Önceki iki yazıyı okumayanlar için kısa bir özetle başlıyorum…
Bu seride, Etyen Mahçupyan’ın bir yıl boyunca kaleme aldığı Yeni İttihatçılık tezinde katılmadığım yegâne nokta olan -siyasete, devlete ve topluma nüfuz etmiş görünen- İttihatçı ruhun önümüzdeki 10 yıllar boyunca da Türkiye’nin ruhu olmaya devam edeceğine dair çok kuvvetli vurguları tartışıyorum.
Önceki iki bölümde bunun güçlü bir ihtimal olduğunu fakat gelişmelerin Türkiye’yi bambaşka rotalara da sokabileceğini yazdım. Yine, cari İttihatçı ruh halinin o kadar da derin ve dolayısıyla kalıcı olmayabileceğini, öyle görünmesinin nedenlerinden birinin de o ruhun doğup gelişmesinde siyasetin (Erdoğan’ın) oynadığı ‘kışkırtıcı’ rolün hesaba katılmaması olabileceğini savundum. Şöyle sormuştum:
“Şayet ‘Erdoğan’ın şahsı’ yani sübjektif faktör bu ruh halinin doğup gelişmesinde iktidarın aktüel ihtiyaçları doğrultusunda kışkırtıcı bir rol oynadıysa, o zaman Yeni İttihatçılığın kalıcılığı ve uzun sürecek olması hususunda daha temkinli bir dil kullanmamız gerekmez mi?”
Önceki yazının sonunda, “Erdoğan’ın şahsı” faktörünün İttihatçı ruh halinin oluşmasındaki rolünü bu defa “Yeni İttihatçılığın müsvedde tarihi” başlıklı yazılarımda işaret ettiğim olgusal gelişmelerden hareketle göstermeye çalışacağımı yazmıştım, şimdi sıra ona geldi…
Erdoğan’ın devletle dansını başlatan gelişme Gezi (2013) değil Uludere’ydi (2011)
Sunuşunda “AK Parti’nin bugün artık apaçık hale gelen devletle ittifakının hangi tercihlerden, hangi mecburiyetlerden geçerek kurulduğuna odaklanıyor” dediğim “Yeni İttihatçılığın müsvedde tarihi” dizisinin (Aralık 2022 – Ocak 2023) ilk bölümünün başlığı “Nüve: Uludere, 2011” idi. O yazıda, Erdoğan’ın devletle dansının Aralık 2011’deki Uludere bombardımanıyla başladığını, olayın hemen ardından kaleme aldığım “Merkez’in yeni filmi: Yasla başını omzuma” (Taraf, 6 Ocak 2012) başlıklı yazıya atıfla öne sürmüştüm. Hatırlayalım: Erdoğan Uludere bombalamasından sonra çocukları ölen ailelerden özür dilememiş, buna mukabil konunun araştırılacağını söyleyen Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teşekkür etmiş, bu da Kürtlerde derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı.
Fakat sonra, malum, AK Parti dümeni yeniden kırdı, Çözüm Süreci’ni başlattı ve bu da -yine otomatik bir biçimde- devletten uzaklaşma anlamına geldi.
‘Devlet’le ‘millet’ arasındaki bu kararsız gelgit, Erdoğan’da büyük bir endişeye yol açan iki büyük olaydan sonra bir daha geri dönmemek üzere ‘devlet’ten yana kararlı bir hale geldi.
Bu olaylar, Gezi direnişi (2013) ve 17-25 Aralık’tı (2013)… Bunlardan ikincisi iktidar açısından çok daha ürkütücüydü. Çünkü: Artık otoriter özellikleri kuvveden fiile çıkmış Erdoğan için Gezi’ye rağmen toplumla baş etmek o kadar da zor olmayabilirdi, meğerki devlet gücünü gerektiğinde toplumu zapturapt altına alabilmek için kullanabilsin; fakat işte 17-25 Aralık’tan sonra o imkândan da yoksun kalmıştı. Üstelik sadece toplumu zapturapt altına almak için değil, ülkeyi yönetebilmek için de ‘devlet’ (bürokrasi) lazımdı Erdoğan’a.
İhtiyaç bu iken gerçek tablo şöyleydi: Erdoğan devletin yarısıyla (eski Türkiye unsurları) yıllardır süren ve son 4-5 yılda iyice yoğunlaşan (Ergenekon ve Balyoz davaları) bir kavganın içindeydi ve şimdi öbür yarısı da (Gülen Cemaati’nin devlet içindeki varlığı) elden gitmişti. İşte o çaresizlik içinde Erdoğan ‘eski’ devletle barışmaya karar verdi.
