Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKılıçdaroğlu portrelerim: 2010, 2019, 2023

Kılıçdaroğlu portrelerim: 2010, 2019, 2023

16 Eylül 2010 (Mükemmel İkinci Mutsuz Birinci, Aktüel dergisi): “’Liderlik kumaşı’yla ilgili en büyük handikapı şu: Bildiğimiz anlamda ‘liderlik’ten zevk almıyor… O aslında mükemmel bir ‘ikinci’ ve mecburen ‘birinci’ olmuş bütün mükemmel ikinciler gibi giderek derinleşecek bir mutsuzluğun esiri…” 9 Mayıs 2019 (Revize Edilmiş Kılıçdaroğlu Portresi, Serbestiyet): “Meğer birinci olmayı seviyormuş ve ‘ikinciliğine aşkla bağlı olmaktan’ kaynaklanan bir mutsuzluğu da yokmuş…” 7 Mart 2023: 2010’da yanılmışım, 2019’da yanılmamışım.

9 Mayıs 2019’da Serbestiyet’te kaleme aldığım bir yazıda, o tarihten dokuz yıl önce (16 Eylül 2010) yazdığım Kılıçdaroğlu portresini revize etme ihtiyacı duymuştum. Şöyle demiştim:

“Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) genel başkanı olmasından (22 Mayıs 2010) kısa bir süre sonra bir Kemal Kılıçdaroğlu portresi yazmıştım. Portrenin siyasi kariyer ve liderlikle ilgili bölümleri neredeyse mutlak bir olumsuzluk içeriyordu. Son birkaç yıldır, CHP’deki değişimi ve bu değişimde onun oynadığı rolü düşündükçe, içimden hep yeni bir Kılıçdaroğlu portresi yazmak geliyordu. Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin 31 Mart seçimlerindeki başarısındaki payını teslim etme isteğim, bu düşüncemi iyice pekiştirdi.”

Bugün, Kılıçdaroğlu’nun herkesin teslim ettiği bir liderlik göstererek yürüdüğü cumhurbaşkanlığı yolunun başlangıcında, ilk yazdığım portreyi ve onu neden ve ne surette revize ettiğimi bir kez daha hatırlatmak istedim.

2023 için yeni bir revize notu yazmam gerekmiyor. Çünkü tespitlerim 2019’la aynı.  

Aşağıda önce 2010’da kaleme aldığım Kılıçdaroğlu portremin siyasi kariyer ve liderlikle ilgili bölümlerini dikkatinize sunacak, ardından o portreyi 2019’da okuduğumda ilk değerlendirmelerimde yanıldığımı düşündüğüm noktaları sizlerle paylaşacağım. Tabii ki büyük bir memnuniyetle…

***

“Mükemmel ikinci, mutsuz birinci” (Aktüel dergisi, 16 Eylül 2010)

Şimdi yerini başka ilaçlar almış olabilir; bizim zamanımızda, vücut ısısı yükselmiş bebeklerine aspirin veren anne-babalarda ikili bir duygu hâsıl olurdu: Bir yandan aspirinin bebeklerinde sağladığı geçici iyilik hâli nedeniyle kendileri de mutlu olur, öbür yandan bu hâlin geçici olduğunu bilmenin huzursuzluğunu yaşarlardı.

Ömrü bitmeden hakiki bir “sosyal”, hakiki bir “demokrat” partiye oy vermek isteyen biri olarak, Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığına gelmesinden beri, kendimi hararetli bebeğine aspirin verilmiş bir baba gibi hissediyorum.

Mutluyum, çünkü partilerine, bünyede hararete yol açan iltihabı kurutacak bir antibiyotik verildiğini zanneden CHP’lilerin nihayet Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AK Parti) sandıkta yenebileceklerine inandıkları için demokrasi dışı arayışlarını durduracaklarını düşünüyorum… Huzursuzum, çünkü bünyedeki ilacın antibiyotik değil aspirin olduğunun zannettiğimden de erken bir zamanda anlaşılacağını sezinliyorum ve ortaya çıkacak bu hayal kırıklığının “çağdaş-laik-kentli” kitlelerdeki otoriter arayışları daha da alevlendirmesinden korkuyorum.

Şimdi bütün günahlar onun boynuna…

Daha fazla ilerlemeden, buraya kadar söylediklerimle ilgili olarak şöyle bir tashih yapayım: Aslında, Kemal Kılıçdaroğlu CHP’deki iltihaba “antibiyotik” olabilirdi; genel başkan olmadan önce birkaç kez bunun işaretini vermiş, fakat sonradan geri adım atmıştı.

Tamam da, siz CHP içinden birilerinin “onlar doğruydu, neden geri adım attınız?” dediğini duydunuz mu hiç? Ya da, “CHP’yi değiştirmek” üzere genel başkan seçildiği gün yaptığı kurultay konuşmasında Türkiye’nin en temel demokrasi meselelerini teğet geçmesini dert edinen CHP’lilere rastladınız mı? Bu çerçevede bir soru daha: Siz, “önceki başkan da böyle konuşuyordu ve biz o nedenle iktidar olamadık, bu durumda yine olamayız” diyen tek bir CHP’liye rastladınız mı?

İşte tam bu noktada, onun da tıpkı halefi Deniz Baykal gibi CHP’nin bütün siyasi günahlarının kefaretini ödesin diye genel başkan seçildiği düşüncesine kapılıyorum. Üç yıl önce Baykal için yazdığım satırların, bugün Kemal Kılıçdaroğlu için de geçerli olduğu kanaatindeyim. Yani, partinin asıl sahibi olan laik-elit seçmenler tıpkı Baykal’a yaptıklarını yapacaklar; ondan aynı anda hem tutucu devlet ideolojisinin sözcülüğünü yapmasını hem de iktidar olmasını isteyecekler; bu ideolojiden her sapışında, yani halkın tercihlerine ve taleplerine her yaklaşışında parmak sallayayıp ona geri adım attıracaklar ve fakat sandıkta yenilince de “niye o insanların oyunu alamadın” diye ortalığı birbirine katacaklar… Bence bu, kitlesel bir siyasi ahlaksızlıktan başka bir şey değil.

