Yahya Kemal Beyatlı’nın, ömürlerin sonbaharı için kaleme aldığı “düşünce” adlı şiirinin son beyti şöyledir:
“Ölmek değildir ömrümüzün en fecî işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi”
Ben, bu olağanüstü etkili şiirle ilk olarak (belki 40 sene önce, belki daha bile eski) tamamı üzerinden değil de işte bu son beyti üzerinden tanıştım ve ona bambaşka bir anlam yükledim: Bu satırların yaşlı insanlar için değil de ruhunu bedeninden önce öldüren her yaştan insan için yazıldığını düşündüm. Ta ki, bilmiyorum ne zaman, şiirin tamamını, özellikle de sondan ikinci beytini okuyana kadar:
“Hulyâsı kalmayınca hayâtın ne zevki var? / Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!”
Şairin bu satırlarla aslında neyi anlattığını öğrendiğimde tuhaf bir duyguya kapıldığımı hatırlıyorum: Canım sıkılmıştı, hatta bir gençlik ukalalığıyla, “keşke benim yüklediğim anlamda yazsaymış Beyatlı bu şiiri” diye iç bile geçirmiştim!
Fakat yıldım mı? Hayır. “Ölmeden evvel ölmek” bana hep bir şeylerin iğvasına kapılarak ruhunu parça parça kaybedenlerin dünyasını hatırlattı.
Buraya kadar yazdıklarımı okuyup da bir ‘deja vu’ duygusuna kapılan okurlar haklı. Benimkiler de dahil bu satırları bir yerlerden hatırladıkları doğru; anlatmak istediğim şey için iyi bir giriş olacağını düşünerek birkaç yıl önce de baş vurmuştum bu şiire.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun iki seçim arasında, özellikle de 28 Mayıs sonrasında kendi kendisini taşıdığı yeri anlatmak için bir yazı yazmaya karar verdiğimde yine bu şiir geldi aklıma.
Evet -şiire benim yüklediğim anlamla söylüyorum- siyasetçi Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidarın iğvasına kapılarak insan Kılıçdaroğlu’nu ölmeden evvel öldürdüğü, ona yazık ettiği kanaatindeyim.
Önceki bütün söz ve eylemleri “siyaset böyle bir şey”e sığdırılabilirdi, fakat ‘gizli protokol’ onlara da başka bir anlam yüklemeyi zorunlu kılıyor
Bu yazıda -hikâyeyi sadeleştirmek için- başka her şeyi ihmal ederek Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanmak için yaptığı ve her biri kendisine oy verenlerin farklı kesimlerinin eleştirilerine yol açan üç büyük hamlesini ele alacağım. Bunlardan birincisi seçim öncesindeki uzun aylara yayılan kendi adını cumhurbaşkanı adayı olarak dayatması… İkincisi iki seçim arasında Zafer Partisi’yle yapılan açık protokol… Üçüncüsü Kılıçdaroğlu ile Ümit Özdağ arasında imzalanan gizli protokol…
Kılıçdaroğlu’nun ‘suçları’ arasında sayılan “Kazanmaya daha yakın adayların varlığına rağmen kendi adını dayatması ve böylece seçimin kaybedilmesine yol açması” üzerinde fazla durmayacağım. Çünkü nihayetinde farazi-spekülatif ihtimaller üzerinden yürüyen bir iddia ve eleştiri bu.
Açık protokole gelince… Bu, birinci gibi farazi-spekülatif bir suçlama değil, çünkü imzalandı ve kamuoyuna açıklandı. Hazmı ne kadar zor olsa da, Zafer Partisi’yle imzalanan protokol, “bu otoriter iktidar mutlaka gitmeli, aksi takdirde kökleşecek” duygusunun her şeyi bastıran gücü sayesinde yutulabilir bir lokma olarak kabul edildi; ben de böyle yapanlar arasındaydım. (Bakınız, “Muhalif seçmenlerin kazanma umudu yerlerde sürünen kesimi için, ikinci tur motivasyonları”, Serbestiyet, 23 Mayıs 2023).
Bu iki noktaya tekrar döneceğim; çünkü yukarıda da yazdığım gibi ‘gizli protokol’ün varlığı ve Kılıçdaroğlu’nun onu ‘savunurken’ izlediği tutum, ‘kendi adını dayatması’nı da ‘açık protokol’ü de yeniden ele almamızı gerektiriyor.