Ergenekoncularla 2014’ün başından itibaren başlayan yakınlaşma (sonrasında ittifak), Erdoğan-devlet bütünleşmesinde ‘viraj’ın alınması anlamına geliyordu, o noktadan geriye dönüş yine de ihtimal dahilindeydi fakat 15 Temmuz’dan itibaren bunun mümkün olmadığı bir yola girildi, çünkü o bir otoyoldu ve otoyolda geriye dönülemezdi.
Türkiye siyasetindeki temel saflaşma ekseninin ‘laiklik’ten ‘millîliğe’ dön(dürül)mesi iktidar ihtiyaçlarının gerektirdiği bir ‘proje’ydi
Fakat ‘otoyol’a girmeden ve devletle bütünleşmeden önce Erdoğan zaten muhafazakâr kitleleri ‘millîliğe” davet eden devletçi bir dil geliştirmeye başlamıştı; iktidarını artık laiklik temelli bir kutuplaşma üzerinden götüremeyeceğini anlamıştı, ‘millîlik’ çok daha elverişli bir kutuplaşma vesilesiydi. Ve kararını verdi: Türkiye siyasetindeki temel saflaşma eksenini ‘laiklik’ten ‘millîliğe’ çevirecekti.
‘Proje’nin sembolik başlangıç tarihi Erdoğan’ın “yerli ve millî”yi ilk kez telaffuz ettiği Eylül 2015’ti. (Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Kasım 2015 seçimleri öncesinde, seçmenlerden ‘Meclis’e 550 yerli ve millî aday göndermelerini’ istedi, 20 Eylül 2015).
İktidar partisinin sözcüleri ve iktidarı destekleyen köşe yazarları da 2013’ten itibaren millî olmak ve millî olmamak üzerine yazılar yazıyorlardı. Fakat Erdoğan’ın 20 Eylül 2015’teki vurgusundan itibaren bu yazıların tonunda belirgin bir değişiklik olmaya başladı. Yazılarda ‘millîlik’ kriteri her şeyi domine eden bir değer olarak öne çıkıyordu artık. Keza partiler ile başka siyasi güçler ve örgütlenmeler de esasen bu kritere göre değerlendirilip sınıflandırılıyordu. Mesela Cumhuriyet Halk Partisi değerlendirmeleri bu açıdan açıklayıcı bir örnek gibi görünüyor. Eskiden bu partinin devletçiliği, vesayetçi güçlerle bağını bir türlü koparamaması, bir türlü özgürlükçü bir parti haline gelememesi vb. sorun teşkil ederken, artık “millî olmayan tavrı” öne çıkartılıyor, “gerçek Atatürkçü CHP’lilerin partilerindeki gayrı millî savruluşu görmeleri, partilerine el koymaları” çağrıları yapılıyordu.
‘Millîlik’ siyaseti hızla ‘ilâhiyat’ haline geliyordu.
15 Temmuz sonrası
15 Temmuz (2016), üç temel siyaset üzerinde yükselen yeni bir ittifak doğurdu: Dışa ‘açılma’ boyutunu da kapsayan sert ‘millîlik’; dozu giderek yükselen Batı karşıtlığı (‘anti-emperyalizm’) ve Kürt siyaseti düşmanlığı… Artık, ‘her kafadan bir sesin çıkmadığı’ yeni bir siyaset ve toplum düzeni oluşturmak amacıyla oluşturulan yeni bir ittifak vardı.
15 Temmuz darbe girişimini izleyen aylarda, anlamı ve önemi ancak ‘alıcı gözle’ bakıldığında fark edilebilecek iki ‘söylem’ dikkat çekti. Bunlardan biri, Erdoğan’ın, önceki 14 yıllık iktidarı boyunca hiç telaffuz etmediği Misâk-ı Millî temalı konuşmaları, öbürü de “İslamcıların AK Parti’den tasfiyesi” tartışmalarıydı. Bunların ikisi de AK Parti’nin devletle bütünleşmesi macerasının son iki çıktısıydı.
Sekiz yazılık bir seriden burada yaptığım özetin bile Yeni İttihatçılığın bir yanıyla iktidarın iktidarını sürdürebilmek için kurgulayıp sahneye sürdüğü bir ‘proje’ olduğunu gösterdiğini düşünüyorum. Fakat tam bir tablo için okurların “Yeni İttihatçılığın müsvedde tarihi” başlıklı serinin tümünü okumasını isterim.
Ben, üç yazıda Etyen Mahçupyan’ın günümüz Türkiyesini anlamada esaslı bir rehber olarak gördüğüm ‘Yeni İttihatçılık’ tezlerinde katılmadığım tek noktayı ele alıp değerlendirdim.
Dilerim Mahçupyan’ın son yazısında dediği gibi konuyu başka tartışanlar da çıkar.