‘Biz’ ve ‘onlar’ ayrımı kuşkusuz, tarihin derinliklerinden itibaren var. Bu ayrım; topluluklarınkendi aidiyetlerini ‘başkası, öteki’ üzerinden oluşturmasını sağlıyor. Öyle ki antik Yunan’ın“başlangıçta söz vardı” ifadesini, “başlangıçta yabancı vardı” şekline çevirmek mümkün (Poliakov). Başka türlü söylemek gerekirse; her uygarlık, kendisini yabancı olanla ayrıştırarak tanımlama eğilimine sahip. Bundan dolayı bir hiyerarşi düşüncesi de tezahür ediyor. Bu hiyerarşide “biz” basamağın en üstüne, basamağın alt katlarına da “başka olanlar” yerleşiyor. Bir kez hiyerarşi kurulunca, başkalarına karşı uygulanacak mümkün şiddet demeşrulaştırılabiliyor. “Biz” ve “onlar” ayrımının tarihteki klasik örneği olarak antik Yunan uygarlığı gösteriliyor. Buna rağmen Grekler, “barbar” diye tanımladıkları halkları değersiz, aşağılık olarak görmüyor ve köktenci bir düşmanlık duygusu beslemiyor. Bunun gibi Hint kast sistemi de bir ayrımcılığa klasik örnek oluyor. Kimi ırkçılık teorisyenlerine göre, buradaki ayrımcılık da ırkçılık ya da en azından proto-ırkçılıktır. Ancak bu ve benzeri ayrımcılıkların ırkçılık olduğunu söylemek mümkün değil. Antik Yunan metinleri, “barbar” denilenlere övgülerle doludur. Irkçılığın bu şekilde genelleştirilmesi, başka uygarlıklarda ırkçılığın mümkün izlerini tespit etmek ve bunun dolayımıyla ortak suç anlayışı üretmeye yarıyor.
Irkçılık dışlama ideolojisi olarak yaklaşık beş yüz yıllık bir geçmişe sahip ve sömürgecilik döneminde ortaya çıkıyor. Yerlilerin “gelişmemiş ve ahlaksal yozlaşmış” insanlar olduğunu ilan etmek, işgalleri meşrulaştırıyor. Yani ırkçılık, işgali meşrulaştırmanın ideolojisi olarak işliyor. Hemen takibinde özellikle Yeni Dünya’da plantajlarda muazzam bir emek gücü birikiyor. Buradaki ırkçılık, plantaj aristokrasisinin (plantokrasi) ideolojisi. Bu dönemin ırkçılığı, kapitalist üretim ilişkisi içinde kullanılan köle emeğini açıklamayı sağlıyor. Buna ihtiyaç duyuluyor, çünkü kapitalist üretim, ücretli-özgür emeğe dayanır, dolayısıyla tanımı gereği bu üretim ilişkisinde köle emeği kullanmamak gerekir. Ama böyle olmuyor ve köle emeği kullanılıyor. İşte ırkçılık adeta sihirli bir formül oluyor ve kölenin (zenci) “alt-insan”olması üzerinden bu çelişkili durumu açıklıyor.
Irkçılık son derece eklemlenme gücüne sahip bir ideoloji. Daha sömürgecilik ve kölecilik döneminde, yerliye “uygarlık ve ahlak” götüren, alt insan köleye bir hayat veren beyaz egemen, ırkçı ideolojiye başaracağı bir şeyi daha keşfediyor: Amerika’daki günahsız ve korumasız beyaz kadın betimlemesinin, yerlilerin, siyahların baskı altında tutulmasında ve katledilmesini açıklama için kullanılıyor. Korumasız beyaz kadın mitosu, “tehlikeli, vahşi yerlilerin”, çocukları öldürdüğü ve kadınlara tecavüz ettiği retoriğiyle oluşturuluyor. Korumasız beyaz kadın mitosuyla iki şey sağlanıyor, bir taşla iki kuş vuruluyor. Erkeklerin kadınlar üstündeki baskısı, egemenliği; kadınların korunmaya alındığı retoriğiyle meşrulaştırılıyor. Öte yandan “vahşi ve saldırgan” yerlilerin, egemenlik altında tutulmalarının, köleleştirilmelerinin bir zorunluluk olduğu temellendiriliyor (Räthzel). Benzer bir akıl yürütme, bugün de gözleniyor. Göçmenlerin kendi kadınlarını baskı altında tuttuğu eleştirisi -bu gerçek de olsa- egemen ulusun erkeği tarafından, kadınlar üstündeki kendi egemenliğini saklamak için kullanılıyor. İlginç olan; sadece çoğunluğun, egemen ulusun erkelerinin değil, aynı zamanda feministlerin de aynı eleştiriyi göçmenlere yöneltmesi.
