Devlet güvenliğini ilgilendirmeyen alanlarda iyi işliyor olsa da bir süredir devletler-arası çatışmaları kontrol altına alma iddiasındaki bir kurgu ve pratik olarak uluslararası hukuk can çekişiyor. Onunla birlikte, 1990larda kibirli bir iddiayla tarihin vardığı nihai nokta olarak ilan edilen sözümona kural-temelli (rule-based) uluslararası düzen de ağır bir fetret dönemi yaşıyor. Bu kavramsal ve pratik çözülüşte ise ilk kurgulandığı dönemde periferide kendilerine rol verilenler ve dolayısıyla muhtemel haklı itirazları dile getirebilecekler değil, bizatihi ABD ve Rusya gibi ana aktörler, kendisine açık çek verilen İsrail ve sürekli ve kesintisiz güvenlik kaygıları üzerinden zorlama meşruiyet üretenler belirleyici bir rol oynuyor.
Bu yazının konusu güncel uluslararası düzenin sefaleti değil, ama halihazırda tekrar alevlenen ve gündeme oturan Filistin sorununda hemen hemen her anlamda hukuksuz ve gayri ahlaki müdahale ve tasarruflarda bulunan İsrail’in yerini kabaca da olsa tespit etmek için bu kısa girizgahı yapma ihtiyacı hissettim. Yukarıda da belirttiğim gibi, güncel uluslararası düzen, bilhassa Filistin konusunda İsrail’e zaman zaman uluslararası hukukun rahatça ve serbestçe ihlal edilebileceği çok geniş bir hareket alanı tanımakta. Bu ihlallerin bir kısmı (apartheid yasağı, kuvvet kullanma yasağı gibi), uluslararası hukukun bir tür anayasası olan emredici kurallara (jus cogens) aykırı olduğu için ihlallerin sürekliliği devlet meşruiyetini bile etkilemekte, zira bir siyasi entitenin devlet iddiası ile ortaya çıkışı ve varlığını sürdürmeye devam etmesi bu emredici kurallara henüz baştan sadık kalacağı varsayımına dayanmakta.
Peki İsrail Filistin’de hangi uluslararası hukuk kurallarını ihlal ediyor? Konuyu sadece silahlı çatışma ile sınırlı tutarak (bu sınırın dışına çıktığımızda apartheid gibi çok daha ciddi bir sorunu da ele almak gerekiyor) devam edeyim. İsrail’in ihlalleri burada temelde iki ana kategori ile ilgili: savaşı meşrulaştıran gerekçe ve kriterleri ihtiva eden jus ad bellum ve savaş sırasında uyulması gereken kurallara işaret eden jus in bellum. Bu iki kategori kaçınılmaz olarak birbiri ile ilgili olsa da bir kategorideki kurallara uyum veya kuralları ihlal diğer kategorideki yükümlülükleri etkilemiyor. Yani bir kategoride hukuka uygun hareket edebilirken diğerinde hukuka aykırı davranmak pekala mümkün.
İsrail’in jus ad bellum ile ilgili ihlali geniş bir tartışmayı gerektirmekte çünkü işin içinde birbiri ile ilişkili işgal, ilhak ve saldırı örnekleri söz konusu. Her Filistin saldırısında Batılı çevrelerde İsrail’in kendini savunma hakkı vurgulansa da her aklı başında uluslararası hukukçu İsrail’in böyle bir hakkının olmadığını teyit edecektir. Neden? Çünkü tek taraflı güç kullanımı yasaktır ve şayet ortada bir çatışma varsa taraflardan birisi mutlaka saldırgandır. 1947 yılında kurulduğundan beri sürekli genişleyen ve bu genişlemesi muhatapları (yani Filistinliler) tarafından kabul edilmeyen İsrail için kendini savunma hakkından söz edilemez. Dolayısıyla işgal ve ilhak edilmiş topraklarda Filistinlilerin İsrail işgal ve kolonileştirmesine direnme hakları vardır. Son eylemde bu hakkın kullanılma biçimi hiç şüphesiz eleştirilebilir; ama bu eleştiri jus ad bellum ile ilgili değil jus in bellum ile ilgili olabilir ancak. Burada Filistin diye bir devlet var mı ki diye sorulabilir elbette. Gerçekçi olmak gerekirse dört başı mamur bir Filistin devletinden söz edilemez, ama hukuken Filistin “diye” bir devleti tanıyan çok sayıda devletin yanında Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) sevk ve idare eden Taraf Devletler Assamblesi (Assembly of States Parties) ve Mahkemenin bizzat kendisi de bu tartışmaya çoktan nokta koydu.
