Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKaybolan “normal”ler ve geriliğe övgü

Kaybolan “normal”ler ve geriliğe övgü

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, küresel gıda üretiminin yüzde 70’i pestisit ve kimyasal gübre içeriyor. Bununla da bitmiyor. Söz konusu çılgınlık, toprak verimliliğini son 70 yılda yüzde 30’dan fazla azalttı. Sanayi Devrimi, dijitalleşme derken teknoloji-bilim-rasyonalizm üçlemesinin bugün ulaştığı nokta itibarıyla bizi kendi fıtratımızla savaşmaya yönlendirdiği zamanlardayız. “Medenîleşme”nin fazlası; velhâsıl “daha iyi”si, “daha standart”ı, “daha verimli”si şimdi bizzat Medeniyet’in altını oyuyor. Yabanlaşmayı-vahşîleşmeyi teşvik ediyor.

            İlerlemecilik mitinin bir örümceğin ustalıkla ördüğü ağ misâli insanlığı kuşattığı bir evredeyiz. Bu mite göre “daha iyi” olan, gelecekte keşfedilmeyi ve hatta zapt edilmeyi bekliyor. Böylece kronolojik plândaki her “geri”, bu arzuya vurulmuş bir pranga hâline geliyor.

            Peki bu “daha iyi” nedir?

Daha fazla “standartlaşma”, daha fazla “verim” ve kaçınılmaz olarak daha fazla “denetim”.

Oysa kapitalist oto-reform döngüsü, bu projeksiyonu hayatımıza yedirdi. Bedeli ise psikolojik, manevî ve maddî düzeylerde epey yüksek.

İnsanlık kadim “normal”lerini yitirdi. Bedelin en büyüğü ve bence en dramatik olanı bu.

Alabildiğine “kurgusal” ve “algısal” bir karakterdeki bu “daha iyi”nin, gerçekten “daha iyi” olup olmadığı ise asla sorgulanmıyor. Genel ve neredeyse otomatik bir kanıksama durumu yerleşti.

Örneğin bugün laboratuvarlarda üretilen ve her bir zerresinden türlü kimyasallar fışkıran “gıda”lara mahkûm edilmek fevkalâde “normal”.

Güneş ışığından mahrum bırakılarak gökdelen kutularında, terli atölyelerde, kapkaranlık fabrikalarda ve gözleri kör edici LED ışıkların gölgesinde tükenmek-tüketilmek yadırganmıyor.

Keza kalitesiz havayı teneffüs etmek, küçücük ve konforsuz evlerde sıkış-tepiş “yaşamak” ve betondan ormanlarda bir ağaca – yeşil alana hasret kalmak da öyle.

“İlerleme”nin bedeli: doğadan kopuş ve yozlaşma

Artık yediğimiz sebze ve meyvenin dahi doğallığı kalmadı. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) verilerine göre, küresel gıda üretiminin yüzde 70’i pestisit ve kimyasal gübre içeriyor. Bununla da bitmiyor. Söz konusu çılgınlık, toprak verimliliğini son 70 yılda yüzde 30’dan fazla azalttı.

Felâket!

Ya hayvanlar?

Adına “endüstriyel hayvancılık” denilen korkunç zulüm, işkence ve gaddarlık sistemiyle birlikte her yıl yaklaşık yüz milyar hayvanın çoğunlukla “zevk-ü sefâ” adına imha edildiği bir çark meydana geldi.

Dahası, bu hayvancağızlar, zehre yakın yemlerle “hızlandırılmış” büyümeye zorlanıyorlar. Dolayısıyla hayvanların çektikleri eziyet, son kertede insan sağlığına da bumerang etkisiyle çarpıyor.

İlerlemecilik hastalığı (tüm tâli ideolojileriyle) doğayı bir hammadde yığınına indirgedi.

