AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 kışını izleyen yaz aylarında Cumhuriyet gazetesinde çok ilginç bir “iki çizgi mücadelesi” oldu. Bu çizgilerden biri, iktidara karşı tavrın yapıp ettiklerine bakarak belirlenmesi gerektiğini (yani bir bakıma ‘muhalif’ değil ‘eleştirel’ gazeteciliği) savunurken, öbür çizgi sadece onaylamadığı kimliğine bakıp “iktidarda düşman var” tespiti yapıyor, oradan da Cumhuriyet gazetesinin bir “mücadele bülteni” olması gerektiği sonucunu çıkartıyordu. Dışarıya yansıyan kısmıyla bir İlhan Selçuk – Oktay Akbal tartışması olarak görünen bu mücadeleyi ben o günlerde günü gününe izlemiş, yazılarıma yansıtmıştım. (İzleyen yıllardaki performansına bakınca çok şaşırtıcı gelebilir, fakat o günlerde “eleştirel gazetecilik” öneren kişi İlhan Selçuk, “düşmana karşı cephe gazeteciliği” öneren kişi ise Oktay Akbal’dı).
2003 yazının sonuna gelindiğinde gazetedeki iki çizgi mücadelesini kazanan taraf kesin olarak belli olmuştu. Oktay Akbal’ın ünlü “Kartaca yıkılmalıdır” başlıklı makalesi (Cumhuriyet, 10 Ağustos 2003), kazanan tarafın neyi savunduğunu açık bir biçimde gösteriyordu:
“Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: ‘Kartaca yıkılmalıdır.’ Roma’nın büyük düşmanı Kartaca’ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı. Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz.”
Bu çizgi, çok kısa bir süre içinde İlhan Selçuk’un da çizgisi haline geldi ve Cumhuriyet’teki tartışma bitti… O tartışmanın da gösterdiği gibi, AK Parti’nin ne yapacağının ya da ne yapmayacağının hiçbir önemi yoktu. O, kimliğinden dolayı “düşman”dı ve düşmana karşı nasıl mücadele edilmesi gerekiyorsa öyle mücadele edilmeliydi, Kartaca yıkılmalıydı:
3 Kasım 2002 seçimleriyle tek başına iktidar olan AK Parti’ye karşı ilk darbe hazırlığının henüz hükümetin programı bile belli olmadan başlatıldığı ortaya çıktığında, bu “tuhaflık” iddiaların gerçek olmadığının güçlü bir kanıtı olarak sunulmuştu: “Programı bile belli olmayan partiye karşı darbe mi yapılırmış?” Bu kişilerin anlamadıkları, anlamak istemedikleri ya da anlamaz göründükleri hakikat şuydu: İktidardakiler yapıp ettiklerinden ya da yapıp edeceklerinden (program) dolayı değil, kimliklerinden dolayı devrilmeyi hak ediyordu ve programlarını beklemeye hiç gerek yoktu!
“Kartaca yıkılmamalıdır”
Olmadı, ‘Kartaca’ yıkılamadı fakat Kartaca’dakiler zamanla “Kartaca yıkılmalıdır”cılara benzemeye başladı. Bir zamanlar eleştirdikleri -ve o sayede iktidara geldikleri- her şeyi üstelik seviye atlatarak benimser oldular.
Burada bir kez daha döküm yapmayacağım, her şey gözümüzün önünde oldu, oluyor. Süreci en iyi Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözleri özetlemişti: “Biz hangi yanlışları terk ettiysek artık Saray tam odur. Statükocu, anti reformcu, anti özgürlükçü Kenan Evren kafasına geldiler.”
Ben bu tespitin yönünün doğru olduğunu düşünmekle birlikte, gerek “Biz” kısmına gerekse “Saray” kısmına bazı rezervler koymak isterim, çünkü ne CHP “eski”yi tamamen terk etti ne de AK Parti tamamen eski CHP haline geldi. Yani şöyle demek daha doğru bence: CHP problemlerle yüklü demokrasi kavrayışından hızla uzaklaşırken, AK Parti CHP’nin terk ettiğini sahiplenmek için dört nala koşuyor.
Kendine vehmettiği kimi özellikler, kutsallıklar nedeniyle iktidarı sadece kendine hak gören bakış açısının şimdi AK Parti’de karşımıza çıkmış olması, Kılıçdaroğlu’nun tarif ettiği sürecin en önemli göstergelerinden biri sayılmalı.
2000’lerin başında “isterlerse yüzde 99’la gelsinler” (böyle laflar vardı, hatırlayalım) ‘Cumhuriyet düşmanları’nın iktidarının mutlaka yıkılmasını söyleyenler; bu amaçla harekete geçeceklerin yöntemini sorgulamayacağını ima edenler vardı… Bugün ise ‘vatan ve İslam düşmanı” damgasını vurduklarının iktidar hakkının olmadığını söyleyenler var. Çünkü bunlar gider onlar gelirse, “Mekke düşer, Kudüs düşer!”
“Kartaca yıkılmalıdır”dan “Kartaca yıkılmamalıdır”a… Aynı madalyonun iki yüzü: İdeoloji ve siyasetten ziyade zihniyete dair bir mesele; iktidar olmak bana hak, sana değil!
Daha da kötüsü, bu radikallik 30 yıldır özenle beslenip büyütülen toplumsal kutuplaşma üzerinden geniş toplum gruplarının da refleksi haline geldi. AK Parti iktidarına duyulan öfke, muhtemel bir muhalefet yönetimi döneminde ‘iktidar hakkı’nı bir kez daha tartışma konusu yapmak isteyebilir. Bu kısır döngüyü kırmak muhalefet siyasetinin önemli bir boyutunu teşkil etmeli.