… Fakat gizli protokol, işte onu hazmedebilmek imkânsız
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ın 17 Temmuz’da gazeteci Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşiye kadar CHP ile Özdağ arasında kamuoyuna açıklanmış tek bir protokol olduğu biliniyordu. (“Kılıçdaroğlu kazansa üç bakanlık ve MİT Başkanlığını alacaktık, yazılı mutabakat var. Altılı Masadaki ortakları itiraz edeceği için bakanlığımı açıklamama ricasını kabul ettim, benim içişleri bakanı olacağımı açıklasa seçimi kazanabilirdi.”)
Bu açıklamadan sonrasını kısaca gözden geçirelim: Önce CHP sözcüsü Faik Öztrak iki kişi arasında imzalanmış başka bir protokolün olmadığını duyurdu. Sonra Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu bu iddiayı Kılıçdaroğlu’na sorduğunu ve ondan ikinci bir protokolün olmadığı cevabını aldığını söyledi. Ardından Kılıçdaroğlu çıktığı Habertürk yayınında “var mı” sorusunu “O protokolle ilgili konuşmam doğru değil. İki kişi arasında yapılan ve iki kişinin namusuna teslim edilen bir protokoldür” gibi herkesin “demek ki varmış” diye anladığı bir cevap verdi. Nitekim sonra Davutoğlu bir açıklama daha yaparak ilk konuşmadan sonra Kılıçdaroğlu’nun kendisini telefonla bir kere daha arayıp “Tekrar baktım, protokol varmış. Bakanlık görüşülmüş” dediğini aktardı.
Hangisinin yarattığı güvensizlik daha derin bir iz bırakır: Ülkeyi birlikte yöneteceğiniz ortaklarınızın görüşünü almaksızın yıllarca eleştirdiğiniz ‘tek adam’ tavrıyla başka bir partinin lideriyle gizli protokol imzalamak mı, yoksa protokolün fâş edilmesinden sonra dahi onu hâlâ gizlemeye çalışmak mı? (Bu son nokta, ilaveten, ‘suç’ apaçık ortadayken, inkâr edilirse daha büyük bir zilletle karşılaşılacağı besbelliyken inkârdan gelmeye devam eden çocuk tavrını anımsatmıyor mu?)
Özdağ o açıklamayı yapmasaydı gizli protokolün varlığından haberimiz olmayacaktı ve belki de Kılıçdaroğlu ileride yeni gizli protokoller imzalayacaktı. Zaten unutmayalım: Ortada bir özür falan yok ve belli ki Kılıçdaroğlu bu yaşananlarda ahlaki bir sorun görmüyor.
Herkes bilir: Bir çözeltinin asit mi baz mı olduğunu anlamak için sıvıya turnusol kâğıdı batırılır. Turnusol kırmızı renk alıyorsa çözelti asit, mavi renk alıyorsa bazdır.
Kılıçdaroğlu’nun önceki iki temel tavrının (kendi adını dayatması ve iki seçim arasında önceki çizgisinden 24 saat içinde sapıp dümeni milliyetçiliğe kırmasının) ‘asit’ mi yoksa ‘baz’ mı olduğunu anlamak için elimizde bir turnusol kâğıdı yoktu. Fakat ‘gizli protokol’ ve onu izleyen tavırlar, “bunu yapan her şeyi yapar” üzerinden bize mükemmel bir turnusol kâğıdı sundu. Bu turnusol kâğıdı sayesinde anladık ki Kılıçdaroğlu da tıpkı yerine geçmek istediği kişi gibi “amaç aracı haklı kılar”cı bir Makyavelistmiş, iktidar için her şey mubahmış.
Aynı turnusol kâğıdını, seçim yenilgisinden hemen sonra dile getirilen gemiyi güvenli limana götürmek için fedakârlık yapan kaptan iddiasına da uygulayabiliriz. Bunu yaptığımızda göreceğimiz şey de kişisel ikbalden başka bir şey olmayacaktır.