Martin Heidegger, vaktiyle abidevî Varlık ve Zaman eserinde bu istikâmette muazzam bir uyarıda bulunmuştu. Ormanlarda salt kereste, nehirlerde ise salt enerji santralleri telâkki edildiğinde “doğanın kıpırdayan ve çabalayan’, bizi sarsan ve büyüleyen” boyutunun perdelendiğini söylüyordu.

Başka bir deyişle insan, kapıldığı – hatta peşinden sürüklendiği bu “furya” sebebiyle kendisinin de içinde bulunduğu “yaşamın birliği ve bütünlüğü” dairesindeki “varlığı”nı ıskalıyor aslında.

Modern anlatı bizi “biz”den kopararak “ilerleme” tapınağının zorâki müntesiplerinden kıldı.

Gerçekten de Aydınlanma’dan bu yana “kronolojik geri” norm plânında “kötü”yle eşanlamlı yapıldı.

“İlkellik” ithamı-suçlamasıyla aslında “ilksellik” yere serildi. Modern insana ilkselliğin üzerinde “tepinmek” öğretildi. Hatta bu, doğrudan bir “formatlama” süreci.

Sanayi Devrimi, dijitalleşme derken teknoloji-bilim-rasyonalizm üçlemesinin bugün ulaştığı nokta itibarıyla bizi kendi fıtratımızla savaşmaya yönlendirdiği zamanlardayız.

“Medenîleşme”nin fazlası; velhâsıl “daha iyi”si, “daha standart”ı, “daha verimli”si şimdi bizzat Medeniyet’in altını oyuyor. Yabanlaşmayı-vahşîleşmeyi teşvik ediyor.

“Fazla” ve “daha”ların sonuçları ise doğrudan marketlerdeki wax kaplı elmalar, pestisitli domatesler, cips paketleri, kaskatı olmuş lezzetsiz etler, yeterli beslenememe-giyinememe-barınamama, sonsuz ihtiyaç yanılsamaları uğruna düşmanlaşma, hastalanma, ünitelere indirgenme ve bireyselliğimizin çöküşü…

            Mesela “toplu konut” cehennemleri… Mesela sosyal medyadaki “mukbang” akımı… Mesela ekranları başına iki büklüm vaziyette, midesi ilaçlarla dolu olarak “zımbalanmış” olan bizler… Ve mesela sıradan insanın gündelik hayat üzerindeki tasarruf hakkını son damlasına kadar emen “temsilî demokrasi” lakırdısı…

            Hepsi ve “daha fazla”sı “patolojik semptomların” artık fokurdadığını bağırıyor.

Ne var ki yaralarımıza merhem olmasını beklediğimiz “çıkış” manevraların birçoğu basit “çehre” değişimlerinden ibaret. Yani bir “tepetaklak etme” dâvâsı asla güdülmüyor. Onun yerine mütemadiyen bir “dâhilî reformlar silsilesi”yle muhatap oluyoruz.

Can alıcı soru şu: Gerçekten bir alternatif istiyor muyuz? Ve onu bulmak için hapsolduğumuz kalıpları yıkmaya hazır mıyız?

İlkselliğin Çağrısı: Alternatif(ler) ne(ler)?

Şüphesiz ki bu sorulara getirilecek cevapların her biri çok “öznel” bir içerikle donanacaktır.

            Kendi payıma ilhamın “ileri”nin henüz fethedilmemiş bâkir ufuklarından ziyâde ilerlemeciğiliğin dümdüz ettiği kadim, yaşanmış ilksellikte olduğunu düşünüyorum.

            Ne var ki bu “ilham” yüksek idealizm bulutlarında gezinen anakronik bir yabancılaşmanın tezahürü değil. Ayakları yere basan, gerçekçi bir ilham bu.

            Örneğin bunun bugünden yarına “bir çırpıda” ve/veya âni ve büyük bir “kitlesel uyanış”la olmayacağı çok açık. Fakat gerek felsefî gerekse maddî zeminlerden tamamıyla “kopuk” olmadığı gerçeği de mühürlenmeye değer.