Savaş içi hukuk kuralları (jus in bellum) açısından baktığımızda ise İsrail’in karnesi belki daha da kötü. Ancak ilginç bir şekilde, İsrail’in bu kategorideki ihlalleri söz konusu olduğunda uluslararası hukuk, bilhassa da uluslararası ceza hukuku mekanizmaları biraz daha işlevsel görünüyor. Bunda bence üç faktör öne çıkıyor: birincisi, İsrail vahşetinin (kelimeyi basit kişisel bir İsrail karşıtlığını vurgulamak için değil uluslararası ceza hukukunun bizzat varoluş nedenini anlatan vahşet suçlarına—atrocities—atıfta bulunmak için kullanıyorum) dünyaya eskisine nazaran daha etkin bir şekilde duyurulabilmesi; ikincisi, uluslararası ceza hukuku mekanizma ve kurumlarının büyük güçlerin kontrolünde olmaması; üçüncüsü, bu suçlarla ilgili olarak devletin değil doğrudan faillerin kovuşturulması
Bu kategorideki ihlallere atıfla çoklukla savaş suçlarından söz ediliyor olsa da savaş suçlarının yanında insanlığa karşı suçların bence daha fazla dikkate alınması gerekiyor. İnsanlığa karşı suçların özel bir formu olan soykırım ise siyasi tarafı çok daha baskın olduğu ve ispatı çok zor olduğu için gereksiz bir tartışma konusu yapılmakta. Kaldı ki soykırım için Uluslararası Adalet Divanı (UAD) yoluyla doğrudan ilgili devleti sorumlu tutmak mümkün, ancak Divan’ın İsrail’i soykırımdan sorumlu tutması çok uzak bir ihtimal. Dolayısıyla uluslararası ceza hukukunun konusu olabilecek iki temel suç kategorisinden söz edebiliriz.
Bu suç kategorilerini bu yazının konusu bakımından anlamlı kılan birkaç önemli hususun altını çizmek istiyorum:
- – Jus ad bellum açısından haklı olmak bu suçların işlenebileceği anlamına gelmiyor. Yani İsrail, meşru savunma hakkına sahip olsaydı bile bugün Gazze’de yapılanlar jus in belluma aykırıdır. Aynı şey Hamas ve diğer Filistinli gruplar için geçerli. Filistin’in meşru savunma hakkına sahip olması hukuken çatışmaya dahil olmayan ve çatışma sırasında korunması mümkün olan sivillere zarar vermeyi meşrulaştırmıyor.
- – Bir tarafın bu suçları işlemesi diğer tarafın benzer suçları işlemesini meşru hale getirmiyor. Filistinli grupların savaş suçları İsrail’in vahşet suçlarını haklı kılmıyor.
- – Bu suçlar bireysel sorumluluk çerçevesinde yargılanıyor; bu açıdan mesela insan hakları ihlallerinden ayrılıyor.
- – Bu suçlarda zamanaşımı söz konusu olmadığı gibi üstün emrini yerine getirmiş olmak da geçerli bir mazeret olarak kabul edilmiyor.
- – Savaş suçları sadece silahlı çatışma olarak tanımlanabilecek durumlardaki ihlalleri içerirken insanlığa karşı suçlar hem silahlı çatışma hallerinde hem de barış zamanlarında işlenebiliyor. İnsanlığa karşı suçların çerçevesi UCM’yi kuran Roma Statüsünde daha da geniş tutularak belli bir gruba karşı ya da sistematik olarak işlenen fiiller bu kategoride ele alınıyor.
- – Bu suçlarla ilgili zamanaşımı olmadığı gibi nerede işlendiğinden bağımsız, bu suç failleri bütün devletler tarafından yargılanabiliyor. Evrensel yargı denilen bu ilkeye göre herhangi bir devlet kendi ceza hukukunu buna uygun hale getirebiliyor.
- – Ancak deniz haydutluğu ile mücadele için üretilen bu formül vahşet suçlarına teşmil edilse de tekil olarak bir devletin başka bir devletin üst düzey yetkililerinin peşine gitmesini gerektirecek tasarruflar siyasi açıdan tehlikeli ve gereksiz bulunuyor. Tam da bu nedenle bu suçların faillerini yargılamak üzere sürekli nitelikli ve otomatik yargılama yetkisine sahip bir mahkeme (UCM) kuruldu.
