İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un siyasi hayatının bu şekilde bitmekte olmasına üzülmedim desem yalan olur. Nihayet, akrabam olan, vaftizine katıldığım, Ankara’da evimde misafir ettiğim, dünyada başka bir başbakan yok, olacağı da yok.
Boris’in nispeten kısa süren başbakanlığı ülkemiz için kaçırılmış bir fırsattır. 2016 referandumunda telaffuz ettiği, ülkemizin AB üyeliği halinde milyonlarca Türk göçmenin ülkeye yerleşeceği yönünde, gerçekle hiçbir ilgisi olmayan ancak halkı etkileyen boş iddiasını kenara bırakırsak, Türkiye’yi epey gezmiş, ona sadece turist olarak değil, bir çeşit aidiyet bağı ile bakan, gençliğinden bu yana Türkiye ile yakından ilgilenmiş, köklerinin burada olmasından hiç de hicap duymayan birisinin tahmin edilebilecek bir gelecekte bir Avrupa veya başka dünya ülkesinin başına geçmesi ihtimali pek gözükmüyor. Oysa Londra Belediye Başkanı iken benim araya girmem üzerine ata memleketimiz olan Çankırı’nın 2000 nüfuslu Kalfat köyünün belediye başkanını kabul etmişti. Ankara’daki İngiltere Büyükelçisinden duyduğuma göre, Başbakan olarak Türkiye’ye gelecek olsaydı, köyü görmek istediğini bildirmiş, Büyükelçi de keşif için orayı ziyaret etmişti.
Başbakanlığı krizlerle geçtiği ve ülkemizdeki iktidar, muhalefet ve medyanın önemli bir bölümü sırtını Avrupa’ya kararlı bir şekilde çevirmiş olduğu için görevdeyken Türkiye ile ilgilenememiş, hatta Başbakan sıfatıyla buraya gelmesi dahi mümkün olmamıştı.
Gidişine yol açan olayları takip ederken, haliyle İngiltere’deki siyasi hayatın bizdekinden ne kadar farklı olduğunu düşündüm. Boris ülkeyi kötü yönetip, krize mi soktu? Hayır. Yolsuzluk mu yaptı? Ona da hayır. Seçim mi kaybetti? O da hayır. Tersine, liderliğinde 2019 seçimlerine giren Muhafazakâr Parti 35 yıldır görmediği bir zafer ve Avam Kamerasında o tarihlerden beri görmediği bir çoğunluk elde etti. Aynı seçimlerde ana muhalefet İşçi Partisi 1935’ten beri görmediği ölçüde bir hezimete uğradı. 2019 seçimlerinden sonra Boris’in müteakip 2024 seçimlerini de rahatlıkla kazanacağı ve bu suretle Tony Blair’den beri ilk defa 10 yıl aralıksız başbakanlık yapacağına garanti gözüyle bakılır oldu.
Bununla birlikte Boris’in kısa kesilen siyasi hayatının bu şekilde bitmesinin sorumluluğu maalesef kendisindedir. Olağanüstü seçim zaferinin de etkisiyle, İngiltere’de halkın bir başkan değil parlamento seçtiğini unutarak, başlangıçtan itibaren büyük bir kibir, aşırı özgüven, vurdumduymazlık, ülkeyi gelenek ve kuralları hiçe sayarak yönetme salahiyetini kendinde görme gibi İngiliz siyasetinde affedilmez zaafları ortaya çıktı.
Brexit referandumu onun değil başbakan, hükümette dahi olmadığı bir dönemde yapıldı ve Birleşik Krallığın AB’den çıkması kampanyasını zamanın Başbakanı okul arkadaşı David Cameron’a karşı yönetti ve amacına ulaştı. Cameron da referandumu kaybetmiş olduğu gerçeği karşısında hem liderlikten hem de Başbakanlıktan istifa etti. Yerine seçilen Birleşik Krallığın ikinci kadın Başbakanı Theresa May, yanlış hesaplar sonucunda düzenlediği erken seçimlerde çoğunluğu kaybetti ve bir süre sonra Parti içinde meydana gelen ayaklanmalar neticesinde istifa ederek yerini yeni seçilen lider Boris’e bıraktı.
Ne yazık ki, yukarıda değindiğim hata ve belki karakter zaafları nedeniyle Boris eline geçen imkanları doğru kullanamadı. Brexit’in hiç de kolay olmadığını, AB’den çıkmanın bin bir sıkıntı yaratacağını belki biliyordu ama halktan gizledi. En önemli sıkıntı Kuzey İrlanda ile ilgili henüz çözümlenmemiş sorundur. 1998 barış anlaşması gereğince iki İrlanda arasında hudut kontrolü kalktıktan sonra Birleşik Krallık ile AB arasında mal ticaretinde trafik sapmasını önlemenin tek yolu, Kuzey İrlanda’yı AB iç pazarı içinde muhafaza etmek ve dolayısıyla onunla Birleşik Krallığın kalan kısmı arasında denetimler yapmaktı. Boris bunu ilk önce kabul etti, sonra da Kuzey İrlanda Protestan çoğunluğunun bu suretle Birleşik Krallık ile bağlarının gevşeyeceğini öne sürerek itiraz etmesi üzerine, bu formülden vazgeçti. AB ile ilişkilerde çıkan krizin ne şekilde çözüleceğini zaman gösterecektir. İki İrlanda arasında hudut kontrollerinin yeniden ihdasının şiddet olaylarını tekrar tetikleyeceği endişesi de çözüm yolu bulunmasını engeller gözükmektedir.