            Jean-Jacques Rousseau’dan Henry David Thoreau’ya değin uzanan bir düşünürler zinciri “doğal durum”un teorik gövdesini ve onun çağdaş “oluş” için (özgürleşme, ihtiyaçları minimize etme, mutlu-erdemli olma vb.) nasıl damıtılabileceğini titizlikle nakşetmiştir.

            Dahası, 19’uncu yüzyılın baş döndürücü “sanayileşme” atılımına paralel olarak gelişen ve zamanla dallanıp budaklanabilmiş “yaşam tarzları” örnekleri var. Yani işin bir de pratik açılımları mevcut.

            Fransız “natüryen anarşist” Henri Zisly, 1899’da yayımladığı ufak bir kitapçıkta şöyle yazıyordu:

            “Demir ağlar, arabalar, telgraf, telefon, balon, fahişelik, verem, olmadan yaşayabiliriz. Biz yalnızca normal hayatı istiyoruz; mutlak Doğa içinde sadece Hayat’ın tadına varmayı.

            19’uncu yüzyılda Almanya’da doğan Lebensreform (“Yaşam Reformu”), Avrupa’daki “toprağa dönüş” ve “öz-yeterlilik” komünleri, akabinde Batı’da gelişen ve 20’nci yüzyıla da damgasını vuran irili-ufaklı “aile bostanları” (Almanca Schrebergarten, Fransızca jardins familiaux) ve yeni yeni Japonya’dan Portekiz’e ve Hindistan’a değin kökleşen (bizde de bu minvalde başlayan mikro ölçekli girişimler var) “ekoköy”ler “yaşamın birliği ve bütünselliği”ni içselleştirmek bakımından olumlu adımları cisimleştiriyor.

            Taşrada kendi evini kuran, çiftçiliğe, küçük ölçekli hayvancılığa ve organik yetiştiriciliğe merak salan insanların sayısı her geçen gün artıyor.

Tohum ekmek, toprakla haşır neşir olmak, alın terini kendisinin ve ailesinin öz yeterliliği uğrunda akıtmak, doğanın ritmiyle yaşamak ve normallerini yeniden “normal” kılmak isteyenler aksiyon alıyorlar.

Ancak hepsi ve her şey evvelâ “bireysel şuurlanma”yla başlıyor. Şuuru, “harekete geçme” itkisi takip ediyor ve nihâyet “sürü”den ayrılan insanlar “alternatifler”i inşâyı deniyorlar.

            İlkselliği, kendi “ilksellik gereksinimi”ni hissedecek olanlar bireylerdir.

            Bu hissin kıvılcımı ise bir yerde “var olan”a dair geliştirilen “içsel mesafe”yle çakılıyor.

          Julius Evola, Doğu ezoterizminden ödünç aldığı “kaplanı sürmek” metaforuyla tam olarak buna işâret etmiştir nitekim.

Modernite (ki, “ilerlemecilik” ve “Medeniyet” bahisleri bu sava içkindir) kaplanını, yorulacağı “ân”ı gözleyerek sürmek ve yorulduğu ânda da onun hakkından gelmek…

            Kaplan ne zaman yorulur, bilinmez.

Fakat yorulana kadar bireyin vazifesi, içsel hâkimiyetini güçlendirmek ve dış dünyanın yozlaştırıcı etkilerine karşı kendisini – ve mümkünse ailesini – muhafazadır.

            Modern anlatının, tüm görkemiyle(!) “Medeniyet”in bize kaybettirdiği ve altüst ettiği “normal”lerimizi görünce, insan “geri”de bıraktıklarını kazıyor.

            Velhâsıl, insanı ilkselliğe doğru (yeniden) “büken” yol, çok kişisel bir deneyimin uzantısı.

            Marifet, içimizde yankılanan bu “çağrı”yı duyabilmekte.

- Advertisment -