Irkçı ideolojin esnek eklemlenme becerisi, adeta bir maymuncuk gibi kapitalizm açmazlarını yamalıyor. Sistemin aksayan yönlerini, halk tarafından tahammül edilebilir bir kıvama getiriyor. Asıl müsebbip olanın sorgulanmasını değil, sistemin bir ideolojisi olan ırkçılığın işaret ettiğinin, sorumlu tutulmasını sağlıyor. Irkçılık bunu önemli bir işleyişi olan “günah keçisi yaratma pratiğiyle” başarıyor. Günah keçisi yaratma pratiği; en genel anlamıyla sistemin krizlerini, gerilim ve öfke yaratan aksaklıklarını, bir azınlığı işaret ederek, müsebbip olarak göstererek açıklama diye tanımlanabilir. Günah keçisi, sistemin sorun olan bir tek olgusunu açıklamak için kullanılmıyor. Nerdeyse ne kadar sorun varsa sorumlu olarak günah keçisi gösteriliyor: İşsizlik, sağlık ve eğitim sisteminin sorunları, çevre kirliliği, ahlaki yozlaşma ve hatta cinsel partner bulamama günah keçisi üzerinden anlatılıyor. (Yabancılar işimizi ve kadınlarımız elimizden aldı).
Günümüzde güvenlikçi ideolojinin yükselişi, ırk mantığının yeniden harekete geçirilmesini getiriyor. Bu da ırkçılığın yeni bir eklemlenme ile günah keçisi ilan etmesini sağlıyor. Terör tehdidinin dünyanın her tarafına dağılmış hücreler ve ağlarla örgütlenmiş insanlardan geldiğinin düşünülmesi; ülke topraklarının kutsallaştırmasını ve topluluklarının güvenliğini vazgeçilmez bir koşul haline getiriliyor. Bu durum, insanların hareketlerinin kontrol altında tutulmasını meşrulaştırıyor. Bireylerin kontrolünü sağlayacak küresel aygıtlar, biyolojik beden üzerinde iktidar kurulmasını sağlıyor. Bu demek ki güvenlikçi devletin şiddet kullanarak yükselişine, dünyanın teknolojilerle yeniden şekillenmesi ve ırk belirleme eşlik ediyor. Devletin uyguladığı şiddetin idaresinde tekno-elektronik rejimde izler (parmak, iris, retina ses ve yüz şekli vd.) kişinin biricikliğinin ölçülmesine ve arşivlenmesine imkân tanıyor. Bunun sonucunda; Avrupa’ya göçün kontrolünde nüfusun tümü işaretleniyor ve göçmenler ırk ayrımına tabi tutuluyor. (Mbembe).
Peki, ırkçı ideolojinin ilan ettiği günah keçisinin, kötülüğün kaynağı olduğuna insanlar nasıl ikna oluyor? Birey, toplumsal gerilimin yarattığı durumu aşmak için kendisine bir kurban arıyor. İşte bu kurban, toplumsal gerilimin mal edileceği, üzerinden anlatılacağı günah keçisioluyor. Burada etnik azınlığın suçlu olduğuna ikna olmayı sağlayacak yansıtma (projeksiyon) süreci devreye giriyor. Böylece ırkçı, kendi saldırganlığını kurbanına aktarmış oluyor. Örneğin, cinsellik alanından alıyorum: Sorun hâline gelmiş bir seksüel güdünün denetimine girmiş bir insan, aşırı ve hayvani bir cinsellik yaşamakla suçladığı siyahlardan nefret edecektir. Çünkü ona göre siyahlar, bu özellikleriyle, beyazların insaniliğini tehdit etmektedir. Aslında nefret, ırkçının “ben” zayıflığıyla doğrudan orantılıdır. Dolayısıyla ırkçı, kendi etnik grubuyla özdeş gördüğü bireysel bütünlüğünü kaybetmekten korkan bir nevrotiktir. Irkçı, tutuk bir insandır, kendi bilinçaltını bilmek istemez, egemen sınıfın idelerini kendinin kabul eder ve gücü elinde toplamak ister. (Poliakov).