Biz, büyük insanların büyük tercihlerini büyük idealleri doğrultusunda yaptığına inanırız, oysa hiç doğru değildir bu. Siyasetçilerin kişisel arzularını ve zaaflarını örtmek için başvurdukları bu klişe uzun bir süre iş görebilir, fakat öyle bir an gelir ki buna inananların sayısı birdenbire dramatik bir biçimde düşer. İşte siyasetçinin trajedisinin başladığı yer; eyvah ki o hâlâ zaaflarının, kişisel hırslarının ortaya serilmediğine, kendisini sevenlerin ve ona inananların hâlâ sevmeye, inanmaya devam ettiğine inanmaktadır.
Kılıçdaroğlu şu anda tam böyle bir noktada duruyor. Görmüyor ya da görmek istemiyor ve bu gidişle gidişi hiç saygıdeğer bir tarzda olmayacak.
Kılıçdaroğlu’nun olumlu mirasını ‘diyet borcu’ gibi görenler
Kılıçdaroğlu, CHP’nin artık iş görmeyen bir ideolojiden yavaş yavaş sıyrılıp az çok ‘normal’ bir sosyal demokrat parti haline gelmesi sürecini yönetti. İttifak siyaseti de bunun bir parçasıydı. CHP tabanı, ideolojik katılığından aslında pek de taviz vermeden izledi ve onayladı bu süreci, çünkü nihayet iktidar olma şansını yakalanmıştı. Ülkenin, partilerinin fabrika ayarlarıyla yönetilmesini isteseler de bunlarla partilerinin hiçbir zaman iktidar olamayacağını içten içe kabul eden CHP tabanı Kılıçdaroğlu’nun siyasetine, söylemine, kadrolarına rağmen onu bu umutla destekledi. Fakat artık bu imkân yok; belli ki CHP tabanında büyük, çok büyük bir tepki var.
Son yıllarda izlediği birleştirici çizgiyi destekleyenlerin bir bölümü şimdi “Onu göndermek isteyenler CHP’yi eski, dar, taşlaşmış ideolojisine ve siyasetine mahkûm etmek istiyor” gerekçesiyle Kılıçdaroğlu’nun gerçek portresinin bir bölümünü görmezden geliyor. Bunun CHP’ye de Kılıçdaroğlu’na da bir faydası yok.
***
Aydın Ünal’a: Yeni Şafak gazetesi yazarı Aydın Ünal 4 Ağustos’ta “birtakım sinsi işler” (yazısının başlığı) üzerine yazdı. “Bu yıl, 15 Temmuz’un 7’nci yıldönümünde, hiç beklemediği bazı isimlerin Fetöcülerin iddialarını destekler nitelikteki yazıları” dikkatini çekmiş ve bu onu kaygılandırmış. (Birtakım isimler dese de yazıda sadece benim adım geçiyor.)
Kolayca görülebileceği gibi, Aydın beyin kaygısı “neden şimdi, neden yedi yıl sonra” sorusu üzerinden şekilleniyor ve yazısı boyunca bu sorunun cevabını arıyor.
Aslında bu yazı cevabı hak etmiyor, çünkü temel kabulü ve iddiası yanlış: Hayır Aydın bey, ben yedinci yılda ‘azmadım’ (sevgili arkadaşım Roni Margulies’in “Bugün Pazar Yahudiler Azar” kitabına nazire), 2016’dan beri her yıl soruyorum bu soruları. İsterseniz açın bakın ve temel iddianızın çöktüğünü kendi gözlerinizle görün.
Aydın bey, yazı boyunca ortada muğlak hiçbir şeyin kalmadığını ve bunu artık herkesin böyle kabul ettiğini söylüyor. Hal böyleyken soru soranları ikna çabası da saçma olurmuş: “Zira ‘Güneş yoktur’ diyen kişiye deli muamelesi yapmak yerine onu iknaya girişmek abesle iştigaldir.”
E, tamam o zaman, birkaç deliyle neden uğraşıp da yoruyorsunuz kendinizi?
Yazının, özeleştirel son cümlesi de çok hoş: “Siz haklı mücadelenizi, apaçık gerçekleri anlatamazsanız, boşluğu Alper Görmüş’ler doldurur.”
E, hani her şey apaçıktı, apaçık olmadığını söyleyip soru soranlara deli muamelesi yapmak gerekirdi?
İlahi Aydın bey, kusura bakmayın ama bu yazı olmamış.