– Devlet başkanı—başkan, cumhurbaşkanı vb.—için uluslararası hukukça tanımlanan bağışıklıklar uluslararası suç failleri için geçerli değil. O yüzden görevi başındayken bile olsa bir devlet başkanının vahşet suçlarına ilişkin sorumluluğu hem evrensel yargı ilkesinin hem de UCM yargısının konusu olabiliyor.
Bu özet noktalardan hareketle İsrail üst düzey askeri ve siyasi yöneticilerinin savaş suçları ve insanlığa karşı suçlardaki sorumlulukları için yargılanabileceği sonucu ortaya çıksa da pratikteki durum o kadar net ve kolay değil. Önce evrensel yargı yetkisinden başlayayım. Evet, uluslararası hukuk her devlete kendi ceza hukuk sisteminde bu ilkeye dayanmaya izin veriyor. Ancak her devlet bu ilkeyi benimsemediği gibi, ilkeyi benimseyen devletler de buna dayanarak başka devletlerin üst düzey figürlerini yargılama konusunda çok istekli olmuyor. Bununla birlikte 1993 yılında evrensel yargı kanunu çıkaran Belçika’da Sharon aleyhine suç duyurusunda bulunulmuş, konu bir süre gündemi meşgul etmişti. Eski Şili diktatörü Pinochet’yi yargılayan İspanya da sonradan kapsamını daraltsa da evrensel yargı ilkesini hukuk sisteminin parçası haline getiren devletlerden. Esasen Türk Ceza Kanunu da (TCK md. 13), uluslararası suçların bir kısmını içerecek şekilde evrensellik ilkesini kabul ediyor. Yani teoride evrensellik ilkesinin kabul gördüğü devletlerin mahkemelerinin İsrailli uluslararası suç faillerini yargılaması mümkün. Ama tahmin edilebilecek nedenlerden dolayı bu son derece uzak bir ihtimal.
İkincisi, devlet başkanları ya da üst düzey yetkililer uluslararası suçlar söz konusu olduğunda yaygın ve geleneksel bağışıklıklardan yararlanamıyor olsalar da bu türden kişilerin işlenen suçlardaki sorumluluğunu şüpheden uzak bir biçimde ve bütün dünya kamuoyunu ikna edecek berraklıkta ispat etmek çok zor. Kapasite sorunlarından dolayı UCM gibi önde gelen uluslararası ceza kurumları, vahşet suçlarını işleyen sıradan figürlerden çok bir bütün olarak vahşet politikasını ve kampanyasını planlayan ve işletenlere odaklanmayı tercih ediyor.
Ancak bu durumda da aradaki nedenselliği tespit etmek pek mümkün olmuyor; halihazırda UCM’de devam eden davalarda genelde orta düzey yöneticilere cezalar verilirken yüksek profil figürlerin peşine gidilememesinin temel nedeni bu.
Üçüncüsü, görece bağımsız ve şeffaf olsa da UCM’nin siyasi ortam ve gelişmelerden etkilenmemesi o kadar kolay olmuyor. ABD’nin Irak işgali sırasında işlenen uluslararası suçlar konusunda, (hukuken) Irak’ta yetkili olmadığından hareketle hızlıca konuyu kapatan Mahkeme, halihazırda Afganistan ile ilgili yürüttüğü soruşturmasında en azından şimdiye kadar Amerikan asker ve komutanlarını suçlayacak bir imada bulunmadı. Ukrayna ile ilgili başvuruda Putin hakkında tutuklama kararı veren Mahkeme’ye Rusya’nın küçümseyici cevabı, UCM’ye taraf olan devletlerin ise bu cevaba sessiz kalması bence Mahkemenin etkinliği konusunda kötümser olmayı haklı kılıyor. Halihazırda Filistin’in yargı yetkisindeki topraklarda işlenen suçlarla ilgili soruşturma yürüten UCM’nin son İsrail saldırılarını ve yüksek ihtimalle işlenmiş savaş suçları ve insanlığa karşı suçları gündemine alması mümkün. Ancak özellikle Batı dünyasının İsrail’e açık çek verdiği ve koro halinde İsrail’in olmayan haklılığını vurguladığı böylesi bir ortamda Mahkemeden mesela Netenyahu’yu sanık sandalyesine oturtmaya yönelik harekete geçmek gibi cesur bir tavır beklemek için fazla neden bulunmuyor.
*Prof. Dr. Anadolu Üniversitesi ve Istanbul Institute for Advanced Studies