Laf oturtma temelli muhalefet

Fakat kitlelerin siyasi ahlaksızlığı, siyasi figürlerin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bir siyasetçi, doğruluğuna inandığı düşünceleri kalabalıkların tahammülfersâ baskısına karşı dahi savunabilmelidir. Benim için bir CHP genel başkanının portresi, onun bu açıdan nasıl bir görüntü arz ettiğinin cevabından ibarettir ve doğrusunu isterseniz, Kılıçdaroğlu için sonuç negatiftir.

Hayır, sadece “söylediğinin arkasında duramayan siyasetçi” imajına gönderme yaparak varmıyorum bu sonuca… Beni asıl, genel başkan seçildikten sonraki “hiçbir şey söylemeyen” hâli kaygılandırıyor. Çünkü neticede bu da, doğruluğuna inandığı düşünceleri birilerini ürkütmemek için dillendirmemek faslındandır.

Muhalefetini giderek polemiğe ve laf oturtmaya yönlendirmesi, bendeki kuşkuyu giderek pekiştiriyor. Acaba, diyorum, kurultay konuşmasında ortaya çıkan içeriksizliğin de gösterdiği gibi Kılıçdaroğlu “bu kadar” bir siyasetçi midir? Ve bu tamir edilemez, giderilemez zaafını gizlemek için mi topu hep oralara atıyor ve oralardan gelen pasları bu kadar hevesle değerlendiriyor?

Başkalarının etkisine, karakterini zorlamayı göze alacak kadar açık oluşu, ondaki “liderlik kumaşı”yla ilgili eleştirilerin haklı olabileceğini gösteriyor.

“Liderlik kumaşı”yla ilgili en büyük handikapı ise şu: Bildiğimiz anlamda “liderlik”ten zevk almıyor… İnsan, bildiği, kendine güvendiği alanda çalışırsa mutlu olur… Yolsuzluk dosyalarıyla uğraşmaya devam etseydi, ömrünün sonuna kadar mutlu bir hayat sürerdi… Fakat şimdi hâkim olamayacağı kadar geniş bir alanda, fazla bilmediği, kendine yeterince güvenmediği bir alanda bulunuyor. Hiç kuşkum yok ki çok endişeli, çok tedirgin bir ruh hâli içinde… O aslında mükemmel bir “ikinci” ve mecburen “birinci” olmuş bütün mükemmel ikinciler gibi giderek derinleşecek bir mutsuzluğun esiri…

***

“Revize edilmiş Kılıçdaroğlu portresi” (9 Mayıs 2019, Serbestiyet)

Yaklaşık 12 yıl önce yıl önce işte böyle yazmışım Kemal Kılıçdaroğlu hakkında… 2019’da portresini neden ve ne surette revize ettiğimi de Serbestiyet’te 9 Mayıs 2019’da şöyle anlatmışım:

Doğrusunu isterseniz, ölçü olarak o günlerdeki siyasi performansını aldığımızda, o günkü tespitlerimin yanlış olduğunu düşünmüyorum. Bu durumda haklı olarak soracaksınız: O halde nerede hata yapmışsınız, neyi revize ediyorsunuz?

En temeldeki hatam, Kılıçdaroğlu’nun eleştirdiğim noktalarda zaman içinde değişim gösterebileceğine dair hiçbir açık kapı bırakmamış olmam… Üstelik, portrenin girişinde “genel başkan olmadan önce birkaç kez CHP’deki iltihaba ‘antibiyotik’ olabileceğinin işaretini verdiğini” söylememe rağmen yapmışım bunu. Böyle biri, liderliğinin sonraki yıllarında o işaretlere yeniden dönebilir ve bu kez daha kararlı bir çizgi izleyebilir (bugün olduğu gibi). Buna rağmen hiçbir açık kapı bırakmamam, hatamı daha da katmerli hale getiriyor.

Bugün geldiğimiz noktada, dokuz yıl önce Kılıçdaroğlu’na yönelttiğim ve aşabileceğine hiç ihtimal vermediğim temel eleştiride açıkça yanıldığımı teslim etmeliyim: Evet, o zaman, Kılıçdaroğlu’nun, partisinin tabanındaki seçim kazanmayı imkânsız kılan ideolojik taassubu onaylamadığını, fakat bu eğilimle mücadele yerine ona teslim olduğunu yazmıştım. Bugün ise, Kılıçdaroğlu’nun bu katı eğilimle mücadeleyi uzun vadeye yayarak epeyce yol aldığını görebiliyorum. Belki de bir siyasetçinin katı eğilimleri yumuşatmak için seçebileceği tek doğru yolu seçmişti Kılıçdaroğlu. Ben ise acul bir tavırla bu ihtimale hiç prim vermemiştim. 

Keza zaman, dokuz yıl önceki portrenin başlığına çıkardığım tespitin de geçerli olmadığını açık bir biçimde göstermiş durumda: Meğer birinci olmayı seviyormuş ve “ikinciliğine aşkla bağlı olmaktan” kaynaklanan bir mutsuzluğu da yokmuş.  

***

2023’te 2019’a ilave edecek bir sözüm yok. Sadece oradaki tespitlerimin pekiştiğini söyleyebilirim. Yani, 7 Mart 2023’te şöyle diyorum: 2010’da yanılmışım, 2019’da yanılmamışım. 

- Advertisment -