldiği yere götürüyor beni adımlarım. Sürekli değişen tınılar, ikinci yüzyıldan kalma antik kentin tiyatrosundan geliyor. Etrafta kimseler yok. Küçülmüş sigaramdan son bir nefes çekip izmariti atıyorum. Telaşsız bir tavırla, tiyatronun davetsiz konuğu olarak içeri dalıyorum. Gözlerim karanlığa alışınca önümde uzanan koridorlardan güç bela ilerleyip sahneden gelen ışığa doğru yürüyorum.

Dansları, kostümleri, koreografileriyle nefes kesen kostümlü bir provanın içinde buluyorum kendimi. Taş basamaklardan birine oturup izliyorum on beş bin kişilik antik tiyatronun seyircisi olmayan oyununu. Eylül rüzgârları hafifçe dokunuyor saçlarıma.

Sonra o büyülü ve müthiş yolculuk başlıyor. Binlerce yıl bir saatlik zaman diliminde görsel bir şölen olup akıp gidiyor gözlerimin önünden. Efsaneler, söylenceler, miadını dolduran tanrılar, eski dönem kralları, birtakım kabileler görünüyor sahnede. Müzik değişince dönem de değişiyor.”

İsteyen “Busra anısı” diye okuyabilir bunları ama Ayşe’yi tanıyanlar olarak bu metinlerde hep onu gördük biz. Hayata onun gözünden bakmanın güzelliğini de tabii. Sadece mecazi olarak da değil bu ayrıca. Ortadoğu’da çektiği yüzlerce güzel fotografın arasından zorlukla seçtiğimiz fotografları da koyduk kitaba. Ayşe’nin bakışıyla, üslubuyla O’nun eserini tanımanın büyüsü böylece iyice sarıyordu bizi.

Arjantin’e gidebilseydik iyiydi. O Uzakdoğu, Çin kitabını tamamlayabilseydik iyiydi, İstanbul sokaklarında biraz daha yürüyebilseydik, Urla’da biraz daha denize girebilseydik beraber iyiydi. Neler neler iyi olurdu, saymakla bitmez. Ama n’apalım? Tamamlayabildiklerimize, yapabildiklerimize, hakkını verebildiğimiz arkadaşlığımıza sayalım. Ayşe Lübnan’ı anlatırken bir müze bekçisi hakkında şöyle diyordu: “Vardı demek böyle insanlar, sadece karşılaşmak için yollara çıkmak lazımdı.” Hayatının son altı-yedi yılında Ayşe’yle arkadaşlık etmek aynı iyimser şaşkınlığı yaşattı bana. Varmış demek böyle insanlar…

Hayat tabii ki artık başka olacak. Ayşe’li hayatı, detaylı planları, Güzelbahçe’de deniz kenarında hava kararmadan çok önce başladığımız nefis akşam yemeklerini, birlikte film seyretmeyi, Ayşe’nin güzel elbiselerini, birbirimize roman tavsiye ederken konuştuklarımızı çok özleyeceğim. Sükunetimizi, ancak çok fırtınalar yaşamış birinde bulunabilecek o inandırıcı dinginliği de. Bir zamanlar fırtınalarla boğuştuğunun emaresi olan umulmadık anlarda içinden çıkan çılgınlığı da, insanlar hakkında aniden başlayan atıp tutmalarımızı komplo teorilerine dönüştürmesini de. Çok özleyeceğim her şeyi.

Hoşçakal Ayşecim…

- Advertisment -