Bu belirsizliğe ve Brexit’in İngiliz ekonomisine fayda değil zarar verdiğinin aşikâr olmasına rağmen, Birleşik Krallığın yeniden AB’ye dönmesi gündemde gözükmüyor. İşçi Partisi lideri Keir Starmer böyle bir teşebbüste bulunmayacağını açıkladı. Zaten kamuoyu yoklamaları halkın hala bölünmüş olduğunu, AB’ye geri dönme konusunda kesin bir çoğunluğun bulunmadığını göstermektedir. Dolayısıyla Boris’in bırakacağı en önemli mirasın Birleşik Krallığı kalıcı olarak AB’den çıkarmak olduğunu söylemek mümkün.
Tabii benim gibi çalışma hayatının önemli bir bölümünü ülkemizin AB’ye girmesi için mücadeleyle geçirmiş bir kişi için bu duruma mantıki bir izahat bulmak kolay olmadı. Şahsen AB’yi ülkemiz için refah, demokrasi, barış ve istikrarın garantisi olarak görmüşümdür. Nitekim AB’den uzaklaştıkça bunların hepsinden de uzaklaştığımıza hepimiz tanık oluyoruz. Birleşik Krallık için durum farklı tabii. AB’den benim ülkemiz için beklediğim kazanımların hepsi zaten bu şanslı ülkede var. Dolayısıyla AB’ye ihtiyacı bizim kadar değil.
Bu ufak parantezi kapatarak ne demek istediğime açıklık getirmeye çalışayım. Birleşik Krallık gibi bir ülkede lider, başında olduğu partinin mutlak ve tek sahibi değildir; sadece ve sadece seçim bölgelerinde parti üyeleri tarafından aday gösterilen ve halk tarafından seçilen milletvekillerinin iradesi ile ayakta durabilir. Milletvekilleri de liderin başkanlığında girecekleri bir seçimi kazanamayacakları sonucuna varırlarsa, onu istifaya zorlarlar. Thatcher, son yıllarda Theresa May ve şimdi de Boris bu şekilde liderliği bırakmaya mecbur edilmişlerdir. Ayrıca seçim kaybeden liderin derhal liderliği terk etmesi geleneği tüm partilerde mevcuttur.
Bir de Türkiye’ye bakalım: Cumhuriyet’in neredeyse 100 yıllık tarihinde sadece bir defa böyle bir olay gerçekleşmiş; 90 yaşına gelmiş İsmet İnönü, 1972 yılında Ecevit’in yönettiği bir kampanya ile 34 yıldır yürüttüğü CHP Genel Başkanlığını bırakmak zorunda kalmış. İnönü bu yenilgiye o kadar içerlemiş ki Atatürk’le birlikte kurucusu olduğu partiden ve milletvekilliğinden istifa etmiştir. Partiler Kanununda sonradan yapılan değişikliklerle bu tür bir olayın tekerrürü imkansız hale gelmiştir. Özetle, siyasi partiler liderlerinin şahsi malına dönüşmüş, milletvekili adayları liderler tarafından belirlenir olmuş, halkın bu belirlemede etkisi yok denecek kadar küçük bir halde kalmıştır. Bu durum iktidar olsun, muhalefet olsun tüm partilerin liderlerinin işine geldiği için değişmesini beklemek abesle iştigal anlamına gelmektedir. Ancak parti içi demokrasi sağlanamadığı sürece, ülkemizde demokrasinin de yerleşmeyeceği açıktır. Kanaatimce konu sadece başkanlık rejimi ile parlamenter sistem arasında gidip gelmekten ibaret değil. Milletvekillerinin Cumhuriyet kurulduğundan bu yana devam eden sistemle parti liderlerinin kurşun askeri olmasını önleyecek, liderlerin de kendi iradeleri dışında partilerinin başından ayrılmalarını sağlayacak bir mekanizma oluşturulmadıkça Türkiye gerçek bir demokrasi olamayacaktır.
İngiliz sistemi ile aramızdaki farklardan biri de milletvekilliğinin orada bir kazanç kapısı olmamasıdır. Tersine milletvekili veya bakan olanın kişisel kazanç imkanları ellerinden büyük ölçüde alınmaktadır. Sağlam kurumlara sahip ülkede zaten düz milletvekillerinin ihaleler, kamu projeleri vs üzerinde etkili olması söz konusu değildir. Nitekim, son dönemlerde Muhafazakâr Partinin arka arkaya kaybettiği seçimlere yol açan istifalar yolsuzluktan dolayı değil, genellikle seks skandallarından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla gerçek bir demokrasiye bir gün geçmek istiyorsak milletvekilliğini çoğu insan için hayal edilemeyecek maddi imkanlar sağlayan bir görev olmaktan çıkarmak şarttır. Ancak bunun da olmayacağı zira hiçbir partinin böyle bir yola gitmeyeceği açıktır.
Muhafazakâr Parti’nin yeni liderinin ve dolayısıyla yeni başbakanın seçim süreci birkaç hafta daha devam edecektir. Her aşaması haliyle dünya medyası tarafından takip edilecektir. Türk basını da ilgilenmeye devam edecektir.
Bu yolda adım adım ilerlerken gelişmeler gerçek bir demokrasiden ne kadar uzak kaldığımızı, sorunun sadece başkanlık rejiminin değiştirilmesinden ibaret olmadığını, Cumhuriyetin 100. yılına yaklaştığımız şu dönemde, yönetim sistemimizin ciddi yapısal sorunlarla karşılaştığını, bu sorunların ise öyle kolay kolay çözülemeyeceğini düşündürecektir maalesef.